Sayfalar

17 Eylül 2014 Çarşamba

Sakın Terk-i Edebden

Rivayete göre, Nâbî merhûm, 1678 yılında devlet ricâliyle birlikte Hac niyetiyle yola çıkar. Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları sırada bir gece paşalardan birinin ayağını Medine-i Münevvere tarafına uzatarak istirahat ettiğini görür. Paşanın bu gaflet ve hürmetsizliğine son derece üzülen Nâbî merhum, o anda gelen bir ilhâm ile şu na'tı okur :

NA'T-I ŞERÎF

Sakın terk-i edebden kûy-i "Mahbûb-i Hudâ"dır bu
Nazar-gâh-ı ilâhîdir "Makâm-ı Mustafâ"dır bu

Felekde mâh-i nev "Bâbü’s-Selâm"ın sîne-çâkidir
Onun  kandilidir hûr matlâ-i nûr u ziyâdır bu

"Habîb-i Kibriyâ"nın hâb-gâhıdır hakîkatde
Tefevvuk-gerde-i 'arş-ı "Cenâb-ı Kibriyâ"dır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı 'adem zâil
'Amâdan açdı mevcûdat dü çeşmin tûtiyâdır bu

Mürâ’ât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu

Nâbî merhûmun irfânına bakın ki, “terk-i edeb” edeni “edeb”e daveti ne kadar “edebî”dir. Paşa da bu “edebî” îkâzı anlayacak kadar izan sahibi olduğundan hemen toparlanır ve Nâbî’ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbî de “hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı.” cevabını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbî, bu ricaya bir sükûtla cevap verir ve konu kapanmış gibi olur.
Kâfile yola devam eder ve nihayet Sabah ezânı vaktinde Medine-i Münevvere’ye vâsıl olurlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebî müezzinlerinin bir na’at okuduğunu fark ederler. Dikkatle dinleyince hayretten donup kalırlar. Çünkü bu na’at Nâbî’nin birkaç saat önce inşâd ettiği na’attır.

Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbî ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları na’atın kimin olduğunu ve kimden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbî, ısrar eder. Bu na’atı kendisinin inşad ettiğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir. “Senin ismin Nâbî mi? Diye sorar şaire…”Evet” cevabını alınca ellerine kapanır ve  hadiseyi şöylece beyan eder: “Bu gece Allah Resûlü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir, beni ziyârete geliyor. Bu zâtın bana büyük muhabbeti vardır. Bu aşkını ifade için şöyle bir na’at yazmıştır. Siz, bu na’atı bu sabah minârelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun"

Bu muhteşem manzûme günümüz Türkçesi ile biraz yavan da olsa şu şekilde ifâde edilebilir :

Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın makâmı olan bu yerde edebsizlikden sakın!

Gökyüzündeki hilâl, O’nun “Selâm Kapısı”nın yüreği yaralı âşığıdır. Güneş de aydınlık ve ışığın kaynağı olan O’nun nûrunun kandilidir.

Burası görünüşte Allah’ın Habîbi’nin istirahatgâhıdır ama fazîlet bakımından Cenâb-ı Kibriyâ’nın arşıından da yücedir.

Bu mübârek toprağın ışığından yokluk karanlığı sona erdi ve varlık âlemi, yokluktan iki gözünü onun sürmesiyle açdı.

Ey Nâbî, bu dergâha edebe riâyet ile gir, zîrâ, burası meleklerin etrafında tavaf ettiği, peygamberlerin hürmetle öptüğü bir makamdır.
Tarîk-i Uşşâkiyye meşâyihinden Hazmi Efendi Hazretlerinin şu tahmîsi de pek güzeldir :

 Fuâdı kâinâtın belde-i mu'cîz-nüvâdır bu
Semâ-paye harem-gâh-ı "Resûl-i Müctebâ"dır bu
Harîm-i 'arz-ı cennet ravza-i "Hayrü'l-Verâ"dır bu
Sakın terk-i edebden kûy-i "Mahbûb-i Hudâ"dır bu
Nazar-gâh-ı ilâhîdir "Makâm-ı Mustafâ"dır bu

Bu dergâh-ı mu'allâya tevessül eyleyen sâil
Bulur her derdine dermân olur maksûduna nâil
Esâtin-i hikem cümle bu hükme oldular kâil
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i 'adem zâil
'Amâdan açdı mevcûdât dü çesmin tûtiyâdır bu

'Uyûn-ârâ-yı 'âlem tûtiyâ na'leyn-i hâkidir
Bu hadrâ kubbede mahfûz o nûrun cism-i pâkidir
Bütün envâr-i 'âlem 'aks-i nûr-i tâb-nâkidir
Felekde mâh-ı nev "Bâbu's Selâm"ın sîne-çâkidir
Onun kandîlidir hûr matla'-i nûr u ziyâdır bu

Müraccahdır bu hâkin her gubârı kadr u kıymetde
Cilâ-bahş-ı 'uyûn olmakda iksîre meziyyetde
Bu cây-ı dil-küşânın bir nazîri yok fazîletde
"Habîb-i Kibriyâ"nın hâb-gâhıdır hakîkatde 
Tefevvuk-gerde-i 'arş-ı "Cenâb-ı Kibriyâ"dır bu

Ziyâsı pertev-efşândır bu hâkin mihr ile mâhe
Eder âşıklann da'vet serây-i "lî me'allah"e
Yüzün sür sen de ey Hazmî bu dergâh-ı felek-câhe
Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâhe
Metâf-ı kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu

Son devrin en mümtâz hâfız ve mûsıkîşinaslarından Hâfız Kâni Karaca bu tahmisi bir mevlid meclisinde bir kasîde olarak okumuş, ama ne okumuş! Maalesef kaydın baş tarafında biraz eksiklik var ama yine de bu kayıt arşivimizdeki en kıymetli kayıtlardan biridir :

Nâbî merhûmun bu ibretli hikâyesini ilk defa Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinden dinlemişdim. Efendi Hazretleri, İRŞAD adlı eserinde, İmâm-ı A'zam Hazretlerinin ravza-i peygamberî ziyâretindeki edebini de şöyle anlatıyorlar : 
Hazret-i İmâm-ı A'zam, Ravza-i Nebî'ye vardığında. kırk gün ravzanın kapısından içeriye bakmış ve dışarıda namaz kılmış. Kırk birinci gün, yine kapıdan baktıktan sonra, Huzûr-ı Nebî'ye ve Şebeke-i Resûl'e yüz sürmüş. Kendisine bu hareketinin sebebini soran talebelerine : "Kırk gün, bana işaret ve davet olunmadığı için huzura varamadım. Ancak kırk birinci günü emr-i Peygamberî ile Ravza'ya vararak, şebeke-i Resûl'e yüz sürdüm" buyurmuşdur. İmâm-ı A'zam gibi bir zât-ı muhteremin kırk gün huzûra varamayışının sebebi, Resûlullah'a karşı olan edebindendir. Da'vet-i Resûl'ün kendisine teveccühü, Resûlullah indindeki fazîletinin işâretidir. Kendisine Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizden da'vet gelmedikçe, kendi kendisine huzûra girmeye ruhsat verememişdir. Zîrâ Huzûr-u Nebî'de edeb lâzımdır.
Tâ ezelden rûh-i kudse nûr-i Sübhân'dır edeb
Nisbet-i zât-ı muallâ feyz-ı Rahmân'dır edeb
Saff-ı lâhûtîlerin tertîbine yektâ nizâm
Serteser temyîz için düstûr-i Yezdân'dır edeb


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder