Sultânü'l-enbiyâ, Burhânü'l-asfiyâ, Habîb-i Hudâ, Şefî'-i rûz-i cezâ Hazretleri bir gün oturmuş mahzûn, mahzûn, mükedder, mahşerin şiddeti, kabrin vahşeti, cehennemin nârı ve olacak hâdisâtı düşünerek müteessirmiş. Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri habîbinin mahzûn, mükedder olduğuna tahammül eder mi? Etmez. Hemen dört melâikeyi yani Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil ayleyhimüsselâmı Peygamber'e göndermiş. Dördü de gelmiş. "Yâ Resûlallah, neye üzüldüğünüzü biliyoruz. Ama sen kalbini hiç mahzûn kılma. Zîrâ yarın kıyâmet gününde, kıyâmetin şiddet ve dehşetinde, sana bir salavât-ı şerîfe veren ümmetinin kolundan ben tutacağım ve sırâtı yıldırım gibi geçireceğim" demiş Cebrâil aleyhisselâm, "Onun için üzülme" demiş. Hazret-i Mikâil aleyhisselâm da, "Yâ Nebiyallah, hiç üzülme mahşer günü için, senin ümmetinden sana bir defa aşk ile salavât-ı şerîfe getiren bir kimsenin ben de kolundan tutacağım, onu mahşerin şiddet ve dehşetinden kurtarıp arşın gölgesine götüreceğim" demiş.
Bunlar müjde şimdi. Çünkü Ramazan'ın evveli rahmet, ortası mağfiret, âhiri müjde, ıtkun mine'n-nâr.
Üçüncüsü, İsrâfil aleyhisselâm demiş ki, "Yâ Nebiyallah, hiç mahzûn, mükedder olma, sana salavât-ı şerîfe veren ümmetini, nâr-ı cehennemden de ben kurtaracağım" demiş. En mühimi, Hazret-i Melekü'l-mevt gelmişi, "Yâ Resûlallah, aşk u şevk ile sana bir salavât-ı şerîfe veren mü'minin rûhunu ervâh-ı enbiyânın rûhu gibi kabzedeceğim" demiş Melekü'l-Mevt.
Onun için haydi bakalım şimdi Peygamber'e salavât okuyalım beraberce.
Allâhümme salli ve sellim ve bârik 'alâ seyyidinâ Muhammedin ve 'alâ âlihî 'adede in‘âmillâhi’l-kerîmi ve ifdâlihî. Allâhümme salli ve sellim ve bârik 'alâ mürşidinâ Muhammedin ve 'alâ âlihî 'adede in‘âmillâhi’l-kerîmi ve ifdâlihî. Allâhümme salli ve sellim ve bârik 'alâ şemsidduhâ Muhammedin ve 'alâ âlihî 'adede kemâlillâhi ve kemâ yelîku bi kemâlihî. Allâhümme salli ve sellim ve bârik 'alâ bedriddücâ Muhammedin ve 'alâ âlihî 'adede kemâlillâhi ve kemâ yelîku bi kemâlihî. Allâhümme salli ve sellim ve bârik 'alâ nûrülhüdâ Muhammedin ve 'alâ âlihî 'adede kemâlillâhi ve kemâ yelîku bi kemâlihî.
Allahümme salli 'alâ seyyidinâ Muhammedin mahtelefe'l-melevân ve te'âkabe'l-'asarân ve kerrera'l-cedîdân vestakbele'l-ferkadân ve belliğ rûhahû ve ervâha ehl-i beytihî minne't-tahiyyete ve's-selam ve bârik ve sellim 'aleyhi kesîran kesîran kesîrâ.
Bu salavât-ı şerîfeler, otuz beş bin salavât yerine kâimdir, bu okuduğum salavât-ı şerîfeler. Otuz beş bin defa salavât verirse bir adam. Bu salavâtı bir defa verirse, otuz beş bin salavât yerine kâimdir bu okuduğumuz.
Şimdi biraz salavât-ı şerîfe bahsinden bir şeyler konuşacağız, sonra gideriz yavaş yavaş.
Adamcağızın birisi Kabetullah'ı tavâf ediyormuş, her tavâf etdikçe, Resûl-i Ekrem'e salavât okuyormuş. Halbuki tavâfın her şavtında duâlar ayrı ayrıdır. Allâme-i cihân olsan, önüne bir Arap çocuğu geçer senin, Kabe'yi tavâf etdirir. Bunda da büyük işâret vardır, efendime söyleyim remz vardır, simge vardır, simge. Bunda bir simge vardır. Bayezid-i Bistâmî Hazretleri de bakıyormuş oradan. Bu adam delikanlı bir çocuk, hep salavât getiriyor, başka duâ okumuyor. Allahümme salli âlâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Allahümme salli âlâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Allahümme salli âlâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Tavâf bitmiş. Yedi şavt, bir tavâfdır. Çağırmış Hazret-i Şeyh yanına. Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, evliyâullahın en büyüklerinden. Demiş, "Evlâdım, tavâfın her rüknünde bir duâsı vardır bunun, bunu bilmiyorsan sana öğreteyim ben. Sen her rükünde salavât verdin" demiş. "Hayır efendim, bilirim" demiş. "Niye salavât veriyorsun?". "Başıma bir iş geldi, bu iş geldiğinden dolayı, ben ahd etdim, bundan böyle duâ etmeyeceğim, hep Resûl-i Ekrem'e salavât vereceğim" demiş. "Ne geldi başına?". "Biz Horasanlıyız" demiş, "bir kâfile kalkdı Horasan'dan, geldik Kûfe'ye" demiş "hacca geliyorduk, bir yerde babam öldü, babamın yüzü domuz oldu" demiş. Hacı efendinin, hacı namzedi. "Domuz oldu yüzü" demiş.
Hazret-i Peygamber'in ümmetine nesh yokdur ama, bazen olur böyle yüz senede, elli senede bir defa ibret olsun diye. Benî İsrâil'de böyle kavmin hepsi domuz oluyordu birdenbire, hepsi birden maymun olabilirdi. Kur`ân-ı Kerîm'de var hâ! "كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَۚ kûnû kıradeten hâsiîn", bak âyet-i kerîme. Ümmet-i Muhammed'e de böyle, elli senede, yüz senede, iki yüz senede bir defa nesh olur, ibret olsun diye.
"Babamın yüzü domuz oldu" diyor. "Başıma bir felâket geldi, kime söyleyim ben şimdi, babamın ölümüne mi yanayım, babamın bu şekilde bir musÎbete uğradığına mı yanayım. Söylesem, târihe ibret olacağım. Herkes diyecek ki, bunun babasının yüzü domuz olduydu".
İnsanlar dünyâda yalnız yaşamıyorlar ki şerefleriyle yaşarlar. Meselâ sen kendini düşünmesen bile evlâdını düşüneceksin. Sen kötü bir adam olursan, senin çocuğun ne kadar iyi olursa olsun, derler ki, "Bu hırsızın çocuğu" derler. Bak, babasının yapdığı kötülük oğlunun üzerine damga olur. Piçin ne kabahati var? Piç kendi mi yapdı? Yok. Annesinin zânî olduğu, babasının zânî olduğu, çocuğa piç demekle gösteriliyor. Onun için babanın yapdığı, ananın yapdığı kötülükler çocukların yüzünü kara eder. Onun için ana baba olmak kolay iş değildir. Meselâ bazı sanatlar vardır, o sanatlardan insan çok para kazanır ama çocuğuna o damgayı vurdurursun sonra. Felâket olur o, rezâlet olur, kepâzelik olur. Çok para kazanırsın. Bazı işin maaşı azdır ama iffetli işdir o. Her yere gitdiğin vakitde alnın böyle yukarıda gidersin, nereye gitsen. Onun için öyle ölçülmez, maaşın azlığı çokluğu, iffetle, şerefle ölçülür.
Efendime söyleyim, "O aralık" diyor, "düşündüm, başladım ağlamaya, düşünüyorum" diyor, "birdenbire çadırın kapısı açıldı, arkasına kadar, içeriye nûrlu bir zât girdi. Arkasından da nûrlu insanlar girdiler. Süratle geldi ve babamın yatdığı yerin üzerinden örtüyü kaldırdı ve mübârek elleriyle babamın yüzünden böyle tutdu, tâ ayağına kadar böyle okşadı babamı. Ve babam eskisinden daha güzel oldu. Hemen ben kalkdım, ayaklarına kapandım o zâtın. 'Siz kimsiniz, bu ne büyük bir iltifât, büyük lutufdur, kimsiniz bana bildirin lütfen?'. 'Ben sizin peygamberinizim dedi. Her gün baban bana salavât-ı şerîfe okurdu, yüz salavât okurd bana. Bugün melek geldi, salavâtı getirmedi, bu kötü haberi getirdi. Babanın bir suçu vardı o suçdan dolayı Allah böyle yapdı. Fakat onun imdâdına, şefâatine yetişdim' dedi. Onun için ahd ü peymân eyledim, bundan böyle duâ etmeyeceğim, Resûl'e salavât getireceğim" dedi.
Bir kıssa daha.
Bir kadın geldi Hasenü'l-Basrî'ye. Dedi, "Yâ Hasenü'l-Basrî, kızım öldü görmek istiyorum, hiç bunun çâresi yok mu maneviyyâtda?" dedi.
Hasenü'l-Basrî bizim başımızdır. "Her kim bu tarîka girdi Hasenü'l-Basrî'ye irdi" diyor bak orada şiirde var. "Her seher okunur virdi Seyyid Yahyâ'dır pîrimiz". Şiirde. Bu Hasenü'l-Basrî meselesi çok mühim ama şimdi vakit dar olduğu için anlatmayacağım. Geçiyoruz öyle. Bu Hasenü'l-Basrî, ufaklığında Efendimiz'in evinde büyümüş. Hasenü'l-Basrî Hazretlerinin annesi, Ümmü Seleme'ye hizmet etmiş, Peygamberimizin âilesine, annemize yani. Hattâ Resûl-i Ekrem'in süt bardağından süt içmiş Hasenü'l-Basrî küçükken. Hayru't-tâbiîn, tâbiînin hayırlısı. İki tâne var. Birisi Üveys el-Karanî, birisi Hasenü'l-Basrî.
"Yâ İmâm, kızım öldü, ciğerim yanıyor. Bir çâresi yok mu göreyim âhiret âleminden bir şey". "Hanım sen bu işi görme" demiş "iyi değil bu, doğru bir şey değil". "Yok ille sen bana bir çâre bul. Çünkü Kur`ân'da, "lâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn", yaş kuru ne ararsan Kur`ân'da var. Evvel âhir bütün ilim Kur`ân'da. Ama sen bilmiyorsun, ben bilmiyorum, başka. Ama var Kur`ân-ı Kerîm'de. Efendime söyleyim, öyle deyince Hazret-i Şeyh demiş ki, "Sen Cumartesiyi Pazara bağlayan gece şu sûre-i celîleyi yedi defa oku, şu kadar salavât-ı şerîfe oku, dünyâ kelâmı konuşma, Yatsıdan sonra yat. Hakk Teâlâ memûldür ki senin kızını sana göstere".
Fakat bazı şeyler var efendiler, insan onu bilmekden bilmemesi hayırlıdır. Bazen gaflet hayırlı olur. Meselâ şimdi kabirlerde olan hâdiseleri biz bilsek, hiç gülemeyiz bir daha dünyâda, bir taşı bir taşın üzerine koyamazsın. Haberimiz yok, kabirlerin üst tarafına bakıyoruz, çiçeklik, türbeler, güzel bağlık bahçelik filan devâm ediyor böyle. Altından haberimiz yok. Altından bir haber olsa felâket! Oooo, altdan biri bağırıyor, "Ben doktordum derdime çâre bulamadım, birçok hastayı dolandırdım, şimdi burada hastalığı biz çekiyoruz" diyor, avaz avaz. Neler! Neler var, bağıran bağırana. Kimisi diyor, "Ben pâdişah idim, devletimi, milletimi adâletle idâre etmedim, şimdi sefîl ve rezîl oldum burda" diyor, ağlayıp duruyor, o taşın altında. Neler! Hepimiz oraya gideceğiz. Onun için herkes öyle şeyi kaldıramaz.
Ricâ etmiş kadın, Hazret-i Şeyh öğretdi ona gönderdi. O gece yatmış, görmüş kızını. Görmüş ama fenâ. Kız kıvrım kıvrım kıvranıyor azâb-ı kabir içerisinde yani ateş olmuş kabir. Görünce kadın onu öyle, kalkmış ağlaya ağlaya Hazret-i Şeyh'e gelmiş ağlayarak, "Aman Şeyh Efendi, bir çâresi yok mu bunun, kızım benim azâbda". "Ben sana demedim mi görme diye. İyi değil görmen, doğru değil demedim mi ben sana". "Aman ben etdim sen etme".
Benim de başıma iş geldi böyle. Bir kumadan geldi askerliğimde, ben imamdım, hastahâne imamıydım. "Ölüyü açacağız" dedi, oğlu ölmüşdü, açacaksın ölüyü" dedi bana. Ben dedim ki, "Ben açmam ölüyü". "Ben" dedi, "harb görmüş adamım" dedi, "binlerce ölü gördüm ben" dedi, "açacaksın, oğlumu göreceğim" dedi. "Doğru değil" dedim. Gitdi ordudan kağıt getirdi bana. Açdık bu sefer adam aklını kaçırdı, oğlunu görünce. Üç saat içerisine gözler patlamış, bir acâib bir şey olmuş cenâze. Ben de şaşırdım. "Sen bunu gömdükden sonra bekledin mi benim oğlumu?" dedi. "Beklemedim" dedim. "Beklemen lâzımdı" dedi, "bunu diri gömmüşsünüz siz buraya" dedi. Dedim, "Beyefendi, on altı tâne doktor bunun hakkında rapor verdi, öldü diye" dedim. "Hattâ yıkamayın bunu dediler' dedim, 'ben Allah'dan korkarak bunu ne yapdım, yıkattırdım" dedim filan. "Sana ben bir kürek vururum, oğlunun yanına seni yatırırım buraya" dedim, "kimse yok bu dağ başında". Çünkü korkutayım da aklı başına gelsin filan diye. Allah muhâfaza buyursun, azâb-ı ilâhîye mi dûçâr oldu ne oldu adamcağız. Felâket bir şey oldu, üç saat içerisinde. Gözler böyle patlamış. Bir acâib bir şey olmuş. Dişleri buradan böyle çıkmış. Bu diş buraya uzar mı buraya kadar böyle, öküz boynuzu gibi, buraya kadar böyle. Acâib bir şey, Allah muhâfaza buyursun. Efendime söyleyim, neyse, geçelim uzun hikâye. Onu anlatırsam top patlar burada.
"Şimdi ne yapacağız?". "Yapılacak iş şu. Kur`ân oku, rûhu için hayır hasenât yap".
Çünkü Allahu Teâlâ bunu Ümmet-i Muhammed'e bahşeylemiş, dirilerin yapdığı duâ ile ölülerin azâbı kalkar. Bu, Ümmet-i Muhammed'e verilmiş bu. Başka ümmetlerde yok, Benî İsrâil'de yok bu. Bizim duâmızla, dirilerin duâsıyla ölülerin azâbı kalkıyor.
"Duâ et, hayır hasenât yap, rûhu için". İki akşam sonra Hazret-i Şeyh görmüş. Bir kız, başında murassa bir taç, şâirler hayâle getiremez, lisânlar söyleyemez, kalemler yazamaz, böyle bir şey. Dedi, "Hangi peygamberin âilesisiniz?" dedi, ona sordu, "hangi peygamberin kızısınız?" dedi. Dedi, "Ben peygamber kızı değilim. Peygamber âilesi de değilim". "Ya sen kimsin?". "Sana gelen bir kadın vardı ya", "Evet", "o kadının ben kızıyım". "E o kadının kızı azâbdaymış". "Azâbdaydık" dedi, "bir zât geldi buraya, kabristanın önünde durdu, Resûl-i Ekrem'e on defa salavât okudu. Allah o on salavât hürmetine, burada yatan beş yüz küsur kabir azâbı gören kimseler vardı, hepsinin azâbı nimeti tahvîl olundu".
Onun için şimdi, bunu niye anlatıyoruz, hikâye diye anlatmıyoruz. Sabahleyin kalkdığın vakitde, mutlakâ hemen abdestini al, iki rekat namazını kıl, Ramazan'dan hâriç. Ramazan'a mahsûs değil müslümanlık. Güzel, bu da bir îmân alâmeti, hiç şübhe yok ama sakın hâ! Cenâb-ı Hakk'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet edeceksin. Abdestini al, sabahleyin yüz defa "lâ ilâhe illallah" de. Her meşrû işine Besmele'yle başla, "Bismillahirrahmânirrahîm" de. Sonra Peygamberimize salât ü selâm oku. Gideceğin yer orası. Elli sene, kırk sene, altmış sene sonra, mal, mülk, dünyâ, hepsini bırakacaksın, tek başına gideceksin oraya, götürecekler, tıkacaklar içeriye. Onu düşün, o günü!
Şimdi, dinle bakayım, bir tâne daha anlatacağım. Ondan sonra gideceğiz. Sekizi on geçiyor, yirmi geçe biter, top da yolda patlar.
Adamın birisi, duâ edermiş, bir zavallı. Bir adam batmış, tüccar adam. Nâmuslu adam, tüccar, başına felâket gelmiş.
Bir akşamda insan felâket olur. Zelîl azîz, azîz zelîl olur. Akşam başvekil, sabahleyin götürürler, takarlar kelepçeyi götürürler. Akşam başvekildi. Akşam reisicumhurdu, sabahleyin tabuta koyarlar, götürürler. Azrâil gelir götürür. Hiç güvenmek yok, Allah'dan başkasına.
Şimdi, o adamcağız, borçlu kalmış, nâmuslu adam. "Yâ Rabbi elimden mülkümü aldın, malımı da aldın, iyi güzel ama, borçlu kaldım ben, iffetli insanım ben, biliyorsun benim hâlimi Yâ Rabbi, ben nasıl çıkarım halkın huzûruna. Bana ihsân u inâyet buyur". Yüz altın borcu kalmış. Yüz altın lira. Bugünkü parayla kaç para yapıyor hesâbı yap. "Aman Yâ Rabbi yüz altın bana" diye yalvarıyor, yakarıyor filan. O gece bir rüyâ görüyor. Rüyâsında Cenâb-ı Peygamber'i görüyor, sallallahu aleyhi vesellem.
Efendim, bunu da söylemeden geçmeyeceğim. Kusura bakmayın, affedin beni. Peygamber'i sakallı gör, saklasız gör filan, hep Peygamber'dir o. Senin noksanlığındır o, sakalsız görürsen Peygamber'i. Resûl-i Ekrem öyle buyurmuş, ve kâle'n-nebiyyü sallallahu aşeyhi vesellem, "men reânî fi'l-menâmi fekad reânî, beni gören beni görmüşdür" diyor Peygamber.
Şimdi, görmüş adam. Demiş, "Ne istiyorsun bakayım sen?" demiş. "Yâ Resûlallah yüz altına ihtiyâcım var, iffetliyim ben, çıkamam sokaklara. Ben felâket oldum, başıma iş geldi" filan. "Git Hekimoğlu Ali Paşa'ya".
Hekimoğlu Ali Paşa nerede bakayım? Câmisi var burada, sadrazam. Cerrahpaşa'da.
"Git Hekimoğlu Ali Paşa'ya, benden selâm götür kendisine, sana yüz altın versin" demiş Efendimiz. "Yâ Resûlallah, ben bunu söylerim ama o beni yalanlar" demiş. "Yalanlarsa de ki" demiş, "bende bürhan var, şâhidim var, tanığım var, nedir, sen her akşam yüz salavât okurmuşsun Peygamber'e, dün akşam okumamışsın de, tanığım bu". "Peki öyleyse", gitmiş adam, girmiş huzûr-ı sadrazama. "Nedir, ne istiyorsun?" demiş. "Resûl-i Ekrem'in size selâmı var". "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh, evet?". "Bana yüz altın vereceksiniz". "Nee?". "Resûl-i Ekrem'in selâmı var size, yüz altın bana vereceksiniz". "Aleykümselam, güzel ama, Peygamber beni görmüyor da seni niye görüyor?" demiş. "Sana görünüyor, bana görünse, bin altın vereyim ben" demiş. Yaaa! Demiş, "Paşa Hazretleri, ben aynı şeyi Peygamber'e söyledim, Yâ Resûlallah beni yalanlar bu zât dedim, o bana tanık verdi, şâhid verdi, işâret verdi". "Nedir o?". "Sen her gece Peygamber'e yüz salavât okurmuşsun, dün akşam okumamışsın". "Neee!" dedi Paşa. Hakîkaten de öyle, tamam. "Bir daha söyle bakayım". "Resûl-i Ekrem'in sana selâmı var, bana yüz altın vereceksin". "Aleykümselam, bir daha söyle". "Peygamber'in selâmı var, bana yüz altın vereceksin". "Aleykümselam, bir daha söyle". "Resûl-i Ekrem'in selâmı var, yüz altın vereceksin". Yedi sekiz defa oldu böyle, adam alay ediyor zannetdi Paşa'yı. Alay ediyor zannetdi. "Paşa Hazretleri" dedi, "benimle alay etmeyin, ben fukarâyım, yaralıyım" dedi. "Yok evlâdım, seninle alay etmedim" dedi, "her selâmına yüz altın vereceğim ben sana" dedi, "her selâmına Resûlullah'ın". Dokuz yüz altın verdi kendisine, "Götür, borcunu öde" dedi. Eğer devâm etseydik, kaç selam verirsen, Peygamber'in selâmını, o kadar yüz altın verecekdim sana" dedi, "burada kesdin işi" dedi.Lillahi'l-Fâtiha!
Cenâb-ı Allah,bizleri Resûlüne(SAV) layık eylesin.
YanıtlaSil