Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Dergâh-ı Şerîf'deki bir sohbetlerinde buyurdular ki :
"Arabistan'a giden herkes bir vav getiriyor Türkiye'ye". Vav, yaaa, vav. Neyse onu okuyacaksın, taklid yapdığın vakitde, namaz olmaz.
Bir zât dese ki, "Hocaefendi, sen namazı uzatıyorsun" dese, hocaefendi de o zât namaza durduğu vakit, namazı kısa kıldırsa, mürâî olur, namazı olmaz. İmamın işine hiç karışılmayacak.
İmam efendi, şaşırdı, arkadan birisi feth etdi, söyledi, imam da onun fethine kulak vermedi, feth edenin namazı bozulur. "Yâhu Kur`ân okudu", bozulur. Yeniden tekbir alması lâzım, iktidâ etmesi lâzımdır imama. Karışmayacaksın imamın işine.
Meselâ beşinci rekata kalkarsa imam, kalkmazsın, oturursun. Üçe kalkarsa, yani ikide oturmayıp kalkarsa, sen de kalkacaksın beraber, uyarsın. Fakat dörtden beşe imam kalksa, sen kalkmayacaksın. Üçde otursa, oturup, o selâm verse, sen vermeyip, kalkıp dördü ikmâl edip selâm vereceksin. Öyle kolay iş değil.
Hazret-i İmâm-ı Azam'a sormuşlar, demiş ki, "İmâmetden ata biner dört nala kaçarım" demiş. İmâmet meselesi, imâmet meselesi. İmâm, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin vasîsi oluyor ve yerine kâim oluyor. Malûm ya ilk imâm, Efendimiz, imâmü'l-mürselîn. Halkı Allah'a takdîm ediyor mihrâba geçip. Ve ondan sonra gelen halîfe-i müslimîn, ne yapdı Peygamber'e halîfe olanlar, onunla aynı şeyi yapdılar. İmamlar da onların nâibleridirler, imâmete geçen kişiler. Onun için iyi bilecekler fıkhı, mesâil-i fıkhiyyeyi. Ufak bir şey işi alt üst eder.
İmâmete geçdiğin vakitde, bildiğin yeri okuyacaksın. Sana hafız demesinler ziyânı yok, bildiğin yeri oku. Allahu Teâlâ Kur'an'da "فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ fakraû mâ teyessere mine'l-Ku`rân" diyor, "Kur`ân'dan neresi kolay geliyorsa orayı okuyun" diyor.
Ters okunmaz, meselâ ilk rekatda "kul hüvallah", ikinci rekatda "innâ a'taynâ" okumak mekrûhdur. Kerahat-i tahrimiyye ile. İlk rekatda "innâ a'taynâ", sonra "kul hüvallah" okunur. İlk rekatda "izâ câe" okumuşsun, ikinci rekatda "kul hüvallah" okunmaz, mekrûhdur, kerahat-i tahrimiyye ile. "Kul eûzü bi rabbi'l felak" okuyabilirsin. İki sûre atlayacaksın. "İzâ câe"den sonra ya "tebbet" okuyacaksın yâhud "kul eûzu bi rabbi'l-felak" okuyacaksın. Bir sûre atlarsan mekrûhdur. Kerâhat-i tahrîmiyye vardır. Sûre okurken bir âyet atlarsan, mekrûhdur. Üç âyet atlarsan sûrede, o vakit câiz olur. Üç âyet atlarsan. O da, ibtidâ ve intihâ meselelerine çok dikkat etmen lâzım. Meselâ "zeheballah" deyip rukûya eğilemezsin. "Zeheballah" dedin mi, "Allah gitdi" olur o. "Zeheballahu bi nûrihim" dedikden sonra rükû edebilir adam.
"Rabbenâ leke'l-hamt" dese bir adam, namazı fâsid olur. "Dal" mahreci verecek. "Hamt" ateş yakmak manâsınadır. Hamd, Allah'a hamd etmekdir. Yani rüku, sücûd, ibâdet etmek manâsınadır. "Te" olmayacak. "Rabbenâ leke'l-hamd".
"Eaallahuekber" dese namaz gitdi. Niye? Çünkü istifham olur, "Allah büyük mü?" diye soruyor müezzin. İmam da "Allahuekber" diyor, "Allah büyük" diye cevâb veriyor müezzine. Orada hemze uzadı mı böyle, o vakit, ne olur o, istifham olur. "Allah büyük mü?" diye sorar. "Allahuekber" başka, "Eaallahuekber" başka. "Eaallahuekber" dedi mi, o vakit "Allah mı büyük?", o mana çıkar Arapça'da.
"Rabbenâ leke'l-hamd", "Dal" mahreci verecek. Halbuki hep "te" veriyorlar. "Rabbenâ leke'l-hamt". Ateş yakmak ma'nâsınadır o.
"Semiallahü limen hamide", "Semialla hülümen" değil, "hülümen" değil, "hülümen" değil! "Semiallahü limen hamide" diye mahrec verilecek. "Allahuekber". "Allahuekber". "Allahuekber".
Sonra tekbîrleri, secdelerdeki ve rükû tekbîrleri ve kâide-i uhrâ ve teşehhüd tekbîrlerini sesle cemâate haber verecek, oturulacak mı kalkılacak mı diye. Îkazlı olacak. Meselâ, "Allaaaahüekber", oturma tekbîridir o. "Allahuekber", kalkma tekbîridir. Bazısı oturma tekbîrinde, kalkma tekbîri verince, millet hepsi birden ayaklanıyorlar.
Ramazandı, Bayezid Camisinde İdris Efendi namaz kıldırıyor, meşhûr Ayasofya İmâmı, Allah rahmet eylesin. Çok severdim, iyi bir insandı o. Ehl-i cennet, saf, temiz. Hâfızlardan temiz bir insandı o. Hocaefendi lafzatullahlara basar, "vALLÂHu gafûru'r-rahim" diye basar böyle, "innALLÂHe gafûru'r-rahîm" filan diye böyle. O namaz kıldırırken biz de arkada müezzinlik yapıyoruz, o vakit gencim ben. Hocaefendi "vALLÂHu" deyince, arka saflar hepsi birden rükûya eğildiler. "Allahuekber" anladılar. Berbat bir şey oldu, ön taraf ayakda, arka taraf rükûda. Hoca "Allahuekber" dedi, bu sefer arka taraf kalkdı, ön taraf indi aşağı doğru. Caminin içi karmakarışık oldu. Biz güldük namazın içinde, çekildik. Allah rahmet eylesin, başmüezzin, o aldı tekbîri, gülmedi. Biz genciz o vakit, şimdi gülmem ben öyle şeylere. Sonuna kadar müezzinliği o yapdı, başmüezzin. Biz o vakit delikanlıydık, güldük. Karmakarışık oldu câminin içerisi böyle. Ön taraf yatıyor, arka taraf kalkıyor filan böyle karmankarışık. Onun için imam efendi, cemaate anlatacak, yani "oturacağız" "kalkıyoruz", bu da tekbîrle olacak.
Meselâ bugün İkindi namazında Bayezid Câmisinde olan hâdisât. Müezzinin sesi işitilmiyor imamın sesinden. Niyâzi Efendi alabildiğine bağırıyor, müezzinin sesi kayboluyor imamın sesinin arasında. İkindi namazında bugün. Olmayacak, imam efendi bağıramaz. Çok bağırmaya gelmez, yellenebilir imam. Kubbede gümbürtü olur. Çok bağırmaya gelmez. İshal olursa donuna kaçırabilir. Çok bağırmayacak imam. "Allâhüekber" dedi mi müezzine bırakacak gerisini, müezzin yapacak ikmâl edecek onu, müezzinin tekbîri ayrı. O müezzinle yarış etdi bugün Niyâzî Efendi, sellemehullah.
Bana da kırılmıiş gâlibâ biraz. Neyse bugün ben ona laf atdım, barışdık. "Ramazan'ın mübârek olsun" dedim. Kırıldığının sebebi de, şadırvana kağıt asmış, "Su alınmaz" diye. Su vermiyorlar. Dedim, "Yâhu Yezid suyu men ede, kim etdi bu suyu men?". Şimdi, su lâzım olsa, abdest mi alınacak, su mu alınacak? Su alınacak. Abdest alınmaz. Abdest yerine teyemmüm edersin. Abdestli adam susuz duramaz. Ama abdestsiz teyemmümle namaz kılabilir bir adam. Su bulamadığınız vakitde, Cenâb-ı Hakk, "Teyemmüm edeceksiniz" diyor. Ama su olmayınca ne içeceksin ulan! Teyemmümle su içilmez ki. Al bardağı kuru kuruya, teyemmüm eder gibi, olmaz böyle bir şey. Öyleyse ne oluyor? Su vermek mühim.
Namaz kılıyorsun, birisi oradan un götürüyor, un çuvalının dibi delinmiş, akıyor aşağı doğru. Namazı mı kılacaksın, haber mi vereceksin adama, un çuvalı delindi, dökülüyor diye. Haber vereceksin.
Söyledik orada, yakışık almaz dedik. Yazmış, "Su alınmaz" diye. Alsın ne var. Ne alacak oradan adam su, bu su sıkıntısında. Bir kova su alacak. Müezzine dedim, "Hocaefendi'ye söyle, kağıdı kaldırsın oradan, yakışmıyor" dedim. Bu hayrât suyui herkes alsın, içsin. Kâfir de içsin. Allahu Teâlâ, kâfirin suyunu mu kesiyor, ekmeğini mi kesdi kâinâtda? Zât-ı ulûhiyyetini inkâr eden kâfir istifâde etmiyor mu sofra-i ilâhiyyeden? Herkes istifâde ediyor, herkes yiyor, herkes içiyor. Sen niye men ediyorsun? Böyle söyledik, gâliba hoca ondan kırılmış bana, beni görmezden geliyor. Eskiden benimle iyi konuşuyordu. Hep beni görmezden geliyor filan, farkındayım ben. Bugün "Ramazân-ı Şerîf hayır olsun" filan dedim. Deyince, geri döndü, "Ramazan mübârek olsun" dedi, barışdık. Halbuki benim sözüm ona ne kadar istifâdeli bir söz söyledim ama bilmedi.
Asıl kızılması lâzım gelen yeri söylemem lâzım gelirken, duyuramadım onu. Geçen sen Kurban Bayramı arefesiydi, Cuma'yı onlarda kıldım ben, neden nasıl olduysa bilmiyorum. Kurban Bayramı yakındı yani. Geçen Kurban mı daha evvelsi Kurban Bayramı mıydı, öyle bir şeydi. Hazret-i Peygamber, almış eline kurbanın boynuzunu, "Yâ Fâtıme" demiş, "ikimize de bu kurbanın boynuzu şefâat edecek" demiş. Onu söyledi. Müftü fenâ hâlde kızmış, orada bir müftü vardı. Ben söyleyince müftü başladı ağlamaya. Kurbanın boynuzu, Peygamber'le Hazret-i Fâtıme'ye şefâat edecekmiş. "Yâ Fâtıme" demiş, "bu kurbanın boynuzu var ya bu bize, ikimize de şefâat edecek" demiş. Ulan Resûl-i Ekrem kim, Fâtımetü'z-Zehrâ kim, kurban ne, kurbanın boynuzu ne! Fesübhânallah! Deli mi bunlar be!
Bir gün de Fâtih Câmisine gitidm, orada da bir imam çıkdı hutbeye. "Yâ Fâtıme", Cenâb-ı Peygamber söylüyor, "Yâ Fâtıme! Ben de seni kurtaramam". Bunu söyledi, kim söyledi biliyor musun, İsmet Paşa söyledi, Adnan Menderes'e. Bu söz söylendi. İsmet Paşa söyledi, Adnan Menderes'e söylemişdi. "Yâ Fâtıme! Ben de seni kurtaramam" demiş. "Yevm-i kıyâmetde, bütün enbiyâ bana muhtâc" diyor, "benim sancağım altında toplanacaklar, hepsi bana muhtâc, şefâat-i kübrâ bana verilmişdir, benim sözümle açılacak mahkeme-i kübrâ" diyor Peygamber. "Yâ Fâtıme! Seni ben kurtaramam". Kimin elinden, eşkiyâ elinden mi? Rahmân ve Rahîm olan ve Resûl-i Ekrem'e karşı aşkı olan Allah'dan kurtaramayacak Fâtıme'yi! "وَلَسَوْفَ يُعْط۪يكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰىۜ ve le sevfe yu'tîke fe terdâ" da, Peygamber'in elinde bir hüccet. Rahmeten-lil-âlemîn olması da bir hüccet. "Efendim, Buhârî'de yazıyor". İster Buhârî yazsın, Semerkandî yazsın isterse, mesele değil. Allah'ın gadabı, gadab-ı ilâhî hakdır, gerçekdir ama kime karşı?
Hıristiyanlar Allahu Teâlâ'yı tenzih ederler intikam almasından filan. Bize göre, "اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍۜ innallahe azîzün zü'ntikâm". Allah intikâm sâhibidir. İntikâm alır Allah, Kur`ân-ı Kerîm'in beyânına göre, azâb eder. Dikkat edilirse esmâlara, esmâların ekserîsi cemâldir, kemâldir, cemâldir. Celâl azdır. Yani gadab-ı ilâhî. Böyle olmasına rağmen, bizimkiler de hep gadab-ı ilâhîyi almışlardır, bizim hocaefendiler, hep ondan bahsederler. Yakar, yıkar, fırıncı gibi, kafasına damın odunu vurur, kazığa oturtur, dişlerini kırar. Onlar hep güzellik tarafını alırlar Cenâb-ı Hakk'ın. Bizimkiler de hep korku tarafını alıyorlar böyle bu şekilde filan. Halbuki öyle değil. Esmâlara bakarsak, bakr er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Müheymin, bak hep al bu şekilde, hep cemâl ve kemâl sıfatları Cenâb-ı Hakk'ın.
Bir müsteşrik geldi, dedi ki bana, "Siz müslümanlar" dedi, "Allah'ı kabîle reisi gibi biliyorlar" dedi. Estağfirullahe'l-azîm ve etûbu ileyh.
Hattâ ashâb-ı kirâm gülüşüyorlarmış, böyle konuşuyorlarmış bizim gibi, Efendimiz gelmiş onun üzerine, demiş, "Nedir, böyle gülüp oynuyorsunuz?" demiş, "önünüzde azâb-ı ilâhî varken, âhiret varken, cehennem varken, ne gülüyorsunuz, niye gülüşüyorsunuz?" demiş. "Nârdan necât mı buldunuz da gülüyorsunuz?" demiş, "Nedir bu gülüşmeniz bu şekilde?" demiş ashâba. Ashâb hepsi mahzûn olmuşlar, bu söz üzerine, herkes. Hemen Cebrâil nâzil olmuş, "nebbi' ibâdî inni ene'l-gafûru'r-rahîm, Habîbim Muhammed, söyle kullarıma, korkutma onları o şekilde, ben gafûru'r-rahîmim, haber ver kullarıma" buyurmuş.
Ben dedim ki ona cevâben, o müsteşrike, "Müslümanlar, Allah'ı kabîle reisi gibi bilmiyorlar, kabîle reisleri kendilerini Allah etmeye çalışıyorlar" dedim. Hiç işitmemiş böyle şey, tersine döndü. İçini dışına çevirdim herifin, öyle gitdi. Hâlâ gidiyor.
Rahmet çok mühim. Diyor ki, Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu husûsâtda diyor ki, Ramazân'ın evvelinde, yani sülüs-i evvelinde, mü'minler oruca alışkın olmadıkları için, baş ağrısı, bel ağrısı, sersemlik, böyle bir takım zahmetler çekerler açlıkdan dolayı ki hepimizce malûm, oruca alışılmamış daha. İşte bu hâldeyken Cenâb-ı Hakk, o kula merhamet nazarıyla nazar edermiş, merhametiyle nazar edermiş. "Kulum benim sözümü dinledi, yemeği içmeği terk etdi, ciğeri susuzlukdan kavruldu, açlıkdan başı ağrıdı, şekeri şöyle oldu, diğer hastalığı böyle oldu fakat ne yapdı, benim rızâmı kazanmak için orucunu tutdu. O vakit ona merhametle nazar edermiş Cenâb-ı Hakk. Öyle olunca da ne yapıyor, mağfiret ediyor. Mağfiret edince, günahlardan soyuyor. Soyunca cehennemden âzâd ediyor. İş onunla da bırakılmıyor. Ne kadar günahı varsa sevâba kalb ediyor. "يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ yübeddilullahe seyyiâtihim hasenât". Seyyiât hasenâta tebdîl olunur, tahvîl olunur. Tuzlaya gömülen eşek gibi. Tuzlaya ölü eşeği gömersen, bir sene sonra açarsın, tuz olur o. Günah da, günahın ne kadar çok olursa olsun, oruçla sevâba tahvîl olunuyor.
Onun için işin evveli rahmet. Allah bir kuluna rahmet nazarıyla nazar ederse bir daha onu nâra koymazmış. Elhamdülillah. Mağfiret ediyor, affediyor. Sonra da nârından âzâd etmesiyle, bir daha ateşe koymuyor onu. Zâten anasından doğduğu gibi oluyor. "Men sâme ramazâne îmânen vahtisâben gufire lehû mâ tekaddeme min zenbih". Râvîsi Ebâ Hureyre, diğer sahâbeler de var. "Bir kimse sevâbını Allah'dan ümîd ederek oruç tutarsa, bu kimsenin geçmiş günahları affolur" diyor. Gene, "Sâimin cezâsı benim indimdedir" diyor Allah. Oruç tutanın mükâfâtını ben vereceğim, bana âid diyor. Söylemiyor, şunu vereceğim bunu vereceğim diye. Ben biliyorum diyor. "Ene eczî bih". Onu ben mükâfâtlandıracağım diyor Cenâb-ı Hakk.
Oruç meselesi böyle ama oruç üç kısım. Bir oruç var ki bizim tutduğumuz oruç gibi, yemek içmekden kendimiz men' etmek bir de cinsî münasebetden kendimizi korumak. Bu avâm orucu. Bir oruç var, yemek içmekden ve cinsî münâsebetden kendisini koruduğu gibi, gözünü hıyânetden kulağını kötü söz dinlemekden, lisânını gıybetden ve kalb kırmakdan men' etmek, ayaklarıyla hayırlı yerlere gitmek, elleriyle hayırlı işler yapmak, böyle yaparak diğer a'zâ ve cevârihine de oruç tutdurmak. Gene bir oruç var, bu da yemek içmekden kendini men' etmek, cinsî münâsebetden kendini korumak ve aynı zamanda bu yedi a'zâya oruç tutdurduktan sonra, kalbinde Allah muhabbetinden, Allah rızâsından gayrı hiç bir şeyi Allah'dan taleb etmemek. Ne cennet, ne cehennem. Zâten oruç cehenneme kalkandır. "Es-savm cünne". Cünne, kalkan demekdir. Cehenneme perdedir yani kalkandır oruç. Oruç tutan bir mü'min de kalbinde Hakk rızâsından gayrı bir şey ümîd etmeyecek. Yani ücretli iş yapmayacak. İşçi değiliz biz, hele dervîşler. Ücret beklemeyecek yani karşılığında cennet beklemek ya da cehennemden çekinmek yok. Biz kulluğumuzu yaparız, O da Allahlığını yapar. Kabûl eder, etmez, O'nun şânına âiddir o. Bize düşen vazîfe, kulluk yapmakdır. Biz kulluk yaparız yaparız, bin sene oruç tutarız, alnımız yerlerde çürür, dizlerimiz yerlerde çürür, devenin dizleri gibi olur, kalkar Allah bizi nâra koyar. Koyar. İstediği gibi yapar. O'nundur mülk çünkü. Cenâb-ı Hakk'a bu şekilde kulluk yapmakla mükellefiz biz. Ne cenneti ümîd, ne nârdan korku. Sırf Allah rızâsı. "Rabbim kulum demezse", ondan kork. Cenneti filan bekleme, Hakk Teâlâ kulum derse senin için cennet işte. Öyle bileceğiz.
Ama Cenâb-ı Hakk'ın gene müjdesi var, "A'mâl-i sâliha icrâ edenlere cenneti vereceğim" diyor. "إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ innellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ve ekâmüs salâte ve âtevüz zekâte lehüm ecrühüm 'inde rabbihim felâ havfün 'aleyhim velâhüm yahzenûn". A'mâl-i sâliha icrâ edenlere Allah'ın va'di var. Allah va'dinden dönmez, va'îdinden döner. Va'îd, korkutucu, korkutmak. Va'd, ahdetmek, vermeyi ahdetmek, vaad etmek. Allah ahdinden dönmez, ahdetdiğinden, fakat va'îdinden döner. Korkutur, yakarım der yakmaz, döverim der dövmez, affediverir. İyi ki öyle yapmış. Nasıl yapdıysa öyle güzeldir. Beğenmezsek, fi'l-i ilâhîyi beğenmemek olur sonra. Nasıl yapdıysa öyle güzel.
Dün akşam ben bir ma'nâ gördüm. İnanır mısınız benim söyleyeceğim söze? İnanırsınız tabii. Cenâb-ı Hakk dün akşam bana cennetde vereceği bir hûriyi gösterdi. Bizim hanım da var işin içerisinde. Dedim "Eyvah! Bizim hanım bunu görürse kıskanır" diyorum ben. "Ama bunu Allah verdiği için kıskanmaması lâzım gelir" filan. Ne dille tarif olur, ne kalemle yazılır.
Bir kitâbda gördüm de, Dâvûd-i Tâî Hazretlerinin rüyâsı var. "Ramazân'ın ilk gecesiydi bir ma'na gördüm" diyor. "Terâvihden sonra yatım azıcık uzandım, yorulmuşdum" diyor. "Bir takım insanlar gördüm, bir takım kadınlar gördüm, gâyetle neşeli, giyinmişler ve tezyînâtla kendilerini süslemişler, diller tarîf edemez" diyor. "Kimsiniz diye sordum. Cennet hûrileriyiz dediler" diyor. "Ve bana Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah dediler" diyor. "Hangi peygamberin hûrilerisiniz diye sordum" diyor. "Yooook" demişler, "Yâ Dâvûd, biz peygamber hûrisi değiliz", demişler. "Onlarınkiler daha hasnâ müstesnâ". "Ya siz kimsiniz?". "Oruç tutan mü'minlere verilecek olan hûrileriz biz" demişler.
Dâvûd-i Tâî Hazretleri. Malûm ya, Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemî, Dâvûd-i Tâî, Marûf-i Kerhî, Süreyr-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, şecerede böyle geliyor. Dâvûd-i Tâî'yi görmüşler, görünce, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" demişler. "Hepsinin alnında tevhîd yazılıydı" diyor. "Allah bizi oruç tutan mü'minlere hazırladı, biz peygamberlere verilen hûri değiliz, onlar daha a'lâ" demişler.
Hakîkaten Hazret-i Şeyh öyle söylemiş, hakîkaten ben de gördüm dün akşam. Bir tâne gördüm. Görülmemiş bir şey canım, hâlâ gözümün önünde duruyor. Fesübhânallah! Acîb! İnsan cinsinden, insan cinsinden ama acâib. Meselâ saçları var, saçları altun yaldız gibi. Gözleri elâ göz, acâib, etrafındaki kirpikleri filan, tarifi mümkün değil. Fesübhânallah! Yaaa! Hepinize inşâallah be! Hepinize inşâallah. Vallahi billahi böyle. Fesübhânallah! "وَحُورٌ ع۪ينٌۙ* كَاَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ۬ الْمَكْنُونِۚ *جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ve hûrun 'în, ke emsâli'l-lü'lüi'l-meknûn, cezâen bimâ kânû ya'melûn". Sûre-i Vâkıa'da var. "İpleri kopmuş inci tâneleri gibi" diyor Cenâb-ı Hakk. Gözünün önüne getir süsü, onun gibi diyor. Gözleri inci rengi gibi. Acâib bir şey. Meselâ o öyle olunca a'mâ gözü gibi olur değil mi? Beyaz. Öyle değil. Tarîfi mümkün değil.
www.muzafferozak.com
Elhamdülillahi Rabbilalemin 🌷 🌷 🌷
YanıtlaSilAllahım.. Kalbimize doğanları muradına uygun eyle. Bizi nefsimizin tuzaklarına düşürme. İlahi takdirine rıza, emirlerine teslimiyet nasip eyle.. Amin.. 🌹🤲🏻
YanıtlaSil