Aynülkudât Hemedânî Hazretleri Zübdetü'l-Hakâyık'ında buyuruyorlar ki :
Sanki sen zayıf aklınla bizim, "Âhiret işleri, ne mahsûs ile, ne de makûl ile münâsebeti vardır" sözümüzü yalanlamaya yelteniyor ve diyorsun ki, “Sizin bu sözünüzün bâtıl oluşuna şâhid olarak aklın katî bir şekilde ortaya koyduğu, 'Mevcûd, makûl ve mahsûs olmak üzere ikiye ayrılır' hükmü yeterlidir. Şâyet âhiret işleri mevcûd ise, onların mahsûs ve makûl olmadığını söylemek nasıl câiz olur?". Bu neseleyi açıklayıncaya kadar şimdi senin güzel bir şekilde sabretmen gerekir. Sonra kendine dönüp insâf ile yeniden düşün, tâ ki sağdan soldan duyduklarına inanmak sûretiyle bu sözlere itiraz etme cehâletinden vazgeçesin.
Bilmiş ol ki, kör bir insanın nezdinde de mevcûdâtın tamâmı, mahsûs ve makûl diye iki kısma ayrıldığı gibi, yine kadîm ve hâdis, sebeb ve sonuç, eksik ve tam gibi pek çok açıdan taksîmâta tâbi tutulmuşdur. Bununla birlikte, köre "Renklerin mahsûs ve makûlle münâsebeti yokdur" dersek, bu kaziyye ancak dört duyu ile hissedilen şeyleri kasd etdiğimiz zaman doğru olur. Kör ise bizim bu sözümüzü yalanlar ve der ki, "Mevcûdâtın tamâmı, mahûs ve makûl diye hasredilmiş iken, nasıl olur da renk, mevcûd olmasına rağmen, mahsûs ve makûl olmaz?". Onun bu yalanlaması, hissedilir şeyleri yalnız dört duyuya hasretmesine dayanır.
"Âhiret işlerinin mahsûs ve makûlle münâsebeti yokdur" dediğimizde câhillerin bunu yalanlaması da böyledir. Onların yalanlaması, hissedilir şeyleri beş duyu ile sınırlandırmalarına dayanır. Oysa bu, doğru değildir. Mevcûdâtın tamâmının hislerin ve aklın idrâkiyle sınırlandırılması da doğru değildir. Aklın idrâk etmekden âciz kaldığı nice şeyler vardır. Akıl, derin konuları idrâk etmekden âciz kaldığında vehim gibi olur. Bu da vehmin idrâk etdiği her şeyin doğru olmadığını göstermez.
Aynı şekilde, göz, hissedilir şeyleri idrâk eder ve onlar hakkındaki hükmü doğru ve yanlış olmak üzere iki türlüdür. Meselâ gözün "Şu parça bu mikdardadır” şeklindeki bir hükmü doğru iken onun "Güneşin büyüklüğü, kalkanın büyüklüğü kadardır, yıldızların büyüklüğü altın sikke kadardır" hükmü de yanlış bir hükümdür. Yanlış hükümler, gözün yakını idrâk etdiği gibi uzağı idrâk edememesinden kaynaklanır.
Aynı şekilde yakînen bilmen gerekir ki, aklın "Allahu Teâlâ mevcûddur, birdir, kadîmdir, yaratıcıdır" şeklindeki hükmü, katî olarak doğru bir hükümdür. Ama "Âhiret işleri de dâhil her mevcûdun idrâk edilmesi gerekir" şeklindeki hükmü ise kesinlikle yanlışdır.
Bundan sonra bilesin ki, güneşin gözden uzak oluşu gibi, saltanatı azîz olan Allah da akıl gözünden sonsuz derecede uzakdır. Uzaklığının sonsuzluğu ve işrâkının kemâlinden dolayı aklın onu idrâk etmesi imkânsızdır. Akıl gözünün O'nu idrâk etmeye olan nisbeti, yarasaların güneş ışığını idrâk etmeye olan nisbeti gibidir. Ârifin onu idrak etmeye olan nisbeti ise, insanın güneşin yuvarlaklığını idrâk etmeye olan nispeti gibidir. Güneş bakımından yarasanın varlığı tasavvuf edilmediği gibi, hakîkat bakımından da insanın varlığı tasavvur edilmez.
Hiç şübhe edilmeyen hakîkat şudur ki, kıyâmetin vakti Allah'a âiddir. "اِلَيْهِ يُرَدُّ عِلْمُ السَّاعَةِۜ". Kıyâmetin sırlarına dâir îmânın, körün renklere olan îmânı gibidir. Önce bir düşün! Kör olan birisi, renklere gayba îmân yoluyla îmân etdiğinde, onun diğer dört duyudan ve idrâk etdiklerinden kendini nasıl sıyırmalı ki, teşbih ve temsil olmadan gayba inanması düşünülebilsin. Ondan sonra kendinden bu misilli bir îmânı taleb et ki, gayba inanan bir mü'min ve âhirete yakîn derecesinde inanmış olasın. Nitekim Allahu Teâlâ böyleleri hakkında, "ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ * اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ * وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ" buyurmuşdur. Şâyet sen kendini böyle bir îmânla bezenmiş bulmuyorsan, muhakkak ki, Şeytan, gurûr yularını senin boynuna dolamışdır.
Şâyet taliblerden isen, gayba îmânın şartlarına dâir sana vazîfe olarak verdiğim husûsları iyice düşünmen ve birçok kez bunu tekrarlaman gerekir ki, gayba olan bu tasdîk, sende delîllere ihtiyâc duyurmayacak bir tabîat hâline gelsin. İşte o zaman, içine bir ferahlık ve havsalana bir genişlik verecek bir nûrun Allah'dan feyezânı için, bâtınında güçlü bir istidâd meydana gelir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur : "اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ". Şâyet gayba îmân husûsunda göğsünde bir genişleme olur ve daha önce benzerini müşâhede etmediğin bir nûr bâtınına feyezân ederse bil ki, bu, akıl ötesi tavırdan sonra zuhûr eden tavrın eserlerindendir. Bu durumda taleb husûsunda cehdini yüksek tut. Zîrâ bu gayret, maksada erişmende yeterli olur. Bu itibarla her kim taleb eder ve talebinde ciddiyet gösterirse maksadına erer.
Nitekim Allahu Teâlâ Dâvûd aleyhisselâma vahyetdi ki : "Ey Dâvûd, beni taleb eden, beni bulur. Benden başkasını taleb eden, beni bulamaz". Burhân yoluyla bu ifâdeden şu çıkar ki, Allah'ı taleb edenin, O'ndan başkasını taleb etmesi düşünülemez. Hazret-i Peygamber'in sallallahu aleyhi vesellem, "Her kim kapıyı ısrarla çalmaya devam ederse, kapının kendisine açılması umulur" hadîsi de bu hakîkate işâret eder.
Akıl ötesinde idrâk olunanlar, bir yönüyle şöyle taksîm edilir. Bir, evveliyâtın akla nisbeti gibi olanlar. İki, ancak evveliyyâtla idrâk olunan derin ve nazarî meselelerin akla nisbeti gibi olanlar. Bu kaziyyenin, idrâki, güç ve elde edilmesi zordur. Bu yüzden bunu elde etmek için tamahkârlık gösterme! Gaybı tasdîk etdiğin gibi onu da tasdîk etmeye çalış. Umulur ki, Allah ona zevk ile ulaşmayı sana nasîb eder ve dinleme yoluyla idrâk etmekden müstağnî olursun.
Akıl ötesi sahanın müdrekâtı, ilm-i temyîzî ve insan aklı için bir sırdır. Nitekim gözün idrâki de koku duyusu için, vehmin idrâki hayâl ve hâfıza kuvveti için, dokunma hissinin idrâki, işitme ve tat duyusu için, evveliyyât da tüm duyular için sırdır. Bunun tahkki şöyledir. Gizlilik ve aleniyyet, iki izâfî isimdir. Bazen bir şey her hangi bir müdrik için gizli iken başka bir mürdrik için alenî olur. Evveliyyât akıl için alenî iken duyular için gizlidir. Şerîat dilinde ve sôfîlerin dillerinde sır adı verilen şeylerin çoğu insan aklı için sır olduğu gibi, harflere ve seslere göre de sırdır. İfâde edilmesi düşünülemeyen her şey, ifâde açısından bir sırdır. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bundan dolayı "Kaderden söz açılırsa susun" demişdir. Yani kader, kelâm-ı beşerî ve nutk-ı insânî için bir sırdır, aslâ ifâde edilemez.Sehl-i Tüsterî bu yüzden "Muhâlifin yanında kaderden söz açmak, bidatdir" demişdir. Bu faslı iyi tahkîk et. Zîrâ ileride buna ihtiyâcın olacak.
Âhiret işlerinin tamâmı insan ilmi için bir sırdır. Dünyâda bulunup, vehmin esâretinden ve hayâlin yanıltmasından sıyrılamamış bir kimsenin onları ihâta etmesi aslâ düşünülemez. Kâfirlerin "وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ" şeklindeki sözü, cevâblanması imkânsız olan bir şeyi sormakdır. Çünkü kıyâmetin kopması, göz açıp kapamak gibi ya da ondan daha yakın bir şey olduğu gibi "ne vakit" ifâdesi de zamâna dâir bir soru olduğu için, soruyu sorana cevâb vermek imkânsız olur. Bu durum, doğuşdan bir köre renkli şeyleri anlatdığımız zaman onun, "Bu şeyleri nasıl tadarız ve nasıl koklarız?" demesine benzer. Bu konuda şunu söylememiz doğru olur. Görülen şeyleri bilmek, görenler içindir. Şâyet bu kimse vasfını anlatdığımız şeyin manâsına dâir mukâyese yoluyla bir şeyler hayâl ederse, mutlakâ hatâya düşecekdir. O hâlde, kâfirler, "مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ" dediklerinde, "Bunun bilgisi Allah katındadır" demek en doğru cevâb olacakdır. Her kim Hakk'a rücû eder ve O'nun katında haşrolursa, o vakit zarûrî olarak kıyâmetin hakîkatini bilmiş olur. Zîrâ o artık Allah katındadır. "وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِۚ".
Öyleyse zarûrî olarak, Seyyidü'l-Evvelîn ve'l-Âhirîn Efendimizin bildirdiği gibi, "Yeryüzünde lâ ilâhe illallâh diyen bir kimse olduğu müddteçe kıyâmet kopmaz". Hâlâ yeryüzünde olan bir kimse henüz Allah'ın huzûrunda haşrolmuş değildir. Şu hâlde bir kimse, "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ" âyetine mazhar olursa onun kıyâmeti kopmuşdur. Mücrimlerin hâli de, "وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُوا رُؤُ۫سِهِمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ " âyetiyle beyân olunmuşdur. Çünkü kıyâmet onlar için kâim olmuş, onlar dahi artok Rableri katına varmışlardır. İşte o zaman, "Rabbimin katında gecelerim, O beni yedirir, içirir" diyen zâtın "Kıyâmet benimle şu iki parmak gibiyken peygamber olarak gönderildim, neredeyse o beni geçecekdi, fakat ben onu geçdim" sözüyle doğrulanır.
Bil ki, kıyâmet yer ve gök perdelerinin içindedir. Onun perdelere olan menzilesi, ceninin ana rahmine olan menzilesi gibidir. Bu yüzdendir ki, kıyâmet ancak, "اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَاۙ" ve semânın yarıldığı, yıldızların dağıldığı, güneşin dürüldüğü, dağların yürtüldüğü, gebe develerin salıverildiği, kabirlerde bulunanlar dışarı atıldığı ve kalblerde gizlenenler ortaya çıkarıldığı zaman kopacakdır. "يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ".
Şu hâlde sâlik yer ve gök perdelerinin dışında kaldığı müddetçe onun için kıyâmet kopmayacakdır. Kıyâmet ancak perdelerin içinde olur. Çünkü Allah perdelerin içindedir ve kıyâmetin bilgisi de O'nun nezdindedir. Hazret-i Peygamber'in, "Yeryüzünde lâ ilâhe illallâh diyen olduğu müddetçe kıyâmet kopmaz" sözünün manâsı şudur. Bir kişi perdelerin dışında kaldığı müddetçe onun ilmi için kıyâmet bir sırdır. Kişi sülûkünde bu perdeleri geçdiği ve Hakk indinde sürûr bulduğunda kıyâmetin sırrı onun için âşikâr olur.
Nebî olsun, velî olsun, bir kimsenin bu dünyâda Allah'ı görmesinin mümkün olmayışı bu sırdan dolayıdır. Resûlullah'ın O'nu görmesi ancak Mirâc Gecesi perdeleri geçdikten sonra olmuşdur. Hazret-i Mûsâ'ya, "وَاَنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۙ" denildiğinde, rü'yet talebinde bulunduğunda, "لَنْ تَرٰين۪ي" denilmişdir. Bilmen gerekir ki, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem nezdinde kıyâmetin alenî olması, ancak yer ve gök perdelerini geçip, onların içine nüfûz etdiğinde olmuşdur. Perdelerin dışındaki yerine geri geldiğinde, bu ilim, daha önce olduğu gibi, sır olmuşdur. Halbuki perdenşn verâsında bu ilim kendisi için alenî idi.
Kısaca sır, sır olması hasebiyle, dâimâ sır olduğu gibi alenî olan da, alenî olması hasebiyle, dâimâ alenîdir. Bu ikisi ancak sâlikin hâlindeki değişime bağlı olarak değişir. Bu gibi şeylere Allahu Teâlâ'nın şu sözüyle işâret edilmişdir : يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ * ف۪يمَ اَنْتَ مِنْ ذِكْرٰيهَاۜ. Yani Mirâc Gecesi kıyâmet sırrı sana alenî olduysa, hatırında kalan ve ilminde olan nedir?" diye soruyorlar.
Kim ki kıt aklıyla bu lafızlar üzerinde tasarrufda bulunmaya kalkarse, kendine zulmetmiş olur. Ey miskîn! Artık bu konularda yalanlamadan ve şübheye düşmekden vazgeç! Yoksa Allah'ın peygamberlere indirdiği şeyi inkâr etmiş olursun. Sen ve senin gibi körler olmasaydı Allah Resûlüne, "وَكَذَّبَ بِه۪ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّۜ" diye hitâb etmezdi.
Şu an yazının yarısına kadar geldim.Allak bullak oldum yine kimbilir-ne bilir,nasıl bilir-kaçıncı sefer ve bazı yazılarda bu durum daha fazla.Bunun üstüne de çok şey söylenir lâkin sükût böylesi durumda galiba daha iyi.Herkes birşeylere(iyi ya da kötü ve bunlarda kendi aralarında dereceli)vesile oluyor bu dünyâda.Böylesi bir güzelliğe vesile olmak da çok kıymetli ve çok sırlı.Kelâmın ruhunu hissettiren Allah'a hamdolsun!
YanıtlaSil"İşte o zaman, içine bir ferahlık ve havsalana bir genişlik verecek bir nûrun Allah'dan feyezânı için, bâtınında güçlü bir istidâd meydana gelir."
YanıtlaSilBunu istememek için ne olmak gerekiyor?Ya da bunu istemeyen nedir?
"Şâyet gayba îmân husûsunda göğsünde bir genişleme olur ve daha önce benzerini müşâhede etmediğin bir nûr bâtınına feyezân ederse bil ki, bu, akıl ötesi tavırdan sonra zuhûr eden tavrın eserlerindendir."
YanıtlaSilBir insân böyle bir gücü nasıl kaldırır?
Bu da ayrı bir tefekkür konusu...
"Allah'ı taleb edenin, O'ndan başkasını taleb etmesi düşünülemez."
YanıtlaSilMâsivadan sıyrılmak...ve tâlib olmak...
Yitiğimizi aldık...
YanıtlaSilSubhaneke lâ ilmelenâ ille mâ allemtenâ (inneke entel alimul hakîm).
YanıtlaSil