Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Envâru'l-Kulûb nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki :
Abbâsî halîfelerinden Hârun Reşid, hac dönüşü bir kaç gün Kûfe'de ikâmet etmişdi. Bu sırada bir gün yoldan geçerken birisinin "Yâ Hârun!" diye seslenerek, ismiyle kendisini çağırdığını duymuş, fevkalade sinirlenerek bu cür'etin kimin tarafından yapıldığını soruşturmağa başlamışdı. Ona, "Yâ emîre'l-mü'minîn, meczûb Behlûl'den gayrı zât-ı emâretpenâhîlerine kim bu şekilde hitâb edebilir?" dediler. Halîfe, bir mahfeye biner ve perdesini dâimâ kapalı bulundurur ve gerekdiğinde onun arkasından konuşurdu. Bu defa emretdi ve perdeyi kaldırdılar. Behlûl'ü yanına çağırtdı ve ona, "Bana ismimle nasıl hitâb edebilirsin? Sen, benim kim olduğumu biliyor musun?" dedi. Hazret-i Behlûl sükûnetle cevâb verdi ve aralarında şöyle bir konuşma geçdi :
- Evet, seni tanıyor ve kim olduğunu da biliyorum.Hârun Reşid, bu cevâb üzerine ağlamağa başladı ve sordu, "Yâ Behlûl, beni Allah ve Resûlüne lâyık ve hilâfete elyak buluyor musun?". Behlûl, hiç düşünmeden cevâb verdi, "Bunu bana neden soruyorsun", dedi, "kendini Kitâbullah'a ve sünnet-i Resulullah'a, senden önce gelmiş geçmiş hulefâ-yı râşidînin sîretlerine arzeyle ve kendin bir hükme var. Zîrâ Allahu Teâlâ kitâbında sana ve bana şöyle hitâb buyuruyor :
- Söyle bakalım ben kimim?
- Sen o kimsesin ki, bu yüce makâmda bulunduğun süre içinde, doğuda herhangi bir kimseye zulmedilse ve sen de o anda batıda bulunsan, Hakk Celle ve A'lâ kıyâmet günü o mazlûmun hakkını senden sorar.
İnne'l-ebrâra lefî na'îm ve inne'l-füccâra lefî cahîm.
(Hiç şübhesiz, ebrâr sınıfından olan sâlihler, müttakîler, Allah ve Resûlüne itâat edenler, cennetde ve ni'metlerdedirler. Günahkârlar ve suçlular ise, yakıcı bir ateşdedirler).
"Bu âyet-i kerîme, sana seni ve senin gerçek kimliğini gösterir. Ayrıca, sünnet-i seniyye-i Ahmediyye'ye de bak. Kendini Resûl-i Zî-şâna lâyık bir kimse olarak kabul edebiliyor musun? Hulefâ-yı râşidînin hâl ve ahvâllerine, o zevât-ı zevi'l-ihtirâmın durum ve tutumlarına, yaşayışlarına, hilâfet anlayışlarına bak. Adâletle hükmedip etmediğini anlarsın".
Hârun Reşid, sordu, "Yâ Behlûl, bütün amellerimin, ibâdet ve tâ'atimin taraf-ı ilâhîden kabûle şâyân olup olmadığını nasıl anlayabilirim?". Behlûl, bu soruya da şöyle cevâb verdi. "Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, zât-ı ulûhiyyetinden korkanların amellerini kabûl buyuracağını beyân ve ilân etmişdir. Kur'ân-ı Azîm'de şöyle buyurulmakdadır :
Kul innemâ yetekabbelü mine'l-müttakîn.
(Allahu Teâlâ, ancak müttakîlerin amellerini kabûl buyurur).
Fe izâ nüfiha fi's-sûri felâ ensâbe beynehüm yevmeizin velâ yetesâelûn.
(Sûr üflendiği zaman, o gün hısım ve akraba arasında kimsenin kimseye faydası dokunmaz. Birbirlerinin hallerini sormağa da imkân bulamazlar).
Hârun Reşid itirâz etdi, "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şefâati hakdır ve iki cihân serverinin ümmetine şefâat edeceği muhakkakdır" deyince Behlûl şu âyet-i kerîmeyi okudu :
Yevmeizin lâ tenfa'u'ş-şefâ'atü illâ men ezine lehü'r-rahmânü ve radıye lehû kavlâ.
(O gün, kimsenin şefâati aslâ fayda vermez. Meğer ki Allahu Teâlâ'nın kendisine şefâat etmek için izinv erdiği ve sözünden hoşnûd olduğu bir kimse olsun).
Hârun Reşid, Behlûl'ün cevâbları karşısında âciz kaldığını anlayınca, gönlünü almak için sordu, "Yâ Behlûl, benden bir isteğin var mı?" "Var yâ emîre'l-mü'minîn. Benim günahlarımı affet ve beni cennete koy". "Bu istediklerin benim elimde değil, ancak ve yalnız Rabbimin kudretindedir. Benden yapabileceğim bir şey dile. Meselâ duyduğuma göre borçların varmış, istersen onları ödeyebilirim". "Borç alınarak borç ödenmez. Halkdan zulümle aldıklarını yine halka ödemeğe çalış. Çünkü sen halka borçlusun. "Dilersen sana ölünceye kadar geçimini sağlayacak iâşe temin edeyim. Bununla ömrünün sonuna kadar rızıklanır, hiç olmazsa geçim sıkıntısı çekmezsin". "Yâ emîre'l-mü'minîn, Allahu Teâlâ, rızık bahsinde seni unutmaz da, beni unutur mu sanırsın?".
Efendi Hazretleri bu kıssayı nakletdikden sonra buyuruyorlar ki :
Ey Hakk'a tâlib ve cemâle râgıb olan âşıklar! Bazı insanlar vardır ki, onlar yalnız kendi nefisleri için hesâba çekilmekle kalmaz, fânî âlemde işgâl etdikleri mevki ve makâmdan dolayı da ayrıca kendilerinden hesâb sorulur. Mevki ve makâmını, sıfat ve salâhiyyetini kötüye kullanmayarak, adâletle idâre edenler, Kitâbullah'a ve sünnet-i seniyye-i Resûlullah'a ittibâ ve iktid3a edenler, kıyâmet gününün o dehşet ve vahşetini görmezler ve yukarıdanberi îzâha çalışdığımız gibi arşın gölgesinde ağırlanır ve safâ sürerler. Bunun aksine hareket edenler ise, o müdhiş günde korkunun her çeşidini tadar ve
sonunda da ebedî azâba lâyık ve müstehak olurlar.
Hiç duymadın mı, muteber kitâblarda okumadın mı, ResûI-i Zî-şân'ın kayın pederi olup dünyâda iken cennetle müjdelenen mutlu ve kutlu kişilerden Hazret-i Ömer ibnü'l-Hattâb radıyallahu anh, hilâfet makâmında bulunduğu sırada sık sık ağlar ve, "Âh nolaydı, keşke anam beni doğurmamış olsaydı" diye işgâl etdiği makâmın ne büyük bir yük olduğunu açıklardı. Âlem-i cemâle intikâl buyuracağı günlerde, yerine oğlu Abdullah'ı namzed göstermesini tavsiye edenlere verdiği cevâb ne kadar veciz ve ma'nâlıdır : "Bir evden, bir kurban yeter!".
Bir cemâatin, bir cemiyyetin ve hele bir milletin ve ülkenin sevk ve idâresini yüklenmek, gerçekden büyük bir yükdür. Böyle bir sorumluluğu üstlerine alanlar, derin derin düşünmelidirler. Bu ağır ma'nevî yükü, dünyâ hayâtında yalanla dolanla taşır gibi görünmek belki mümkün olur ama yarın mahkeme-i kübrâda, Allah'ın huzûrunda bunun hesâbını verebilmek sanıldığı kadar kolay değildir.
Biz, bu küçücük uyarmayı, âhirete ve kıyâmete inananlar için yapdık. Allah'a ve Resûlullah'a îmân eden ve gönül veren kimseler, bu safânın bir de cefâsı olacağını aslâ unutmamalıdırlar. Bir milleti ve devleti idâre kasdıyla iş başına gelenler, o yüksek makâmın câzibesine kapılır ve halkı zâlimlere ezdirirlerse, daha kötü bir ihtimâlle, görevlerini kötüye kullanarak şahsî menfaat sağlamaya yeltenirlerse, vazîfelerlni hakkıyla ve lâyıkıyla yapmazlar da, günlerini gün etmeğe çalışırlarsa, kıyâmet günü başlarına gelecekleri Kur'ân-ı Azîmü'l-Burhân hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kesin hükümlerle beyân, muhbir-i sâdık Efendimiz de olanca açıklığı ile ilân etmekdedir.
Devlet-i dehr ile olanlar mesrûr
İçleri harâbdır dışları ma'mûr
Sâfî dil olmayan sôfî-yi mağrûr
Çekdiği hâssa-i esmâyı bilmez
Bizler nelerden hesâba çekikeceğiz bakalım? Dağlar emânetin kabulünde korkmasalardıda ne yapsalardı?
YanıtlaSilİnsân emânetin ağırlığını hissedemediği her vâkit câhil ve zâlim!