Sayfalar

19 Haziran 2025 Perşembe

Allah Aşkı

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Envârü'l-Kulûb nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki :

Bir âşık-ı billâhın yanına murâî yani iki yüzlü bir dilenci geldi ve, "Allah aşkına bana biraz para ver" diye kendisini acındırarak yalvardı. Âşık-ı billâh olan zât-ı akdes, üzerinde ne kadar para ve kıymetli eşya varsa, hepsini o iki yüzlü dilenciye verdi ve o sahtekâr cebine doldurduğu paraları eliyle basdırarak ve kıs kıs gülerek oradan ayrıldı. Hazır bulunanlar, "Efendi Hazretleri, ne yapdınız?" dediler, "o iki yüzlü herif, belki Allahu Teâlâ'ya inanmayan îmânsız mürâînin biriydi. Sizi kandırıp paranızı alabilmek için Allahu Teâlâ'nın adını anarak para istedi. Siz de onun bu hîlesine aldandınız ve saf kalblilikle üzerinizdeki bütün parayı ve kıymetli eşyayı kendisine verdiniz". O zât-ı muhterem, kendilerine şu cevâbı verdi : "Beni kandırmak için Allah aşkına dediğinden dolayı, üzerimde neyim varsa hepsini verdim. Eğer tam bir ihlâs ile Allah aşkına deseydi, tereddüd etmeden canımı bile verirdim".
Es-salâ her kim gelir bâzâr-ı 'aşka es-salâ
Es-salâ her kim yanarsa nâr-ı 'aşka es-salâ

Es-salâ dâr-ı ene'l-Hakk'da bugün Mansûr olup
Cân u başından geçen berdâr-ı 'aşka es-salâ

İbn-i Edhem gibi tâc u tahtını terk eyleyüp
Soyunup abdâl olan hünkâr-ı 'aşka es-salâ

Kendini odlara atan şol Halîlullâh gibi
Cân u dilden bülbül-i gülzâr-ı 'aşka es-salâ

Varlığı dağın delüp Şîrîn iline yol açan
Ey Niyâzî söyle ol mi'mâr-ı 'aşka es-salâ

Allah aşkına neler terkedilmelidir, neler terkedilmişdir, haberin var mı? 

Mü'min olana lâzım olan aşk-ı Hudâ'dır
Âşıkın nesi vâr ise ma'şûka fedâdır

Onun için, âşık-ı billah olanlar, Allah yoluna herşeylerini fedâ etmişlerdir. Cân verilmeyince cânân bulunur mu? Sen cânından geçmeden cenânı arzularsın, zünnârını kesmeden îmânı arzularsın. Unutma ki, sofuya cennet ve âşıka dîdâr hazırlanmışdır.

Habîb-i Hudâ Şefî'-i Rûz-i Cezâ Efendimiz'den rivâyet olunmuşdur ki, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil aleyhisselâma hitâb buyurur, "Ey Cebrâil, ben şu kuluma muhabbet etdim, o kuluma sen de muhabbetini arz eyle ve onu sev". Cibrîl-i Emîn, bu hitâb-ı İzzet'e muhâtab olunca, o kula muhabbet eder ve semâ ehline de seslenir, "Ey ehl-i semâ! Vâcibül-Vücûd Hazretleri, şu kuluna muhabbet etmiş bulunduğundan, sizlerin de onu sevmeniz iktizâ eder". Bu îkâz ve ihtâr üzerine, bütün semâ ehli o kula muhabbetlerini arz eylerler. Böylesine bir iltifât-ı celîle mazhar olan kulda da muhabbet-i ilâhi eserlerinin zâhir olması zarûrî olduğundan, o kul dünyâ âleminde ve yeryüzünde, toprak üstünde iken muhib ve mahbûb olur, o kulun kalbinde muhabbetullah buIundukça kâinata mahbûb görünür.

Ancak aşka düşenin hâlini âşık olanlar bir nebze bilirler. Âşıkların hâllerini ise hakkıyla ancak Allahu Teâlâ bilir. Ne var ki, Allah Azze ve Celle aşka tâlib olmayınca, kul aşka tâlib olamaz. Âşık olunacak mahbûb da ancak O'dur. Dost da ancak O'dur. Ve O'ndan gayrı dayanacak ve güvenecek yokdur. Firar O'nadır, rücû yine O'nadır. Lutuf, kerem ve ihsân O'ndadır ve O'ndandır. O, bu âlemi aşk ve muhabbet üzere halk ve îcâd eylemişdir. Gizli hazînesini, aşkı ve muhabbeti üzerine döküp saçmışdır. Bütün mahlûkatı da muhabbeti üzere halk ve îcâd buyurmuşdur. Onun için âşıkları pervâne gibi aşk ateşine yanmışdır. 

Ey benim dîn kardeşim ve Hakk yoldaşım!

Sen de aşk-ı ilâhî ateşine yan ki, ma'şûk-ı hakîkîye erişesin. Hakk ile her dem buluşasın, cemâl-i lâ-yezâli müşâhede edesin, Rabbinle tenhâlarda konuşasın, kesretde vahdet ve vahdetde kesret makâmına ulaşasın. Âşıklar, aşk-ı ilâhî ile âb-ı hayât-ı câvidânîyi bu âlemden içerler. Hakk uğruna, Hakk için, bu âlemden baş ve candan, cennet ve rıdvândan geçerler. Bu makâmlardan geçenler, makâmın sâhibine erişmişlerdir. Sana şahdamarından daha yakın olan Allahu Teâlâ Hazretlerine, ancak aşk ve muhabbetle erişilebilir. Bu cihâna gelmekden asıl murâd da, işte budur. Bu yola da ancak ve yalnız ma'bûdunun ve mahbûbunun habîbi olan ve Allah'ın en sevgili kulu bulunan Hazret-i Muhammed Mustafâ sallallahu teâlâ aleyhi ve selleme ittibâ etmek sâyesinde girilebilir. Kur'an-ı Kerîm'e ittibâ ise, mahbûbun hidâyeti iledir.

Zîrâ mahbûb-ı hakîkî olan Allahu Zü'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri, dilediği kulunu hidâyete ve dilediği kulunu dalâlete iletir. Bu hidâyetin tâmmı ve tamâmı, Habîb-i Edîb-i Kibriyâ Efendimiz'dir. Dalâletin tâmmı ve tamâmı ve remzi de İblîs ve ona tâbi olan nefisdir. Şeytan'a tâbi olan, nefsine tâbi olmuş olur. Allahu Teâlâ'ya tâbi olan da Resûl-i Kibriyâ'ya tâbi olur. Bu iki yoldan birisinin sonu cennet ve rıdvân ve rızâ-yı Rahmân'dır. Diğeri de, cehennem, ikâb, azâb ve de dereke-i nîrândır. Cennete varan ve dîdâr-ı ilâhîye eren yol, Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'nın yoludur. Azâba ve ikâba varan yol ise Şeytan'ın yolu olan tarîk-i dalâletdir. Dalâlet yolunda olanlar, bu âlemde yalnız yemek ve içmek, gülüp eğlenmek, tûl-i emel peşinde koşmak, olmadık hayallerle uğraşmakla meşgûl olurlar ki, bu sıfatlar Kitâbullah'da zemmedilen kötü ve çirkin hâllerdir. Niçin yaratıldığını bir türlü anlayamayan, Hakk'a sırt çeviren ve  hilkatlerinin aslını anlamak istemeyen kafirler ve fâsıklardır. 

Cennete varan ve dîdâra eren yolda yürüyenler ise, bu âlemde yaşamak için, kulluk görevlerini hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirebilecek kuvveti kazanmak için helâlinden yiyenler ve helâlinden içenlerdir. Hakk için, Hakk nâmına gülen ve yine Hakk için, Hakk nâmına ağlayan, hayatlarını ve sayılı nefeslerini Hakk'ı zikrederek, verdiği nimetlere şükrederek, kudret ve azametini fikrederek geçirenlerdir ki, Hakk'a âşık olduklarından daha bu âlemden cennete girer, rızâya ve dîdâra erer ve mazhar-ı zât olurlar.

Âşıkların ve sâdıkların mazhar oldukları bu üstün ve yüce rütbe ve makâmları göremeyen, aslında her birisi bakar kör olan kafirler ve gâfiller, yarın vukûu muhakkak ve mukadder olan âhiret ve ebediyyet âleminde, mü'min ve muvahhidlerin erişdikleri rütbe ve mertebeleri görüp anlayınca, ne kadar yanıldıklarını ve aldandıklarını fark edecekler ve çok hayıflanacaklardır ama, ne yazık ki iş işden geçmiş olacakdır ve bu yakınmaları onlara hiçbir yarar sağlamayacakdır. Onlar, akl-ı maâşlarının tezvirlerine aldanmış, bu dünyânın geçici ziynetlerine kanmış ve Allahu Teâlâ'dan gâfil olmuşlardır. 
Ne var ki, islâmiyyeti yalnız namazdan ve oruçdan ibâret sayan ve sananlar da, aşk-ı ilâhîden ve muhabbet-i peygamberîden nasîbleri olmayan bahtsızlardır ki, âşıkların ve sâdıkların erdikleri muhabbet cennetine bakarak mazhar-ı dîdâr olduklarını anlayınca, pek çok hayıflanacaklardır ama ne fayda!

Namaz, oruç, hac ve zekat, islâmın rükünlerinden ve şartlarındandır. Özellikle Kelime-i Şehâdet'in cehennemden âzâd olunmağa sebeb teşkil etdiği muhakkakdır. Fakat unutmamalıdır ki, sofular cennetde kaldılar ve âşıklar ise dîdâra erdiler. Binâenaleyh, cennetde kalanlar, dîdâra erenleri görünce, "Âh n'olaydı, aşk-ı ilâhîden bize de bir zerre isâbet etseydi" diye yakınarak orada aşka tâlib olacaklardır ama, maalesef dîdâra mazhar olamayacaklardır. Cennetin yolu, Allahu Teâlâ'ya kulluk, cemâlin ve dîdârın yolu ise Allah ve Resûlüne aşk ve muhabbetdir. Ancak bu sırra orada vâsıl ve vâkıf olmanın faydası olmayacakdır. Allah ve Resûlüne aşk ve muhabbet, îmânın kemâlidir. Mü'minlere muhabbet ise îmândandır. Her zaman, her yerde, her ân ve mekânda, her iş ve davranışda Hakk'ın bizleri gördüğünü bilmek ve bunu hiçbir zaman unutmamak, biz O'nu göremesek bile, O'nun bizi gördüğüne îmân etmek, en büyük îkân ve ihsândır ki, keyfiyyet mefhar-ı âlem ve güzîde-i benî-âdem, sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin hadîs-i şerîfleriyle sâbitdir.

İslâm, Allahu Teâlâ'ya teslîmiyyet, Allah ve Resûlüne îmân ise bu teslîmiyyetin esâsıdır. İslâm, bu işin zâhiri, îmân ise bâtınıdır. İhsân ise, bu alışverişin meyvesidir. Îmân ve  islâmı kabul etdikleri hâlde, îkân ve ihsâna varamayanlar ise, elbette dîdâra da eremezler. Îmân, cennetin bedeli, îmân ile islâm cennet derecesi, ihsân da dîdâr-ı Rahmân'ın remzidir. Bu sırrı ancak Allahu Teâlâ'ya âşık olanlar kavrayabilirler. Bu lezzeti, ancak Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'ya gönül verenler tadabilirler. 

Cevizin kabuğunu, cevizin içi niyetine yiyenler, elbette aldanmışlardır. Ama cevizin içini yiyebilmek için dış kabuğunun acısını tadanlar, en sonunda cevizin içini de yiyebilirler, maksûdlarına vâsıl olurlar. Bu nimetler ancak tevfîk-i rabbânî ve kerem-i sübhânî ile mümkündür. Seni ve beni dilediği gibi halk edenin, seni ve beni istediği yerde ve işte kullanmak gücüne sâhib bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Dâimâ ona şükretmeli, itâatde ve ibâdetde dâim olmalı, yolunda kâim bulunmalı ve sırât-ı müstakîmden hiç ayrılmamalıdır. Rücû, yine O'nadır, bütün yarattıkları fânî, o bakîdir. O 'na doğru aşk ile şevk ile koşmalı, rızâsına ulaşmalıdır. O, yürüyene koşarak geldiğini ilân ve beyân etmişdir. O'na âşık olanlara ölüm yokdur, olum vardır. O'na âşık olanlar, gözlerden kaybolurlar ama gönüllerden çıkarılamazlar, hiçbir zaman unutulmaz ve unutturulmazlar, gönüllerde taht kurup sultân olurlar. Nice mülk sultânları terler içinde hesap verirlerken, gönül sultânları arşın gölgesinde ve Livâ-i Hamd'in sâyesinde rahat edeceklerdir. Nice mülk sultanları azarlanırlarken, gönül sultânları iltifât-ı rabbâniyyeye mazhar olacaklardır. Nice mülk sultânları, yerlerde sürünürlerken, gönül sultânları "Fî mak'adı sıdk"a yükseleceklerdir. Nice mülk sultânları zebânîlere teslîm edilirlerken, gönül sultânları firdevs-i a'lâda ve civâr-ı Mustafâ'da iskân olunacaklardır. Nice mülk sultânları cehennem azâbını tadarlarken, gönül sultânları alemlerin Rabbi'nin cemâl-i bâ-kemalini müşâhede ile mest ü hayrân kalacaklardır.

Aşk, öyle bir burakdır ki, ona binmek bahtiyarlığına erenler "fe kâne kâbe kavseyn"den hisselerini alırlar. Aşk, bir refrefdir ki ona binenler vâsıl-ı dîdâr olurlar. Rabbiyle nâz ü niyâz ederler. Aşk, öyle nihâyetsiz bir ummândır ki, hadd ü kenârı yokdur. Aşk, sırr-ı Sübhân ve ifâde-i Furkân'dır, dille ifâde olunamaz. Aşk, bir hâl işidir ve er kişi işidir, her kula müyesser olmaz. Aşk ateşine düşen öyle bir gülşene düşmüşdür ki, bu gülşende yanar olmaz. Mecnûn, aşk ateşiyle meşhûr, Vâmık yine aşk ateşiyle nâmdâr olmuşlardır. Züleyhâ, aşk ateşiyle Yûsuf'a vuslat bulmuş, Ferhad aşk ile dağları delmişdir. Âşıkların vücûdları, âteş-i aşk-ı Hudâ ile delinmiş ve Hakk'a vuslat için bu vücûdun her zerresi ayrı bir yol olmuşdur. İbrahim Edhem, aşk ile tâc ü tahtı ve saltanatı terketmiş de öyle İbrahim Edhem olmuşdur. İbrâhim Halîlullah'ın aşkının ateşi Nemrud'un ateşini söndürmüş ve nâr-ı Nemrud'u bu aşk ateşiyle nûra döndürmüşdür. Âşıkların ateşi de, nâr-ı cahîmi söndürür ve gülzâr eder. Aşk, kulu vâsıl-ı dîdâr eder. Aşk, vesîle-i vuslat-ı mahbûb, aşk maksûd-ı ma'bûddur. Kimde bu aşkın nişânesi varsa, mutlaka maksûduna erer. Âşıkın aşkının ateşi, ma'şûkun aşk ateşini alevlendirir. Aşk ile Huda'ya erişilir, aşk ile matlûb ve maksûda yetişilir. Âşık ile ma'şûk, aşkda bir olmuşlardır. Bu makâma erişenler, aşkdan nasîblerini almışlardır vesselâm.

Gerçek ve sâdık âşıklar, ma'şûkları uğruna her şeylerini fedâya hazır bulunduklarından, âşık oldukları Rabbi'l-âlemîn'e zâhidler gibi yalnız vücûdları ile ibâdet etmezler. Bütün a'zâ ve cevarihiyle ibâdetde bulunurlar. Bir ân için olsun, Allahu Azîmü'ş-şân hatırlarından çıkarmazlar, zikr-i dâim üzere bulunurlar. 

Allah Azze ve Celle, cümlemizi aşk-ı mecâzîden geçerek aşk-ı ilâhîye eren, her türlü dünyâ âlâyiş ve gösterişinden geçerek cemâl-i lâ-yezâle tâlib ve Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'ya âşık olan Hazret-i Sevbân ve Hazret-i Bilâl ile cem eyleyip o âşık-ı sâdıklar hürmetine bizleri de âşıklar zümresine dâhil eyleye. Âmîn bi hürmeti aşk-ı ilâhî, nur-ı Nebi ve kerem-i Ebûbekrin ve Ömerin ve Osmanin ve Alî ve âl-i Nebî ve evlâdihî ve ezvâcihi ve muhibbihî rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. 
www.muzafferozak.com

1 yorum:

  1. "Ben yürürem yâne yâne
    Aşk boyadı beni kâne
    Ne âkilem ne dîvâne
    Gel gör beni aşk neyledi"

    YanıtlaSil