Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki adlı eserlerinde buyuruyorlar ki :
Nefsin sıfatı dörtdür :
1) Nefs-i emmâre
2) Nefs-i levvâme
3) Nefs-i mülhime
4) Nefs-i mutmainne
Nefs-i mutmainnenin üç rütbesi daha vardır :
I) Nefs-i râdıyye
II) Nefs-i mardıyye
II) Nefs-i sâfiyye
Bu mertebeleri, makâm-ı marifetin tarîfinde üç ayrı saray olarak tarîf etmişdik.
Nefs-i emmâre, insanı dâimâ Allahu Teâlâ'nın men' etdiği şeylere götürür, emretdiklerinden de alıkoyar. Şerîatin acı ve ağır geldiği nefs budur. Bu nefs sâhibleri şerîatden kaçarlar ve onu hiç sevmezler. Kâfirlerin, âsîlerin ve fâsıkların mâlik oldukları nefs de budur. Şerîat kılıcı ile bu nefs teslîm alınınca, insan bu büyük düşmanına gâlib gelmiş olur, zâhiren insan olduğu için bâtınen de insanlığın birinci merdivenine ayak basmış ve yükselrneye başlamış demekdir. Bunun tam zıddı olarak, insan nefs-i emmâreye yenik düşerse, yaşayış bakımından hayvanlar gibi dalâletde ve belki hayvandan da daha aşağı bir derekeye düşer. Bu gibiler, dış görünüşleriyle insan gibi görünseler de, aslında ve bâtınında yırtıcı hayvandan beter olurlar.
Demek oluyor ki, insanın manâsını da insan edecek olan ancak ve yalnız şerîatdir. Allahu Teâlâ'ya Resûl-i Müctebâ'ya inanan ve îmân edenler, bu nûrlu yolda ilk kapıdan yani şerîat kapısından tevfîk-i rabbânî ile dâhil olabilirler. Artık bunlarcihâd-ı ekber olan nefs-i emmâreleriyle savaşa girişirler. Ne var ki, nefs-i emmâre ile cihâd etmek, yazıldığı ve söylendiği kadar kolay bir mes'ele değildir. Zîrâ nefs-i emmârenin öyle hîle ve desîseleri vardır ki, hâriçden Şeytân da vesveseleri ile katılınca, bu hîle ve desîseleri sezmek ve anlamak, tek başına nefsi ile mücâdele eden için pek kolay olmaz.
Meselâ şerîatin emretdiği husûsları nefsine karşı uygulayan mücâhide, öyle tuzaklar hazırlar ki, nefse terk etdiremediği ibâdetlerini ibtâl etdirebilmek için vesveseler telkîn eder ve o nefsi ucub ve riyâ bataklıklarına sürükler. Ona, "Şöyle bir çevrene bak, herkes namaz kılıyor ama, senin kıldığın namaz gibi kılabilen var mı? Senden a'lâ kul bulunur mu? Çoğu kimseler var ki, ne namaz kılıyor ve ne de oruç tutuyorlar. Oysa sen namazını kılıyor, orucunu tutuyor, zekat veriyor ve sadaka dağıtıyorsun. Senden üstün ve fazîletli kul olabilir mi? Hiç korkmadan ve çekinmeden Allahu Teâlâ'ya nasıl kulluk ve ibâdet etdiğini açıkla, namazını, orucunu, zekâtını herkese anlat, senin nasıl mükemmel bir müslüman olduğunu herkes görsün ve anlasın, hiç kimsenin senden daha üstün olamayacağını öğrensin" gibi telkinlerle kendisini beğenmeye, kendi ibadetlerine mağrûr olmaya sürükleyen ucub ve riyâyı, hased ve gadabı, şehveti, mal ve makâm sevgisini aşılamaya çalışır. Onu şöhret delisi hâline getirmek için olanca gayreti ile uğraşır. Onu ibâdet ve tâatden men' edemeyince, Allahu Teâlâ'nın nehiylerine tecâvüzü emreder, hudûd-i ilâhîyi aşmağa zorlar, "Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri çok affedici ve kerem sâhibidir, korkma, seni de af ve mağfiret buyurur" telkînâtı ile günah işlerneye zorlar, sapıklığa çekebilmek için ne mümkünse yapar.
Nefsin ve Şeytan'ın bu ve benzeri hîle ve desîselerinden, ancak tevfîk-i rabbânî ile kurtulmak mümkündür. Bu sebeble, şerîat kapısından ileriye girenler, yapdıkları işlerin hak üzere olup olmadığını fark ve temyiz edebilmek husûsunda bir çok müşkillerle karşılaşırlar, kendi kendilerine nefslerini murâkabe edebilmek gücüne de sâhib olamadıkları için hayli bocalarlar.
Birinci kapı olan şerîat kapısından içeri girip bu vartalarla karşılaşanlar için kurtuluş çâresi, ikinci kapı olan tarîkat kapısına mürâcaat etmekdir ki, fiil-i Resûldür demişdik. Bu kapıdan dâhil olanlar, kendilerini murâkabeyi bir mürşid-i kâmile terk ve teslîm etmelidirler. Şerîat ile tek başına âmil olmak, hastanın kendi kendisini tedâviye çalışması gibidir. Oysa tarîkat kapısından girince kendisini hâzık ve tecrübeli bir hekimin tedâvisine bırakmak elbette daha akıllıca bir davranış olur. Bir tabîb-i hâzık olan mürşid-i kâmil, mürâcaat eden bu hastasına bazı perhizler salık verir, ilaçlarını ve dozajlarını tayîn ve tesbît eder ve onu kısa zamanda şifâya kavuşdurur.
Mürşid-i kâmil, nefsin ve Şeytan'ın açdığı yaraları da zikrullah ile iyileşdirir, nefsin hastalığını terbiye ve tedâvi için elinden gelen gayreti sarfeder. Onu, nefsinin ve Şeytan'ın vesveselerinden, hîle ve desîselerinden kurtarmaya çalışır. Eğer sâlik kendisine emir ve tavsiye edilen husûsları aynen ve harfiyyen uygularsa, kısa bir zaman içinde feyzi artar, bununla da kalmaz hakîkat kapısını da kolaylıkla bulur. Ancak tarîkat kapısından içeri mürşid olan zâtın, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine nâib olmaya lâyık ahlâk-ı Kur'âniyye ve ahlâk-ı Muhammediyye ile mütehallık, sünnet-i seniyye-i nebeviyye ile müzeyyen ve mütetâbık, ârif-i billah, vâsıl-ı ilallah bir şeyh-i âgâh olması şartdır. Yoksa mürşid sûretinde görünerek halkı ibâdet ve tâatden men' eden, kulu kullukdan uzaklaşdıran mürşid- i kâmil olamaz. Olsa olsa, böyleleri mürşid sûretinde birer iblisdir ki, maalesef sayılamayacak kadar çokdur. Çünkü bu gibiler de iblisin mürşidleridirler. Bu tabire şaşırmayınız. Mürşid-i Rahmân olan velîler bulunduğu gibi, mürşid-i Şeytan olan deliler de eksik değildir. Allah Azze ve Celle, bu gibilerin şerlerinden Habîb-i Edîb-i Hürmetine bizleri ve bütün insanları korusun. Âmîn, bi hürmeti seyyidi'l-mürselîn. Bunlar, dergah bârigâh-ı ehadiyyete giden yol üzerinde İblis gibi oturarak halkı Hakk'a varmakdan men' ederler ve tarîk-i hak nâmına tarîk-i dalâlete sürüklerler. Hattâ yalnız insanların îmânlarını çalmakla da kalmazlar canları, malları, ırz ve iffetleri ile de oynamaya yeltenirler. Binâenaleyh, Hakk yolcularına âcizâne tavsiyem bu gibi kimselerden uzak bulunmalarıdır. Zîrâ bunlardan uzak olmak, Allahu Teâlâ'ya yaklaşmak demekdir.
Bizim kasd etdiğimiz manâda mürşid-i kâmil, her hâl ü kârda müstakîm olur. Mürşid-i a'zam olan Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'ya hakkıyle ve lâyıkıyle nâib olabilmek şeref ve imtiyâzına nâil bulunur. Kerâmât-ı vücûd-ı Muhammediyyet'e sâhib olarak, Hakk'dan gayrı kimseden hiçbir şey beklemez. Allahu Teâlâ'nın kendisine bahş ve ihsân buyurduğu nimetleri yemez, başkalarına yedirir, giymez başkalarına giydirir. Kimseye bâr olmaz, yâr olur. Mürîdlerini, akla gelen ve gelmeyen her çeşit kötülüklerden korur ve kurtarır. Onları dâimâ Hakk yoluna iletmeye uğraşır. İstikâmeti öğretir, insanlığa hizmeti öğretir. Muhabbet-i ilâhîye vâsıl olabilmenin tek yolu ve çâresi olan şefkat ve merhameti telkîn ve talîm eder. Mâlik olduğu gizli hazînelerini, mürîdinden esirgemez, kıskanmaz ve onları eğiterek vâsıl-ı dîdâr eder.
Böyle bir mürşid-i kâmile erişebilmek bahtiyarlığına mazhar olanlar, şerîatin de, tarîkatin de hazzına ve sürûruna kavuşurlar, hakîkat ve marifet kapılarına ulaşırlar ve oradan da geçerek kutbiyyet sarayına varır ve kurbiyyet tahtına otururlar, ubûdiyyet saltanatını sürerler. Bu kutlu ve mutlu kişiler, Hakk'da yok olup Hakk ile bekâya erer ve sıddîkıyyet makâmını ihrâz ile Melik-i Muktedir olan Allah Azze ve Celle indindeki "mak'ad-ı sıdk"a erişir, enbiyâ, evliyâ, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber zât cennetine girerler, taraf-ı ilâhîden ikrâm ve ihsân olunurlar. Allahümme yessir lenâ yâ Müyessirü yâ Allah.
www.muzafferozak.com
Haddim olmayarak bir hayretimi bildireceğim. Bu yazıda şeriat tarikat hakikat marifet kurbiyet, kutbiyet ve ubudiyet kavramlarını ne kadar öz ve güzel açıklamış Hazret. "Dört kapıdan geçerek kutbiyet sarayındaki kurbiyet tahtında ubudiyet saltanatını sürmek.." Sübhanallah..
YanıtlaSilCenâb-ı Hakk'a böyle bir nimete eriştiğimiz için şükürler ediyor, Efendi Hazretleri'nin mübarek ellerinden öpüyoruz..