Sâlikler, mürşidlerinden bahsederken, "Efendim Hazretleri", "Sultânım Hazretleri", "Azîzim Hazretleri" veya "Mürşid-i Azîzim" diye bahsederler. Bir sâlik mürşidine hitâb ederken de "Efendiciğim" veya "Sultânım" diye hitâb eder. Bu hitâblar, mürşide yağcılık olsun diye değildir ve tesâdüfen de seçilmemişdir.
"Sultân", Arapçadır ve "Hükmetme kuvvetine sâhib olan, buyruğu geçen, hükmünü yürüten kişi" yani "hükümdâr" demekdir. "Efendi" ise dilimize Rumca'dan girmişdir ve o dilde "saygıdeğer, mümeyyiz, reşîd" gibi ma'nâlara gelir. "Efendi" kelimesinin Türkçemizde bir çok karşılığı vardır, onlardan biri de "Buyruğu geçen, hükmünü yürüten" demekdir. "Azîz" de Arapçadır ve "Yüce, ulu, hürmete lâyık" demekdir ki hükümdâr ve yüksek mevkide bulunanlara da mecâzen "Azîz" denilmişdir. Netîce olarak bu üç kelime de aslında aynı ma'nâya gelir.
Mürşidlere böyle hitâb edilmesinin hikmeti iki yönlüdür :
Birincisi bizzat kendileri ile ilgilidir. Mürşid-i kâmil olan zevât, mücâhede ederek nefsini mahkûmiyyet altına almış kişilerdir. İnsanı bir memleket olarak kabûl edersek mürşidler, o memleketin pâdişâhı hükmündedir. Nefsin sıfatları da pâdişâhın hükmüne boyun eğen askerler gibidir.
İkincisi sâliklerle ilgilidir. Nasıl ki kudretli ve bilgili bir pâdişâh, ülkesine hükmeder ve bir ucundan öbür ucuna kadar her tarafı mükemmelen idâre ederse, mürşid-i kâmil olan zevât da sâliklerin iç âlemine öylece hükmeder ve idâre ederler. Böylece gönüllerin sultanı olurlar. Gerçek mürşidler her ne kadar zâhiren güce ve kuvvete sâhib değillerse de Allah yolunda yürüyen sâliklerin gönüllerinde gerçek sultân onlardır. Hattâ öyle ki, ömrüleri son bulup, gözden nihân olsalar da sultânlıkları bitmez, ilelebed devâm eder.
Öyleyse onlara Sultân, Azîz veya Efendi demek pek münâsib olur. Bu hitâblar, gerçek mürşidler için aslâ mübâlağa veya müdâhene olmaz aksine hakîkatin aynıyla beyânı olur.
Bakma nâdân olan husrev u hâkân ise de
Kıl nazar ehl-i dile hâk ile yeksân ise de
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder