Sûre-i Kehf'de kıssaları zikredilen Ashâb-ı Kehf, putperest bir kavim içinde oldukları halde Allah'ın vahdâniyyetine îmân etmiş ve bu îmânlarını gizlemeyip o kavmin bâtıl inançlarına karşı geldikleri için inançlarını terketmeye zorlanan ve ölümle tehdîd edilen tevhîd ehli gençlerdir. Zâlimlerin şerrinden kurtulmak için sığındıkları mağarada, tam bir tevekkülle Cenâb-ı Hakk'ın yardımını beklerken, Allah tarafından uyutulmuşlar, bu uyku yüzlerce yıl sürmüş, sonra uyandırılmışlardır.
Bu kıssa pek çok remzlerle ve hikmetlerle doludur. Denizden bir katre, güneşden bir hüzme olarak bunlardan bazılarını zikredelim :
- Ashâb-ı Kehf'i inançlarından döndürmek ve kendi dînlerine uydurmak isteyen müşrikler, insandaki nefs-i emmârenin sıfatlarına, dünyânın zevklerine ve dünyâ ehline işâretdir. Ashâb-ı Kehf ise, nefsiyle cihâd eden, dünyâdan ve ehl-i dünyâdan yüz çeviren müminlerin remzidir. Bunların diğer mü'minlerden farkı îmânlarının ziyâde oluşudur ki sûre-i celîledeki "اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ" âyeti de buna işâret etmekdedir.
- Ashâb-ı Kehf, imânlarının ziyâdeliği sebebiyle Allah'dan gayrı hiç kimseden korkmayan müminlere işâretdir. Bunların tevhîddeki mertebesi, "lâ ma'bûde illallah" mertebesidir ki, sûre-i celîledeki, "وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا" âyet-i kerîmesi de bunları göstermekdedir.
- Hatırlarsanız, "Nefs ile cihâdın başı, Allah'a tevekkül ve O'nun tevfîkini istemekdir" demişdik. Ashâb-ı Kehf'in mağaraya sığındıklarında "رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا" diye duâ etmeleri de bunu göstermekdedir.
- Mağaradan maksad, uzlet ve halvetdir. "Hakk'a vuslatın yolu dünyâdan ve ehl-i dünyâdan uzaklaşmak ve ehl-i tevhîd ile berâber olmakdan geçer "demişdik. Nitekim bir hadîs-i şerîfde, "Kişi dostunun dîni üzeredir, bu yüzden her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin" buyrulmuşdur. Kıssanın sonundaki, "وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا" âyet-i kerîmesinde de buna işâret edilmişdir. Bu âyet-i kerîme ehl-i tarîkin başlıca düstûrlarından biridir.
Dervîşlerin amelleri şerîat-i Rahmân olur
Ef'âl ile ahvâlleri tarîkat-i Kur'ân olur
Dervîşlerin hep âdeti gece gündüz Hakk tâati
Zâyi etmezler sâati ticâret-i Sübhân olur
- Cenâb-ı Hakk Ashâb-ı Kehf'in uykusunu tarif ederken, "فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ" buyurmuşdur. Bu âyet-i kerîmede "Biz onların kulaklarını mühürledik" tabiri kullanılmışdır. Bu da halkdan kaçıp Hakk'a sığınanların halkın kelâmına kulak tıkamalarına, Hakk'ın kelâmına kulak vermelerine ve dâimâ zikrullah ile meşgûl olmalarına işâretdir.
- Ashâb-ı Kehf'in mağarada Allah tarafından sağa-sola döndürülmesi, sâliklerin kelime-i tevhîd zikrine işâretdir. Zîrâ kelime-i tevhîd nefy ile isbâtdan müteşekkildir. Tevhîdin başındaki "lâ ilâhe", nefy yani kalbden mâsivâyı silmeye, "illallah" ise isbât yani kalbi zikrullah ve muhabbetullah ile doldurmaya işâretdir. Sûre-i celîledeki," وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا" âyet-i kerîmesinde buna işâret vardır. Dervîşlerin zikrederken bazen başlarını bazen de vücudlarını sağa sola çevirmeleri de bu sırra işâret eder.
- Sûre-i celîledeki "سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ۠ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِرًۖا وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَدًا۟" âyetinde Ashâb-ı Kehf'in sayısı hakkındaki ihtilafların zikredilmesi, halkın ehl-i tarîkin sırf zâhirine bakarak hükmettiklerine, onu bile doğru dürüst anlayamdıklarına, onların bâtın hâllerine ise aslâ vâkıf olamadıklarına, onların gerçek ahvâlini ancak Allah'ın ve ehlullahın bildiğine işâretdir.
- Ashâb-ı Kehf'in mağarada uzun bir süre kalması, seyr-i sülûkün tedrîcî olduğuna yani sabır ve sebat gerektiren uzun ve aşamalı bir iş olduğuna işâretdir. "وَلَبِثُوا ف۪ي كَهْفِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا" âyetinde buna işâret vardır. Seyr-i sülûkün müddeti sâlikin gayretine ve mürşidin kâbiliyyetine bağlı olduğu için buna belli bir tahdid konulamayacağına da "قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ " âyetiyle işâret edilmişdir."
- Ashâb-ı Kehf'in uzun müddet uyudukdan sonra uyanması, nefsânî sıfatları bırakıp hakkânî sıfatlara bürünmeye, fânî varlıkdan geçip, hayât-ı bâkîye ermeye işâretdir. Uyandıkdan sonra mağaradan dışarı çıkmaları da nefsin zulmetinden kurtularak hiç sönmeyecek olan ilâhî nûra kavuşmalarına işâretdir.
- Ashâb-ı Kehf'in alışveriş için halkın arasına karışması ise, seyr-i sülûkünü ikmâl edenlerin halkın arasına karışmalarında bir mahzûr olmadığına, zîrâ artık halk içinde Hakk'la olduklarına, kesretde vahdeti bulduklarına işâretdir. Kemâle gelmemiş olanlar ehl-i dünyâdan ve nefsini ıslâh etmemiş olanlardan kötü etkilenirken, kemâle gelenler bunlardan zarar görmezler hattâ onları irşâd edebilirler.
- Ashâb-ı Kehf alışveriş için şehre indiklerinde ceplerindeki parayı çıkarınca, o paranın uzun zaman önce tedâvülden kalkmış olması sebebiyle, halkın onların defîne bulduğunu zannetmeleri, tasfiye-i kalb ve tezkiye-i nefs ile kemâle gelenlerin kenz-i mahfî tabir edilen marifetullah hazînesine mâlik olduklarına işâretdir. Bu antika hâline gelmiş paraların kıymete binmesi, seyr-i sülûk görmeden evvel sözlerinin bir tesiri ve kıymeti olmayan kişinin, kemâle geldikden sonra sözlerinin tesirli olacağına ve sözüne kıymet verileceğine de işâret vardır.
- Zamana ve zemîne göre usûlü ve erkânı değişse de seyr-i sülûkün özü hep aynıdır, hiç değişmez. "وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا" âyet-i kerîmesi de buna işâret eder.
- Sûre-i Kehf'in 21. âyetinde beyân olunduğu üzere, Ashâb-ı Kehf'in vefâtından sonra, onların ahvâlinden pek haberdâr olmayanlar, kendi aralarında nizâa düşmüşler ve en sonunda "Bunları en iyi Allah bilir, biz bunların üzerine bir binâ yapalım" demişler ve bir anıt yapmak istemişler. Ashâb-ı Kehf'in ahvâlinden haberdâr olanlar ise, "Muhakkak ki, biz onların üstüne bir mescid yapacağız" demişlerdir. Bu da evliyâ türbelerine ve o türbelere bitişik olan dergâh ve mescidlere işâretdir.
Dervîş olanın yolları firdevs-i aşk menzilleri
Zikr eder dâim dilleri tâ-be-seher nâlân olur
Dervîş olanın kemâli terk eylemek mülk ü mâli
Maksûdları lâ-yezâlî bir mülk-i bî-pâyân olur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder