Sayfalar

22 Kasım 2019 Cuma

Îmânı Kemâle Getirmek


HUTBE

Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
﴾وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿٣
Vel 'asr. İnnel insâne le fî husr. İllellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ve tevâsav bil hakki ve tevâsav bis sabr.
Sadakallahü'l-azîm.

Cenâb-ı Hakk'ın vahdâniyyetini kabûl eyleyen, kâmil bir îmân ile O'nu tevhîd eyleyen, O'nu şerîkden ve şirkden berî kılan ve O'nun habîbi mefhar-i âlem, sebeb-i hilkat-i benî âdem olan Hazret-i Mahbûb-i Kibriyâ, Rahmetel-lil-âlemîn, Resûl-i Ekrem, Resûl-i Kerîm, Resûlü's-Sekaleyn'in risâletini tasdîk eyleyen, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar.

Yerin göğün sâhibi, semâvâtı ve ardı halk eyleyen Allah, "Asra kasem ederim ki, bütün insanlar hüsrandadır" buyuruyor. Yani evvelki haftalarda söylediğimiz gibi, bu âleme gelen kişiler, yani ete kana bürünenler, hayız kanıyla yoğurulanlar, musîbetlerle karşılaşırlar. Hele bâhusûs bu musîbetlerle karşılaşan kişiler îmânsız olursa, bunlar için hayât, bir azâbdan başka bir şey değildir. Yani Allah'a inanmayan, kıyâmete inanmayan, öldükden sonra dirilmeyi kabûl etmeyen kimseler, azâbı daha bu âlemden tatmaya başlarlar. Îmânlı ile îmânsız bir olmaz, âlimle câhil de bir değildir. İnsan îmânlı olursa, musîbetlere kimin tarafından mübtelâ olduğunu bilecek ve vatan-ı aslîsini özleyecek ve o tarafa doğru yönelecekdir. 

İnsan, iki şeyden müteşekkildir. İnsanın bedeni toprakdan halkolunmuşdur ki binekdir, bir de arşî olan rûh vardır ki onun üzerine bindirilmişdir. Her şey yerli yerine vâsıl olacakdır. Yalnız şu var ki, îmânsızların vücûdu toprakda çürüdüğü gibi, rûhları da felek-i kamerde haps olunacakdır. Yani âhiret âlemi dünyâ âlemi gibi değildir. Rûhlar bedenden ayrılınca semâya urûc ederler. Zâhidler birinci kat semâya, âbidler ikinci kat semâya, sâlihler üçüncü kat semâya, nebîler dördüncü kat semâya, resûller beşinci kat semâya, resûllerin ileri gelenleri altıncı kat semâya, ıstafâ olan nebîler yedinci kat semâya. Ondan sonra makâm, Mâkâm-ı Muhammediyyet'dir. Sallallahu aleyhi vesellem.

Bütün rûhlar bedenden ayrılınca hepsi yerli yerine gider. Vücûd toprağa kalb olur, rûh memleketine döner. Fakat bu iki türlüdür. Bir kısmını semâdan kabûl ederler. Sâlihse, îmânını bildiyse, Allah'ını bildiyse, Allah'ını tanıdıysa, Allah'ına secde ettiyse, onu kabûl ederler. Îmân etmeyenler ve âsîler, semâdan felek-i kamere çevrilir, âlem-i berzahda orada hapsolunurlar. Onların yerleri ayrıdır. Allah muhâfaza buyursun. 


Cümle halk ehl-i seferdir dünyâ misâfirhânedir
Bir mukîm âdem bulunmaz  ne aceb kâşânedir
Bunlar size şaka ya da hikâye gibi gelmesin, yakın zamanda bu geçitleri, bu akabeleri biz de geçeceğiz. Bir kimse, zengin de olsa, fakîr de olsa, pâdişâh da olsa, emîr de olsa, kıral da olsa, muhakkak bu geçitlerden geçecekdir. Ölümden kurtuluş yokdur. Dâimâ söyleriz ve söyleyeceğiz, her nefis ölümü tadıcıdır. Kim ki îmân ile yoğrulmuş, vücûdu ve kalbi ibâdetle tezyîn olunmuşdur, o kimseler için ölüm tatlıdır, bir rahatlıkdır, bir uykudur ki Kur`ân-ı Kerîm'de bunun misâli vardır. Allah, Üzeyr Peygamber'i yüz sene uyutmuş, sonra ona "Ne kadar yattın?" diye sormuşdur, "Yâ Rabbi, günün bir cüz'ünde yani kısa bir zaman uyudum" demişdir. Cenâb-ı Hakk, "Hayır, ben seni yüz sene uyuttum. Eşeğine bak, kemikleri çürümüş, bak, yiyeceğin içeceğin kurumuş, bak, gör" dedi. Üzeyr aleyhisselâm bir de bakdı ki, hakîkaten öyle. Ashâb-ı Kehf de böyle. Üç yüz sene uyudular. Onlara bir an gibi gelmişdi. Kalkdılar, karınları acıkmış, ekmek almak için çarşıya indiler, fırıncıya para verdiler, bakdılar ki para üç yüz sene evvelki para, "Siz defîne bulmuşsunuz" diyerek bunları yakaladılar. Kabirleri Tarsus'da. O tarafa doğru gidersen ziyâret ediver.

Bunlar bize birer misâldir. Âşık-ı sâdıklar için ölüm gâyetle kolaydır ve rahatlıkdır ve vuslatdır, sevdiği ile konuşmak, vatan-ı aslîye dönmekdir. Yani bir adam gurbete geldi, çalışdı kazandı ve memleketine gitti, sevdiklerine kavuşdu ve rahat etti. Kâfir için böyle değildir, o geldi, sermâyesini kötülükde yedi, sonra mağmûm ve kederli olarak gitti orada sürünmeye başladı. İşte tıpkı bunun gibidir. Allah muhâfaza buyursun. Onun için Cenâb-ı Hakk, "Bütün insanlar hüsrandadır, îmân edenler müstesnâdır" diyor. Îmân eden, îmân eden, ille îmân! Kâmil bir îmân!
Bütün kâinâtda feth ü fütuhâtı kâmil îmânlılar yapmışdır yani îmânı kemâle erenler yapmışlardır. Hattâ Cenâb-ı Hakk yine Kur`ân-ı Kerîminde Sûre-i Âl-i İmrân'da "وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ve entümü'l-a'levne in küntüm mü'minîn / eğer hakkıyla îmân ederseniz sizi âlî kılacağım" diyor. Şart koşuyor.

Biz yine Allah'ın kitâbından okuyalım. "وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ ve mine'n-nâsi men yekûlu âmennâ billahi ve bi'l-yevmi'l-âhiri vemâ hüm bi mü'minîn". Hazret-i Allah Sûre-i Bakara'da, "Bir çok insan vardır ki, biz Allah'a inandık, kıyâmet gününe inandık derler ama onlar mü'min değildir" diyor.

Bu îmânı mutlakâ kemâle erdirmek lâzımdır. Îmânın kemâlinden size bir mikdar bahsedeceğim.

Biz yine Resûl-i Ekrem'den haber verelim. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, îmânın kemâlini şöyle tarif ediyor, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Tekrar ediyorum. "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Bu sevmek, öpüşmek, sarılmak ma'nâsına değil, hak ve hukûka riâyet, hizmet, yardım, bir vücûd gibi olmak demekdir.

"Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Koyun tek başına kalırsa, çobansız kalırsa, kurt yer.

Hani bir köylü çocuklarını topladı ve onlara dedi ki, "Bana birer sopa getirin" dedi. Köylü sûretâ köylü olup hakîkatde bir mürşiddi, bize ne güzel ders verdi. Yirmi çocuğu vardı, hepsi birer sopa getirdiler, köylü oturduğu yerden sopaları birer birer kırdı ve kaldırdı attı. Sonra tekrar söyledi, "Bana birer sopa daha getirin" dedi, getirdiler. Yirmi sopayı bir araya koydu, uğraşdı kıramadı. Çocuklarına verdi, onlar da kıramadılar. "Ne anladınız bundan? diye sordu. "Bir şey anlamadık baba" dediler. "Benden sonra ayrılırsanız, parçalanırsanız, sizi de böyle sopaların kırıldığı gibi birer birer kırarlar, dağıtırlar. Ama hepiniz bir vücûd olursanız, sizi kimse kıramaz" dedi. 
Birbirine buğz u adâvet eden bir kavim, dağılır o. Onda îmân yokdur, her ne kadar ismi Ahmed, Mehmed de olsa. Mü'min, hakkı tavsiye edecek hakda olacak, sabrı tavsiye edecek sabırda olacak ve dâimâ herkesi iyiliğe davet edecek, doğruluğa, güzele davet edecek, çirkinliğe değil, fuhşiyyâta değil, isyâna değil, itâata yani Allah'a itâata davet edecek. Nefse itâat değil, Allah'a itâata davet edecek, dürüstlüğe, güzelliğe davet edecek. Îmanlılar böyle yapıyorlar.

Resûl-i Ekrem diyor ki, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız. Beni de her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmânınız kemâle ermez". Resûl-i Ekrem bizim gözümüz mâhiyetindedir. Zâten Cenâb-ı Hakk, "قَدْ جَاءَكُمْ بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ kad câeküm basâirun min rabbiküm /Rabbinizden size basâir geldi" diyor. Kim ki Resûl-i Ekrem'e uymadı o a'mâ oldu, baksa da gözü görmez onun. Yani baş gözü görür, kalb gözü görmez, basdığı yeri bilmez, önündeki çukuru görmez. Mutlakâ Kur`ân basîreti ile bakması lâzımdır, iyiyi ve kötüyü, hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini Kur`ân tayin eder ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem tayin eder. 

Onun için Peygamberimiz, çok yücedir. Resûl-i Ekrem'in yüksekliğini bu yüce kelimesiyle de tarif edemeyiz. Bütün beşer bir araya gelse, Resûl-i Ekrem'i medh edemezler çünkü Resûl-i Ekrem'in meddâhı Allah Celle Celâluhû Hazretleridir. Sırrı Muhammedî'yi de Hakk'dan başka kimse bilemez. Onun için salavât-ı şerîfede, Allah bize salavât veriniz diye emrediyor, biz "Yâ Rabbi sen ver" diyoruz. Bunun ma'nâsı nedir? Allah, "Habîbim Muhammed'e salât ediniz" diyor, biz diyoruz ki, "Allahümme salli 'alâ Muhammed" yani "Yâ Rabbi Hazret-i Peygamber üzerine sen salât et" diyoruz. Manâsı şudur ki, "Ya Rabbi sen bize habîbin Muhammedine salât edelim diye emrediyorsun ama O'na lâyık olan salavâtı biz bilemiyoruz. Bunu ancak ilm-i ilâhî ile sen bilirsin, O'na lâyık olan salavâtı sen ver" diyoruz.


Meddâhı ki Allah ola bir zât-ı kerîmin
Takdîr ola mı kıymet-i vâlâ-yı Muhammed
Peygamberimiz diyor ki, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız". Bu da tevhîd etrâfında yani lâilâheillallah etrâfında toplanmakla olur. İkincisi, "Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmânınız kemâle ermez".

Üçüncüsü, bir kimseye deseler ki, yanan bir sobanın içerisindeki ateşe elini sok deseler, o zât, "Nasıl sokayım elimi ateşe, ateş yakar" diye cevap verecekdir. Bu da ona üç ilimle beyân olunmuşdur. Birisi işitmekledir, ateş yakar diye işitmişdir. Bir de gözüyle görmek vardır. Birisi elini ateşe sokmuşdu eli yanmışdı. Bu da ayne'l-yakîn, gözüyle görmüşdü. Bir de elini sokup kendi elini dokundurmuşdu ve eli yanmışdı. İşte bir kimse bu üç ilimle bir şeye inanırsa îmânı kemâle erer. 

Onun için Cibrîl-i Emîn, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme insan şeklinde geliyor, "Yâ Resûlallah bize ihsânı tarif et" diyor. Cenâb-ı Peygamber diyor ki, "İbâdet ve tâatında, her işinde sen Hakk'ı görmüyorsan da, Allah'ın seni gördüğünü bilmendir". İşte bu ihsândır yani îmânın kemâlidir. Üzerinde âmir olsun olmasın, kânun olsun olmasın, nerede bulunursan bulun, kalbinde Allah korkusu var mı?, Allah senin yaptığına râzı mı değil mi?, bunun farkına vardığın gün ve Allah'ın rızâsı olmadığını anladığın dakîkada elini o işden çekdiğin gün, sende îmân kemâle ermişdir. Yani tıpkı ateşden kaçınır gibi.

Bir zâtın tilmizleri arasında genç bir delikanlı varmış. Mürşid ona karşı çok muhabbetliymiş. Bu muhabbet diğer talebelerin hasedini celb etmiş.

İnsanlarda dâimâ bir huy vardır, hasedlik huyu vardır. Bu gizli gizli de olabilir, insanın haberi bile olmaz. İnsanda Allah'ın sevmediği bazı huylar vardır ki bunlar insanın içinde gizli gizli de olabilir. Bunlardan dâimâ Cenâb-ı Hakk'a sığınmak lâzımdır. Zîrâ bunlar Allah'ın sevmediği sıfatlardır. Bunların ma'nâları vardır. Şöyle basitçe anlatıverelim. Bir gıbta vardır, "Yâ Rabbi ona verdiğin gibi bana da ver". Buna gıbta derler. Bu şerîatda câizdir fakat hakîkatda câiz değildir çünkü bulunduğun mevkiye rızâ göstermemendir. Halbuki kulun vazîfesi evvelâ Allah'dan râzı olup sonra Allah'ın rızâsını beklemekdir. Bir de hasedlik vardır, "Ne bende olsun ne onda olsun". Bunu daha açıkça bir hikâye ile anlatayım sana.

Mûsâ Peygamber zamânında bir a'mâ varmış, gözleri görmüyor, iki gözü de görmüyor. Demiş ki, "Yâ Mûsâ, Allah her şeye Kâdir u Kayyûm'dur, sen de bir nebîy-yi zîşânsın, ulü'l-azim peygambersin, kitâb sâhibisin, Tûr'a gidiyorsun, Hakk Teâlâ'ya mürâcaat et, benim gözlerime nûr versin" demiş.

Ne konuşuyorum biliyor musun? Gözündeki nûrdan bahsediyorum. Allah gözünün ve gönlünün nûrunu söndürmesin. Vücûdundaki nimetlerden, mâlik olduğun nimetlerden haberin bile yok. Vücûdça milyarlarca nimete mâliksin.

Musâ Peygamber Tûr'a gittiği vakit, bunu Cenâb-ı Hakk'a arz etmiş. Allah biliyor ama Peygamber söyledi çünkü vazîfesi. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "O kuluma söyle, onun komşusunun da gözleri kördür, o komşusu için duâ etsin, desin ki, 'Yâ Rabbi komşumun bir gözünü aç' diye duâ etsin, ben onun iki gözünü açacağım". Bak sana hikâyeyle anlatayım. Hasedin ahvâlini anlatmak için söylüyorum bunu. Hazret-i Mûsâ Tûr'dan döndü, geldi dedi ki, "Hakk Teâlâ buyurdu ki, senin gözünü açacak ama bir şart koşuyor". Adam "Nedir o" dedi. Hazret-i Mûsâ, "Senin komşunun da gözleri a'mâ imiş" dedi, adam"Evet a'madır, berâber kolkola girer bazen gezeriz" dedi. Hazret-i Musâ, "Hah işte onun bir gözü açılsın diye duâ et, Allah senin iki gözünü açacak" deyince, "Ne onun bir gözü açılsın ne benim iki gözüm" dedi. İşte hased bu. "Ne bende olsun ne onda olsun". O da sürünsün ben de sürüneyim. Gıbta da "Yâ Rabbi ona verdiğin gibi bana da ver". Bu şerîatda mezmûm değildir ama hakîkatda mezmûmdur. Hakk'dan gelene rızâ göstermemek vardır.


Az belâ sanma efendi hasedi
Mahv ider hâsidi kendi hasedi
İnsanlarda gizli hased vardır, bununla mücâdele etmek lâzımdır. Peki bu nasıl olacak? Hakk'a sığınmakla olur, başka türlü olmaz. "Yâ Rabbi, benden bu ahlâkı al" diye Allah'a ağlamak, sızlamak ve Cenâb-ı Hakk'a sığınmakla olur, başka türlü olmaz. Allah'ın yardımı olmazsa, nefsine galebe çalamazsın! Sözümü iyi dinle! Bak ne konuşuyorum! Kötü bir huyunu terkedince de sakın "Ben terk etdim" deme! Çünkü ancak Allah sana terk ettirirse edersin. Benliği ortaya koyma!

Onun için halkda bu hased gizli olarak vardır. Çünkü bu hilkat-i âdemde var. Âdem Peygamber müstesnâ da. O nebiyy-i zîşânın kalbini Allah esmâ-yı ilâhî ile tezyîn etmişdir. O ayrı. Peygamberler ayrıdır, onlar masûmdurlar, onlardan günâh sâdır olmaz.

İşte o çocuğa gizliden gizliye hased ederlermiş. Tabii bu Efendi'ye keşf olunmuş. İnsanlar iki türlüdür. Bazı insanlar vardır, nazar ettiği vakit, halkın kalbinden geçeni Allah ona gösterir. Yani halkın kalbi, orman gibi, onun nazarı da arslan gibidir. Nasıl arslan ormanda böyle bilâ pervâ dolaşırsa, o da insanların kalbini sezer. Halbuki kalb mühim bir sır kutusudur. Ama Allah bazı kullarına gösterir. Hep Allah'ın kudretindedir. 

Hani Huzûr-i Seâdet'e Ebû Cehil geldi, elinde bir takım taşlar vardı. Geldi Peygamber'e, "Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem, "Avucumdakini bil, ben sana îmân edeceğim" dedi. Efendimiz, sallallahu aleyhi vesellem, şu cevâbı verdi, "Ben gaybı bilmem. Allahu Sübhânehû ve Teâlâ gaybı bilir. Ama Allah bildirirse bilirim". Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk Peygamber'e vahy etti, dedi ki, "Söyle sen Ebâ Cehl'e, avucundakiler mi seni bilsin, sen mi avucundakileri bilesin". Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki, "Dur, şimdi Cenâb-ı Hakk bana bildirdi. Cenâb-ı Hakk diyor ki, avucundakileri mi ben bileyim, avucundakiler mi beni bilsin?". Ebû Cehil akıllı adam, avucumdakileri söylerse belki tutturabilir, taşların konuşması ise muhal diye düşündü. Onun için muhal, akıllı çünkü o. Akl-ı meâş sâhibi. Akl-ı meâş ata benzer, denizin kenarına kadar gider, oradan ileri gitmez. Ebû Cehil, "Avucumdakiler seni bilsin" deyince başladı taşlar söylemeye, "Ente Resûlullah, Ente Resûlullah" yani "Sen Allah'ın resûlüsün" demeye. Nasîbi olmadığı için, kaldırdı taşları yere vurdu ve "Ente sehhârun azîm" yani "Senden daha büyük bir sihirbaz görmedim" dedi ve kaçdı.

Onun için bildirilirse bilinir, yani meselenin özü bu. Her şeyi Hakk'dan bil, Allah'dan bil. Allah yücedir, O'na hüsn-i zan et. Allah'ın gaffâriyetine, gafûriyyetine, rahmâniyyetine, rahîmiyyetine sığın. Her gün sığın. Her an sığın. her an O'nu zikret. Hiç unutma Allah'ı. En büyük felâket Allah'ı unutmakdan gelir. 
Hazret-i Şeyh, onların kalblerindeki bu şübheyi gidermek için, "Gidiniz kimsenin görmediği bir yerde birer tavuk kesip bana getirin" dedi. Hepsi gittiler, tavukları kesip geldiler. O talebe de gitti fakat geldiğinde elindeki tavuk canlı idi. Herkes ona bakıp gülümsüyordu. "Bak işte mürşidin sözüne uymadı" diye bıyık altından gülüyorlardı. Sonra mürşid ona hitâb ederek, "Oğlum! Niye emrimi dinlemedin, ben tavuğu kesin getirin demişdim" deyince o genç mürîd dedi ki, "Efendim emrinizi dinledim, siz 'hiç kimsenin görmediği bir yerde' diye kayıt koydunuz, ben nereye gittimse, Allah'ın beni gördüğünü gördüm. Onun için tavuğu kesemeden getirdim". Böyle deyince, mürşid talebelerine dönüp dedi ki "İşte ben bunu bundan dolayı seviyorum. Bu her an Hakk'ın kendini görmekde olduğunun farkında yani îmânı kemâlde ve ihsân bâbında".

Hakk'ı unutanlar helâk oldular, ölümü unutanlar helâk oldular. Hazırlık yap, hazırlan! Îmânını kemâle erdir. Sonra çok pişmân olacaksın, çok nâdim olacağız, ellerimizi ısıracağız, saçımızı sakalımızı yolacağız. Fakat bu pişmanlığın faydası yokdur. Îmânını kemâle erdirmeye çalış.

Her an, kalbin Allah'la berâber olsun. İster Cenâb-ı Hakk ile başbabaşa kaldığın vakitde, ister iş vaktinde, çalışma vaktinde. Elin kârda, gönlün yârda olsun. Elin işde olsun ama kalbin Allah'da olsun. "Yâ Rabbi beni kâmil îmândan ayırma. Yâ Rabbi benim rûhumu Habîbin Muhammedinle birleştir, tanıştır, seviştir ve nazar-ı iltifatları ile beni nârından âzâd eyle" diye Cenâb-ı Hakk'a duâ et.

Kulluğunu bil ve bir an ibâdetden geri durma! Bir an bile ibâdetden geri durma! Kim ibâdetden bir an geri kaldı, o kimse helâk oldu. Beş vakit namazını kılıp dürüstçe çalışman da ibâdetdir. Helâlınla, alın terinle, kimseyi kandırmadan, kimseyi aldatmadan. Zâten aldatanlar bizden değildir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem "Aldatan bizden değildir" buyurmuş. Yani kandıranlar, aldatanlar, açıkgözler bizden değildir. O açıkgözler, aslında açıkgöz değildir, onlar hep kapalıgözdür. Açıkgöz kişi dürüst kişidir, özü sözü dürüst olan kişi açıkgözdür, akıllıdır. Ötekiler akıllı değildir, onlar kurnazdır, tilki gibi. Tilkide kurnazlık vardır, akıl yokdur. Sonra kapanda tutulur. Fâre de öyledir, çok kurnaz hayvandır, hırsızlıkla geçinir, sonunda açlıkdan ölür.

Resûl-i Ekrem, nûr-i ilâhîdir. Allah O'nu Kur`ân'da sirâc-ı münîr olarak zikretmişdir. "يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا * وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُّنِيرًا Yâ eyyehünnebiyyü innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiran ve nezîrâ ve dâ'iyen ilallahi bi iznihî ve sirâcen münîrâ" âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu gibi Allah, Resûl-i Ekrem'i nûrlu bir sirâc olarak önümüzü koymuşdur. O, bize yol göstericidir. Dünyâ ve âhiretde, kim seâdet istiyorsa O'nun gösterdiği yoldan gitmelidir.

Ey malına-mülküne ve rütbesine güvenen! Bilmiş ol ki hepsi yakın zamanda elinden çıkacak ancak îmânın ve a'mâl-i sâlihâtın seninle yoldaş olacakdır yani sana faydası olacakdır. Kalb temizliğin, kalbinde olan Allah'a muhabbetin, Resûl'e muhabbetin, Ehl-i Beyt-i Mustafâ'ya muhabbetin sana yoldaş olacakdır. Ondan gayrı olan şeyler, senin başına belâ olacakdır. Sonra malına-mülküne çok bedduâ okuyacaksın ama hiç bir faydası olmayacakdır.


 Tâ ebed zikr-i Hudâ nûr ile bir sâye sana
"Yevme lâ yenfe'u"da nef' edemez mâl ü benûn
Râh-ı teslîmde selîm kalb ola sermâye sana
Etme ünsiyyet-i esfel ile rûhu mescûn
Benî İsrâil pâdişâhlarından biri kendisine saray yaptırmışdı. "Efendim bize ne benî İsrâil kıssasından deme!" İbret al! Târihden ibret al, ibret alırsan iyi olacak. Târihden ibret almayanlar, târihe ibret olurlar. Sen benim bu sözümü unutma! Adam ibâdeti tâatı bırakdı biraz zevk ü safâ süreyim diye sarayını ikmâl etti. İş bitti mi kapıya cansız at gelir. Kulağını benden yana ver! Görüyorsan eğer görmüşsündür. Görmezsen ben sana ne söyleyeyim. Kızı evlendireyim, çocuk askerden gelince şöyle yapacağım dedin mi, herkesin burada bir vazîfesi vardır, vazîfe bitti mi kapıya cansız atı getirirler, dayarlar. Hiç kimseye yâr olmamış. Hiç kimseye yâr olmamışdır dünyâ. Hele de sûretâ insan hakîkatde köpeklerin içerisine düşersen, kemiğe de tâlib olursan, ısırırlar seni sonra. Tam rahata kavuşdum derken, kapı çalınmış. İşte şurasını şöyle yap, burasını böyle yap derken, sarayını tanzîm ederken, kapı çalınmış. Bakmışlar üstü başı eski bir adam.

Kulağını benden yana ver! Seni hak yola davet ediyorum. Duâ edin, ibâdet etmeyen kardeşlerimizi için de duâ edin. Onlara hakâret nazarıyla bakmayınız. "Yâ Rabbi, onlara da ibâdetin lezzet ve zevkini ver, îmânın tadını tattır" deyin, onlar için de Allah'a istiğfâr ediniz. Yapacağınız istiğfâr ile birçok dîn kardeşlerimiz hak yola gelecekdir. Unutmayın ha! Hısım akrabândan sevdiğin biri var fakat doğru yola gelmiyor, otur, onun için istiğfâr et. Al eline tesbîhi, onun nâmına istiğfâr et. "Yâ Rabbi, onun günâhları için ben istiğfâr ediyorum" de ve istiğfâr et. Allah onun şekâvetini saâdete çevirebilir. Her şeye Kâdir u kayyûm Allah'dır. 

Kapıyı açıp da eski elbiseli bir adam görünce, "Sen ne istiyorsun? Dilenci misin sen?" dediler.  Adam, "Dilenci filan değilim, sarayın sâhibini göreceğim"dedi. "Camım sen deli misin? Pâdişâh seninle konuşmaya tenezzül etmez" dediler. "Yooo, bildiğiniz gibi değil, siz beni üstü başı eski görüp de aldanmayın, ben servi boyları bükerim ederim kemân, hâk ile yeksân ederim vermem amân" dedi ve birdenbire orada yok oldu, yukarıda peydâ oldu. Pâdişâh onu odasında görünce "Sen kimsin, ne işin var senin burada?" diye çıkışdı. "Ben melekü'l-mevtim, zamânın geldi, rûhunu kabzedeceğim" dedi. Amanın! Eyvâh!...Pâdişâh, "Bana biraz müsâade et, ben tövbe istiğfâr edeyim, ibâdete başlayayım" diye Azrâil'e yalvarmaya başladı.

Âh cânım efendim! Âh gözümün nûru kardeşlerim, evlâdlarım! Fırsat eldeyken Allah deyin! Cân kuşu bedenden uçmadan Allah deyin!


Sâat-i vâhidedir ömr-i cihân
Sâati tâate sarfeyle hemân
Melekü'l-mevt, "Tövbe istiğfâra vakit yok, şimdi hemen canını alacağım" dedi. Öyle deyince, malına mülküne döndü, o süslü sarayına, o süslü antika eşyâlarına döndü, "Allah sizin cezânızı versin, beni Allah'dan men' ettiniz, sizinle uğraşayım derken Rabbime ibâdeti ihmâl ettim" deyince eşyâ dile geldi, "Bize ne sebbediyorsun, sen kendi kendine sebbet! Biz sana ne yapdık?" dediler ve Azrâil rûhunu kabzetti, âhiret âlemine gitti.

Onun için hemen ibâdet ve tâata başlayın ve devâm ediniz, "Bugün tövbe edeyim, yarın tövbe edeyim, öbür gün dürüst olayım" diyerek tövbenizi geciktirmeyin. Hemen tövbe edin, hemen ibâdet ve tâata başlayın, ibâdet ve tâ'atlarınıza devâm edin. 
İçkiyi fışkıyı bırak! Bırak öyle şeyleri! Onlardan hayır gelmez, nihâyeti ya tımarhâne, ya hapishâne, ya da hastahânedir. İçki, iyi bir şey değil, kalb kırarsın, en sevgili kalbi kırarsın. Rabbini kırarsın, Resûl-i Ekrem'i kırarsın. Çünkü içki içince ne yaptığını bilmezsin. Milyonları verseler vatanına ihânet etmezsin, biliyorum vatansever insansın, ama içki ile yapabilirsin. Milyonları verseler îmândan dönmezsin ama içkiyle yaparsın, hem de bedâva verirsin îmânını. İçki, iyi bir şey değil.

Sen dön Hayder-i Kerrâr'ın yoluna, sen dön Hazret-i Muhammed'in yoluna, sen dön Kur'an yoluna, sen dön Sıddîk'ın yoluna, Fârûk'un yoluna, sâhibü'l-hayâi ve'l-îmânın yoluna dön sen! Bunlar sana nûr, nûr. Açmışlar yolu, gösteriyorlar. Onlara sığınmak Nûh'un gemisine sığınmak gibidir. Denize düşmüşsün, felâketdesin, husrândasın, gemiye sığınırsan cânını kurtaracaksın, hem dünyâda hem âhiretde.

Yâ Rabbi! Bu sözlerimizin tesirini halk et. Sen bizi sevmeyince biz seni sevemeyiz. Sen bizi evine davet etmeyince biz  senin evine ilticâ edemeyiz. Kalbimize sevgini ver. Habîbin Muhammedinden bizi ayırma. İyiler, dürüstler yoluna bizi sülûk ettir. Hakk için gazâ edenler yoluna sülûk ettir. Allah için, tevhîd için, mukaddesât için kanından kendine kefen biçenler yoluna sülûk ettir yâ Rabbi.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

Halâs et kalbimiz hubb-ı sivâdan
Kerem senden 'inâyet senden Allah
Geçe tâ nefsimiz olmaz hevâdan
Kerem senden 'inâyet senden Allah


Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 4 Mart 1983 (19 Cemâziyyülevvel 1403) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder