Sayfalar

11 Mart 2021 Perşembe

"Zikr-i Cehrî Câiz Değildir" Demek Büyük Bir Hatâdır

Mürşid-i Azîzîm Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki nâmındaki eserinde buyuruyorlar ki :

Bazı dar görüşlü, kıt ve kısır anlayışlı kimselerin, zikr-i cehrînin câiz olmadığını ileri sürmeleri büyük bir hatâdır. Ma'lûm olduğu vechile, İslâmiyet'de en büyük zikrin namaz olduğunda kimsenin kuşkusu ve tereddüdü yokdur. Beş vakit namazın, üç vaktinde kırâat cehrî olarak yapılır. Cuma ve Bayram namazlarını da buna ilâve edebilirsiniz. Ayrıca Kurban bayramında tekbirler, Arafat'da telbiye, Ramazan ve Kurban bayramlarında evden çıkılarak câmi-i şerife gidinceye kadar tekbîrler de hep cehrî olarak alınır. Emir böyledir ve bunu değiştirrneğe de hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği tabii ve âşikârdır. Şu hâlde, zikr-i cehrînin de câiz olduğuna bundan büyük bir sened ve delîl olabilir mi?

Allah düşmanları ile yapılan savaşlarda, zikrullahın açıkça yapılması da emr-i celîl-i peygamberî gereğidir. Şu hâlde, bütün bu sarahat ve bedahat karşısında kim hangi cesâretle çıkar da, "Zikr-i cehrî câiz değildir!" demek cesâretini kendisinde bulabilir?

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, zikr-i hafîyi Medîne-i Münevvere'ye hicret buyurdukları esnâda, kendilerini takîb eden düşmanlarından bir mağarada gizlendikleri zaman, Ebû Bekir Sıddîk radıyallahu anhe talîm etdikleri, bütün âlimlerin ve ehl-i îmânın malûmlarıdır. Düşmanları tarafından takîb edilen ve bir mağarada gizlenen kimse, elbette ve elbette zikr-i cehrî yapamazdı. Zîrâ zikr-i cehrî yapmış olsalardı, kendilerini amansız bir şekilde izleyen düşmanlarına yerlerini belli etmiş olacaklardı. Binâenaleyh, Resûl-i zîşânın bu hareket, bizlere zikr-i cehrînin de câiz olduğunu açıkça bildirmekdedir.

Müfessirîn-i kirâm, "Rabbinizi gizli olarak zikir, tazarrû ve duâ ediniz" meâl-i münîfindeki âyet-i kerîmenin, hicretden önce nâzil olduğunda müttefikdirler. Zîrâ hicretden önce mü'minler âşikâr olarak zikir ve salât etdiklerinde, müşriklerin tecâvüz ve tasallutlarına ma'rûz kalıyorlardı. Onun için, beş vakit namazın üç vakti ki, sabah, akşam ve yatsı namazlarıdır, kâfirler evlerine çekildiklerinden, cehren kılınırdı. Müşriklerin dışarıda ve sokakda bulundukları öğle ve ikindi namazlarını ise hafiyyen kırâat ederek edâ ederlerdi. Ezân-ı Muhammediyye'nin de hicretden sonra sünnet olması, bu görüşümüzü te'yîd ve te'kîd eden kesin bir delîldir.

Demek oluyor ki, hicretden önce, müşriklerin ezâ ve cefâlarına, tasallut ve tecâvüzlerine uğramamak için zikr-i ilâhî hafiyyen yani gizli olarak yapılırdı ve öyle yapılması da cidden ve hakîkaten gerekliydi. Bugün bile, bazı ahvâlde mecbûren zikr-i hafî yapılmakdadır. Netekim marksist ve materyalist rejimlerle idâre edilen ülkelerdeki mü'minler, dînsizlerin tecâvüzüne uğramamak için farz olan namazlarını gizlice kılmakda, öğle ve ikindi namazlarında olduğu gibi sabah, akşam ve yatsı namazlarında da farz olan kırâati gizli okumakdadırlar.

İnsâf ve iz'ân ile düşünülecek olursa, zikrullahın gizli veya âşikâr yapılmasında hiçbir mahzûr olmadığı sonucuna varırız. Zikrullahı, gizli veya âşikâr kılmakda, şer'an bir sakınca bulunmadığını anlarız. Bu, öyle bir ibâdetdir ki, tamâmiyle zikrullahı yapanın zevkine kalmışdır. Zikr-i hafîden neş'elenen âşık, Allahu Teâlâ'yı gizlice zikrederek menzil-i maksûduna erer. Zikr-i cehrîden zevk alan da, Allahu Azîmü'ş-şânı âşikâr zikreder. Biz, âcizâne bütün âşıkların menzil ve maksudlarına ermelerini saffet ve samîrniyyetle niyâz ederiz.

Sâhib-i şerî'at aleyhi ve âlihî ekmelü't-tahiyyât Efendimiz : "Sizlerin yolunuz, cennet bahçelerine düşdüğünde, o bahçelerin meyvesinden yiyiniz. O bahçelerin güllerini toplayınız ve koklayınız" buyurduklarında, ashab-ı kirâm, "Cennet bahçesi neresidir, yâ Resûlallah" diye sorduklarında iki cihân serveri saâdetle şu cevâbı verdiler. "Halaka-i zikir, cennet bahçesidir". Halaka-i zikirde bulunan kutlu ve mutlu kişiler, Allahu Teâlâ'yı ya gizli veya açık zikrederler. Gizli zikrederlerse, o halakayı gören kimse onların ne yapdıklarını bilebilir mi? Demek oluyor ki, burada halaka halindeki zikirden murâd, zikr-i cehrîdir. Bu açık zikri gören, duyan ve anlayanlar, o cemaate dâhil olabilirler. İşte, Resûl-i zîşânın tavsiye buyurdukları ve cennet bahçesine teşbih etdikleri zikir, açıkça yapılan zikrullahdır. Bundan da anlaşılıyor ki, asr-ı saadetde de âşıklar halaka-i zikre oturur ve Allahu Teâlâ'yı zikrederlerdi. Nebiy-yi âhir-zamânın, bu hadîs-i şerîfleri ile, ashâbını ve ümmetini zikrullaha davet buyurdukları ise gün gibi âşikârdır. Zikr-i cehrîyi men' etmemeleri, bilakis teşvîk ve tergîb buyurmaları da Allahu Teâlâ'yı açıkça zikretmenin câiz olduğunu kesinlikle belirtiyor.

Bir savaş sırasında, düşman üzerine gönderdikleri bir bölüğün yüksek sesle zikretdiklerini görerek : " Allahu Azîmü'ş-şân, uzakda değildir ve sağır da değildir" buyurmaları ve önlemeleri de, açıkça yapılan zikrin düşmanı îkâz edip kaçmalarına engel olmak veya mü'minlere karşı daha hazırlıklı bulunmak ve binâenaleyh tedbir almak teşebbüslerine mâni' olmak gâyesine ma'tûfdur.

Gerçi, mezhebimizin müctehidi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe rahimehullah, zikr-i cehrînin rnekrûh olduğunu ictihad etmişdir. Ne var ki, ilim sâhiblerine göre, bir müctehid de hatâ edebilir. Zîrâ müctehidler ictihadlarında isâbet ederlerse iki sevâb, hatâ ederlerse bir sevâb alırlar. Hazret-i İmâm'ın bu ictihadında Ümmet-i Muhammed'e merhamet duygulannın gâlib geldiği de düşünülebilir. Allahu a'lem, bu neviden ictihadların bir sebebi de, yine Ümmet-i Muhammed'i riyâdan korumak olabilir.

İmameyn'e göre ise, zikr-i cehrî câizdir. Yerine, vaktine, insanına ve zamanına göre bu ictihadlarla amel olunur. Kişi, nerede "evet" ve nerede "hayır" demesi gerekdğini bilmelidir. Nerede, ne zaman ve niçin ne yapdığını, ne yapacağını veya ne yapması gerekdiğini bilemeyen kişi gâfildir. Aklı başında, vicdânı ve sağduyusu yerinde olanların ise her adımını tedbirli ve ihtiyatlı atması irfânının ve iz'ânının belirtisidir. Düşmanları tarafından aranan ve izlenen bir kimsenin, gizlendiği yerde avazı çıkdığı kadar "ALLAH "diye sayha vurması, muhtemelen helâkine sebeb olabilir. Böyle bir hâl ise akıl kârı değildir.

Ey aşk-ı ilâhiyyeye râgıb ve hakîkate tâlib olan kardeşim! Hadîs-i şerîfleri, yarım yamalak bilgi ile ve rastgele tefsîr ve te'vîle yeltenmek doğru değildir. Malûm olduğu vechile, sebeb-i vürûdunu bilmek gerekir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin îrâd buyurdukları hadîs-i şerîflerin, hicretden evvel mi, hicretden sonra mı olduğunu da kesin olarak tesbit ve tayîn etmek çok önemlidir. Hazarda veya seferde veya harb hâlinde mi, gece mi, gündüz mü, kış mı, yaz mı, bir kişiye mi, yoksa bir cemaate hitâben mi îrâd buyurulnuşdur. Bütün bunların gerçek olarak bilinmesi îcâb eder. Hadîs ilmi, başlı başına bir ilim dalıdır. Bu sebeble, hadîs ilmine hakkıyla ve lâyıkıyla vâkıf olmayanların, hadîs-i şerîfleri tefsîr veya te'vîl ederken hatâya düşmeleri mümkün ve muhtemeldir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bunu şiddetle men' etmişlerdir. Çünkü emr-i celîl-i peygamberîye kasden muhâlif sözler söyleyenlerin, ıkâba dûçâr olacakları muhakkakdır.

Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'nın "Yap" buyurduğunu inkâr eden, O'nun söylemediğini söylemiş gibi göstermeğe yeltenen veya zât-ı risâletpenâhîlerine yalan isnâd etmek cür'etinde bulunanların, cehennemde oturacakları yeri peşinen hazırlamaları, hadîs-i şerif ile ve kesin olarak beyân buyurulmuş ve ümmet-i Muhammed'in bundan son derece sakınmaları lüzûmu hatırlatılarak bazı gâfiller ve câhiller uyarılmışdır. Binâenaleyh, hadîs-i şerîfler konusunda behemehal hadîs âlimlerine mürâcaat eden kişiler ârifdir. Netekim, makbûl ve mu'teber tefsîrlere bakmadan Kur'ân-ı Kerîm'e ve âyât-ı celîleye şahsî ve indî yorumlarla ma'nâ vermeğe cür'et edenlerin de helâk olacakları muhakkak ve mukadderdir. Her iki hâlden de Allahu Teâlâ'ya sığınırız.

Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuuşlar ile çağırayım Mevlam seni

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder