Sayfalar

21 Mart 2021 Pazar

Sôfîler Kitâbullah'a ve Sünnet-i Resûl'e Bağlıdır

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin 1981 senesindeki Amerika seyahatinde, Molla Kasımlığa soyunan birileri, Efendi Hazretlerinin Aşk Yolu Vuslat Tarîki adlı eserinden bazı iktibaslar yaparak, akılları sıra tasavvufun şerîata aykırı olduğunu göstermek ve Efendi Hazretlerini sigaya çekmek için bir takım maksadlı sorular sormuşlardı. Efendi Hazretleri de onların sorularına tek tek doyurucu cevâblar vermişlerdi. Biz bu mülâkâtın hem ses kaydını hem de yazılı hâlini "Sôfîlik ve Semâ - Mülâkât - 15 Aralık 1981" başlığıyla yayınlamışdık.

Efendi Hazretleri aynı gün ikinci bir fasılda aynı konuda uzun bir beyânât daha verdiler. İşte bu sayfada bu beyânâtı bulacaksınız :

Sôfî kelimesine bir çok ma'nâlar vermişler fakat en kestirmesi, kalbi safâya eren, yani Hakk sevgisinden gayrı sevgiyi kalbinden çıkaran kimse demekdir. Ve kalbini sâfiyete erdiren, temizleyen, tathîr eden kimse demekdir. 
Sôfî kelimesine çok çok ma'nâlar vermişler. Bidâyetde, ashâb-ı kirâmda ve tâbiîn zamânında bunlara sôfî tabir edilmiyor da zühhâd ve ubbâd tabir ediliyor. Ubbâd yani ziyâdece Allah'a ibâdet edenler. Zühhâd da kanaâtkâr insanlar. Yalnız burada bir ma'nâ var ki, meselâ bunlar, kenara çekilip böyle oturan kişiler değil bunlar. "Lâ ruhbâniyyete fi'l-islâm" yani İslâm'da ruhbâniyyet yokdur, buna dikkat ediyorlar. Bunlar her türlü cihâda hâzır olan kimseler. Bu sözümü neyle isbât edebilirim. Hicrî yüz tarihinden sonra, fütuhât-ı islâmiyye genişlemişdir. Meselâ Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem zamânındaki olan araziye yani islâm elindeki araziye göre, Ebâbekir Sıddîk zamânında daha genişlemiş, Hazret-i Ömer zamanında daha genişlemiş, Hazret-i Osman zamanında daha genişlemiş, sonraki zamanlarda daha da tevsi' etmişdir. Eğer zühhâdlık ve ubbâdlık yani sôfîlik, bir tembellik, bir kenara çekilme, bir ruhbâniyyet olsaydı, ilerleme olmazdı memleketde. Yani tevsi'-i bilâd ve neşr-i islâm olmazdı. Yani Arabistan çöllerinin köşelerinde yâhud Bağdad'ın hurma dallarının gölgesinde kalırdı. 
Bir memlekete asker girmeden evvel, islâm sôfîleri girmişdir. Yani zühhâd ve ubbâd girmiş, halka İslâm'ı sevdirmiş, ondan sonra asker girmişdir. Yani kaleler İslâm'a kılıçla açılmamışdır, muhabbetle açılmışdır. Bunu da târihen isbât etmeğe kâdiriz.

İki. Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi veselleme Cebrâil soruyor, diyor ki, "İslâm nedir, îmân nedir ve ihsân nedir?". Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, İslâm'ı tarif ediyorlar. İşte beş vakit namaz, senede bir ay oruç, zekât ve hacc. "Îmân nedir?". Allah'a ve peygamberlere ve kitaplara ve meleklere, hayrın ve şerrin takdîr-i ilâhî ile olduğuna ve öldükden sonra dirilmeğe diyerek, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem îmânın esaslarını söylüyorlar, sayıyorlar. Gene Cebrâil aleyhisselâm soruyor, insan şeklinde görünüyor Peygamber'e, diyor ki Peygamber sallallahu aleyhi veselleme, "Ahbirnî ani'l-ihsân, bana ihsândan haber ver". Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, "Her ef'âl ü harekâtında ve ibâdet ü tâatında, Hakk'ı sen görmesen dahi, Allah'ın seni gördüğünü bilerek, bu yakîn ile ibâdet etmendir" diyor. 
İşte sôfîlik insanlara bu yakîni getiriyor. Bidâyeti bu. Ama nihâyetde bir âlem var ki o âlem, ne lisâna gelir, ne kaleme gelir, ne kelâma gelir. Bir lezzetdir o. Lezzetin ifâdesi güçdür. Meselâ, gülün kokusu tarif edilmez, cimâ'ın zevki tarif edilmez. Şekli tarif edilir, zevki tarif edilmez. Lisân bundan âcizdir. Sôfîde bir hâl vardır, Allah'la buluşma, Allah'la buluşma hâli vardır ki yani kula yakîn olan Allah'a kul öyle bir yaklaşır ki, öyle bir hâdise olur ki, bunu ne kalem ifâde edebilir, ne kelâm ifâde edebilir. Tadan söylemez, tatmayan bilmez. Bu hâli de ehl-i şerîat olan kimse bilemez. Yani bidâyetde olan bir kimse, intihâda olan kişinin hâline vâkıf olmaz, olmasına imkân yokdur. 
Öyleyse hak ve hakîkat birdir fakat elfazda ihtilâfâtımız var. Birbirimizi anlayamadığımızdan dolayı ihtilaf ediyoruz. Yoksa İslâm bir nûrdur ve tevhîd dînidir. Sôfîsi, zâhidi, âbidi, mücâhidi, hepsi yek vücûddur. Ama bir vücûdun azâları gibidir. Kimi baş mesâbesinde, kimi göz mesâbesinde, kimi kalb mesâbesinde, kimi kulak mesâbesinde, kimi el, kimi ayak mesâbesinde, kimi sol el mesâbesinde, kimi ayak mesâbesinde, kimi batın mesâbesindedir. Ama hepsinin de birbirine ihtiyâcı vardır. Ama sôfiyye kalbiyse vücûd-i islâmın, ehl-i şerîat gözüdür, tefekkürü ulemâsıdır. Süfehâsı da vücûdun süflî yerleri gibidir. Ama süflînin ulvîye, ulvînin süflîye ihtiyâcı vardır. Bunu unutmamalıdır.

Sôfîlik ne zamandan beridir diye sorulmakda. Biz de bunun kelâmullah ile berâber, yani nüzûl-i Kur`ân ile berâber İslâm'da tasavvufun başladığını yukarda âyetlerle söylemiş idik. Sôfîlik ve tasavvuf kalb tasfiyesi, nefis tezkiyesi ki Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, "قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ kad eflaha men tezekkâ" buyurmuşdur. Yani "Nefsini tezkiye eden, kötü sıfatlardan temizleyen, kalbini tasfiye eden yani Hakk'dan gayrını kalbinden çıkaran, felah buldu" buyurmakdadır. Sôfîler de esmâ-yı zikr ile kalblerini tasfiye ve Allah'a lâyık bir kalbe mâlik olmayı arzu ederler ve gâyeleri budur. Zâten zikrullahda da niyet, "İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbi", yani "Yâ Rabbi maksûdum sensin, matlûbum senin rızândır, taleb etdiğim şey senin rızândır" diye niyet edip başlarlar. Yine semâ'a "neveytü'l-vecd" diyerek yani vecde niyet ederek başlanır. 
Belki benim bu sözüme itiraz edecek bulunur ama şöyle söyleriz. Tasavvuf Kur`ân'la sâbit olup, dikilen İslâm ağacının, tevhid ağacının istikbalde meydana gelen meyvasıdır. Mezhebler gibi. Peygamber zamanında tasavvufun olmadığını bana söylerlerse, mezhebler de yokdu. Çünkü o vakit ne tasavvufa ne mezhebe ihtiyaç vardı. Bizâtihî Fahr-i Risâlet yani Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin nebîsi bize Kitâbullah'ın maddî-manevî yani zâhirî ve bâtınî ma'nâlarını bizlere tevîl ve tefsîr ediyordu. O'nun ef'âl ü harekâtı Kur`ân'ın tefsîriydi. Sonra işte bu İslâm ağacı, îmân ağacı dikildi ki, Cenâb-ı Allah Sûre-i İbrâhim'de de öyle söylüyor, tevhîd ağacı dikildi, bu ağaç, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem zamanında dikilen bu ağaç, sonra zamanla meyva verdi. Mezhebler meyvası verildi, tasavvuf meyvası verildi. Belli bir güne kadar bu meyva zühhâd ve ubbâd nâmıyla devâm ederken, sonra tasavvuf ismi verildi. Yoksa hepsi Kur`ân'da mevcûd, Kur`ân'la berâberdir.
Hattâ diğer dinlerin de tasavvufları vardır. Çünkü onlardaki de semâvî kitâblardır fakat tahrîfe uğramışlardır. Tahrîfe uğramayan Tevrat'da olsun, Zebûr'da olsun, İncil'de olsun, diğer peygamberlerin suhufunda olsun, bu beyân edilmişdir ki Kur`ân bunu bize haber vermekde. "اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى inne hâzâ lefî's-suhufi'l-ûlâ, suhufi ibrâhîme ve mûsâ". Allahu Teâlâ, Suhuf-i İbrâhîm'de ve Tevrat'da olduğunu da, yani tezkiyenin böyle olduğunu da, Allah Kur`ân'da haber vermekdedir.

 

Tasavvuf riyâyı ihlâsa, insanda bulunan gadabı hilmiyyete çevirmeyi ve gadabın nerede kullanılacağını göstermekdedir. Hiç gadabsız değil ama şerîata uygun yerlerde yani küffâra karşı gadablı olacağını, mü'mine karşı, "ezilletün ale'l-mü'minîn", mü'mine karşı zelîl olacağını talîm buyurur. Ulemâdan bir zât bana, bana karşı gelen dervîşler, benim elimi öpmek için yâhud bana tazim etdikleri vakit, "Bu ne zilletdir" diye bana söyleyince, ben kendisine şöyle cevâb verdim. Mü'minler, "اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ ezilletün ale'l-mü'minîn eizzetün ale'l-kâfirîn" yani mü'mine karşı zilletli kâfire karşı izzetlidir. 
Yine Sûre-i Fetih'de Cenâb-ı Hakk, "اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ eşiddâu ale'l-küffâri" diyor, küffâra karşı şiddetlidir mü'minler diyor. Yani meydân-ı harbde, harb meselesinde. Eyyâm-ı sâirede bir müşrikle konuşsa bir adam, ya bir kâfirle konuşsa, ya bir münkirle konuşsa, ya bir ehl-i kitâbla konuşsa, ona karşı tatlı tatlı sözlerle onu Hakk'a davet etmesi lâzım gelir. Esteîzübillah, "اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ üd'u ilâ sebîli rabbike bi'l-hikmeti ve'l-mev'ızeti'l-haseneti ve câdilhüm billeti hiye ahsen" buyuruyor Allahu Teâlâ Kur`ân'da. Garib garib sözlerle, çirkin çirkin kelâmlarla, kalbi incitici, kalbi yıkıcı sözlerle Hakk'a davet edilmez. Tatlı sözle, güler yüzle, veciz kelâmla, insanları ikna ede ede, sevdire sevdire, îmâna davet etmek, Allah'a davet etmek lâzımdır ki bu da sôfîlerin işidir. Zâhidân bu hususda biraz sertdir. Zâhidlerin silâhı elde, sôfîlerin silâhı dilde ve gönüldedir. Birisi gönül avcısıdır. Yani sôfîler gönül avcısıdır, adamı çalarlar. Haberi olmadan adamı çalarlar.

"Kul ile Allah arasında fark kalmaz" diye bir şey olmaz. Kul kuldur, mahlûkdur, Allah Hâlık'dır. Ama Cenâb-ı Hakk kuldan tecellî ederse ona bir sözümüz yokdur. Böyle olmasına rağmen, kul yine de mahlûkdur. Ama tecelliyât-ı ilâhî, kâinâtda herhangi bir şeyden, meselâ eşcârdan, şecerden yani ağaçlardan ve taşlardan da olabilir. Hazret-i Allah, Hazret-i Mûsâ'ya şecere-i mübârekeden tecellî etmişdir. Allah, ateşden tecellî ettiğini de Sûre-i Tâhâ'da haber veriyor. Cenâb-ı Hakk, Kur`ân-ı Kerîm'de bir yerde şecere-i mübârekeden, bir yerde de ateşden tecellî ettiğini haber vermekdedir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk ateşden tecellî eder, ağaçdan tecellî eder de, insandan tecellî etmez mi ki mahlûkâtın en ekmeli insandır. Ama hiç bir zaman insan, Allah olmaz. İnsan mahlûkdur, Hakk Hâlık'dır. Fakat Hakk Teâlâ, mahlûk olan kuldan tecellî edebilir. Allah buna da kâdirdir. Eğer yapamaz dersek, Allah'a noksan sıfat isnâd etmiş oluruz ki öyle Allah olmaz yani öyle ilâh olmaz. Allah dilediğini yapar.

Muhârebelerde düşmanla gazâda, nakkâre vurur, zurna çalar, def vurulur. Bu, bugüne kadar islâm memleketlerinde, islâm ordularında cârî olmuşdur. Düne kadar, İslâm'ı muhâfaza ve müdâfaa eden Osmanlı İmparatorluğunun mehter alayları vardı. Bunlar çalgı çalarlardı. Ama çalgının mubah kısmı vardır, haram kısmı vardır. Eğer hepsine birden haram diyecek olursak, zinâ ile cimâ'ı birbirinden ayırmış olmayız. Cimâ ile zinâ aynı fiildir, bir kadınla bir erkeğin ictimâ'ıdır. Ama birisi meşrû biri gayr-i meşrûdur. Çalgı da böyledir. Bir kısmı meşrûdur ki o nedir? Şehveti tahrîk etmezse, insanları kötülüğe ve hayvâniyyete sevketmezse mubahdır bu. Ama insanları kötülüğe ve hayvanlığa teşvîk ederse, o vakit haramdır. İşte bu da birisi zinâ kısmı gibi, biri cimâ kısmı gibidir. Mubah olan cimâ kısmı gibidir. Katil ile gazâ da fiilde birdir. Birinde adam öldürürler, kısas lazım gelir, birinde adam öldürür, gâzî olur. Allah gâzîlerin atının nalından çıkan kıvılcıma yemîn eder. 
Ama sôfîliği bilmeden, ben sôfîyim diyen, câhil insanlar bulunabilir. Tabii elbet ki bunu da düşünmek lâzımdır. Yangın kıvılcımdan çıkar. Yani bir adam evvelâ taklîd sonra tahkîke erer. Şirkden tevhîde gidilir. Riyâdan ihlâsa vâsıl olur. Meyva yavaş yavaş kemâle geldiği gibi, sôfîyim idyen zâtda ibtidâda ham olabilir. Ama zamanla bu adam ne olur, pişer ve meyva olur, yenecek hâle gelir. Gene kezâ böyle, yani ehl-i şerîat olan zevât-ı âlî-kadir, onlar da böyledir. Birçokları bidâyetde kıblegâhını da bilmezler. "Nereye secde ediyorsun" diye sorsan, "Kabe'ye" der. Kabe'ye secde eden müşrikdir, Kabe'nin duvarına secde eden adam. Allah'a secde eden mü'mindir. Ama ilk şerîatçıya sorsan, "Nereye secde ediyorsun?" diye, "Kabe'ye secde ediyorum" diyecek ki, o vakit Allah'a şirk koşmuş olur., Kabe Allah'ın şerîki olmuş olur. İnsan Kabe'ye yönelir, Allah'a secde eder. Ama ehl-i şerîat bidâyetde bunu bilmez. Sonra yavaş yavaş bunun farkına varır. Herşey böyledir, ibtidâdan a'lâya doğru çıkmak lâzım gelir. İnsanın kendisini yetiştirmesi lâzım gelir. Yani ehl-i tasavvuf ile ehl-i şerîat arasında hiçbir fark yokdur, ancak bunların farkı elfazdadır. 

Hani Hazret-i Mevlânâ'nın söylediği gibi, birisi demiş engür alalım, biri demiş  zebîb alalım, biri demiş üzüm alalım, kavga çıkmış aralarında. Tabii bunu ma'nâlarını bilmiyorlarmış. Sonra üçü de isteklerini alıp gelince hepsinin üzüm olduğunu görmüşler. Herkes Hakk'a yönelmişdir. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" diyen bir kimse, nasıl olur da Kur`ân'ın getirdiği ahkâm-ı ilâhîye muhâlif olabilir ve ona itiraz eder. Hattâ bir adam şerîatın emirlerini yapmasa âsimdir ve günahkârdır ama günahlar küfrü mûcîb değildir. Ama yapmazsa zelîl olur ve günahkâr olur. Ama münkiri kâfir olur, dinden dışarı çıkar. Meselâ "beş vakit namaz yokdur" dese bir adam, kâfirdir. Ama kılamıyorum dese, farzdır ama kılamıyorum dese günahkâr olmuş olur. Allah'ın rahmetine kalmış bir işdir. İmkânı var mı ki bir sôfî kalksın da şerîatın ahkâmını tebdîle kalksın yâhud şerîatı inkâr eylesin. Bu imkânsızdır. Şerîat kapısından geçilmeyince, tarîkat kapısına vâsıl olunmaz. Tarîkat kapısından geçilmeyince hakîkat kapısına nâil olunmaz. Hakîkat kapısından geçilmeyince, marifet kapısına insan ayak basamaz. Zâten bütün sôfîlerin, getirdikleri deliller Kur`ân'dandır ve Sünnet-i Resûl'dendir. 
Bugün, Mısır ulemâsı fetvâ vermeseydi, ilâhiler ve kasîdeler nasıl çalgıyla okunurdu? Bunca evliyaullah gelmiş. İbn Teymiyye merhûm geldi sôfiyyenin zikrini yâhud semâ'ını men' etdiyse, bir alay da etmeyen ulemâ var. Yani ona ittibâ edip onların hepsini yalanlayıp, tekzib mi edeceğiz? Hiç olmazsa siz tekzib eiyorsanız biz tekzib etmiyoruz, iki taraf birbirini tutsun hiç olmazsa. 
Biz, İbn Teymiyye Hazretlerinin Minhâcü's-Sünne kitâbında bizim aleyhimizde olan şeyleri çok gördük. Ulemânın hakkıdır. Ulemâ, zâhire göre hükmetmekle mükellefdir. Öyle yapmazlarsa zâten âlim olmazlar. Onlar, şerîatın polisleridir. Biz bir yolsuzluk yaparsak, onlar bizi hak yola davet ederler. Sôfiler sarhoş gibidir. Bir donanma gecesinde dolaşan sarhoş gibidir. Ulemâ ise polis gibidir. Nasıl ki bir bayram gecesi sarhoşun birisi kafayı çekmiş, biraz hudûdu aşarsa, polis gelir onu edebe davet ederse, biz sôfîler de şarâb-ı aşk-ı ilâhî ile sarhoş olduğumuzdan bazen ipin ucunu kaçırırız, kaçırınca da ulemâ polis mâhiyetinde olduğundan, gelip bizi îkâz ederler, biz de onların sözünü dinleriz. 

Sôfiyye ordusu büyük bir yekûn teşkil etmiş ve dünyâda bulunan bütün insanları, İslâm dîninin tetkîkine celb etmişdir. İşte Mevlânâ önümüzde, İşte İbn Arabî. İşte Abdülvehhâb Şarânî'ler. Daha nice böyle sayacağımız binlerce zevât-ı âlî-kadir vardır. Bunlar hepsi sôfilerden yetişmiş insanlardır. 
Hemen böyle kaldırıp dîni dar bir çerçeveye sokmak, doğru bir şey değildir. Çünkü bu dîn, öyle bir dîndir ki, son dîndir, her cemiyete bu dîn hitâb edebilir. Her cemiyete hitâb edebilir bu dîn. Onun için bazısını sôfîlikle, bazısını şerîatla davet ederiz. Zâten insanlar da bir meşrebde değildir. Kimisi şerîatın umdelerini tutmakdan, onlara ziyâde hürmet etmekden zevk alır, kimisi aşkdan, kimisi muhabbetden, kimi sadakâtdan, kimi yardımdan. Bu böylece bir vücûdu teşkîl etmiş olur. 
İslâm'a davetde bir çok yönler vardır ve bugün dar görüşlülüğü terk etmek lâzım gelir. Kimisi İslâm'a mûsıkî ile davet edilir, kimisi şiirle, kimisi kasîdeyle, kimi itikadla, kimi îmânla. Bu şekilde davet edilebilir, dar görüşlülüğe lüzûm yok. 
İslâm'ın şerîatı da güzeldir, tarîkatı da güzledir, hakîkati de güzeldir, marifeti de güzeldir, kutbiyyeti de güzeldir, kurbiyyeti de güzeldir, ubûdiyyeti de güzledir. İslâm'ın her şeyi güzeldir, hiç noksanlığı yokdur. Ama herkes bir dalını tutmuş, İslâm orası zannediyor. Hani a'mâların fili tutduğu gibi. A'mânın birisi filin kulağına yapışmış, sormuşlar, demiş, "Fil sofra bezine benzer" demiş. Diğer bir a'mâ filin bacağını tutmuş, "Fil nedir?" diye sormuşlar, "Sütuna benzer" demiş. Bir a'mâ filin hortumunu tutmuş, ona sormuşlar, "Fil neye benzer?" diye, demiş ki, "Fil boruya benzer" demiş. Bir a'mâ filin kuyruğunu tutmuş, sormuşlar, "Fil kamçıya benzer" demiş. Yani İslâm'ı bir fil olarak kabûl etsek, herkes bir tarafını tutmuş, İslâm'ı o zannediyor. Halbuki hepsi İslâm'da ama İslâm'ın kâmili değildir. Ancak böylece kemâle erebilir. Böyle tarif edebiliriz.

İslâm beş şey üzerine binâ kılınmışdır, bunları biz kabûl ediyoruz. İşte meselâ ben, adam kıtlığında, şeyhim, beş vakit namaz kılarım. Hattâ nevâfil de yaparım. Meselâ Duhâ namazı, Resûlullah yapmış, teheccüd namazı, onu da kılarız. Ve Sünnet-i Resûl'ü de terk etmeyiz. Yani Araplar gibi de değil, yalnız farzı kılıp gidenlerden değiliz biz. Sabahı dört kılarız, iki rekat sünnet, iki rekat farz. Öğleyi on rekat kılarız, dördü sünnet, dördü farz, ikisi son sünnet. İkindiyi sekiz rekat kılarız, dördü sünnet-i gayr-i müekkede, dördü farz. Akşam namazını beş rekat kılarız, üçü rekatı farz, iki rekatı son sünnet. Yatsı namazını on üç rekat kılarız, dördü sünnet-i gayr-i müekkede, dördü farz, ikisi son sünnet-i müekkede, üçü salât-ı vitir olarak kılarız. Ondna gayrı teheccüd namazı kılarız, duhâ namazı kılarız, tesbîh çekeriz, bunları hep yapıyoruz. Ondan sonra Ramazan'da bir ay oruç tutarız. Bak ben sôfîyim ama şerîatı inkâr etdiğim yok, kabûl ediyorum. Ve orucu da seve seve tutarız. Üstelik oruç tutarak yalnız yemeyi, içmeyi ve cinsî münâsebeti kesmeyiz, yedi azâmıza oruç tuttururuz. Gözümüzle harama bakmayız, elimizle haramı tutmayız, yemeyiz, içmeyiz, uçkurumuza sâhib oluruz, kalbimize de Hakk'dan gayrını sokmamaya gayret ederiz. Zekât veririz. Ben şeyhim ve sôfîyim diye, zekâtı inkâr edenlerden değiliz. Malımızın kırkda birini, Allah'ın emri üzere, fukarâya tasadduk ederiz. Hac dersen haccı da yapdık, elhamdülillah on bir sefer haccım var. Kelime-i şehâdet de getirdik, işte mü'miniz. Yani kabahatimiz bir semâ' etmek mi, düdük çalmak mı? Ya dînin direği olan namazı terk edenlere ne dersiniz? Zekâtı vermeyenlere, Kabetullah'a insanları parayla sokanlara ne dersiniz? Yani benim düdüğüm sizin gözünüze batıyor da, benim defim sizin kafanızı şişiriyor da onların yapdığı bu gizli düdük, gizli davul sizin kafanızı şişirmiyor mu?
Onun için müsâmaha ile davranınız. Belki yapdığımız şerîata mugâyir gibi görünse de, değildir ya, mugâyir görünse, gene şerîatın kendisindendir ve şerîatı teyîd içindir.
Tasavvuf sâf-ı dilden Hazret-i Allah'a dönmekdir
Tasavvuf ıstılâhâtı ile sanma öğünmekdir
Tasavvuf emr-i billâh ile dâim olmak elbetdir
Yalınız sanma elfâz u ibârât beğenmekdir
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder