Sayfalar

20 Mart 2021 Cumartesi

Sôfîlik ve Semâ' - Mülâkât - 15 Aralık 1981

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin 1981 senesindeki Amerika seyahatinde, Molla Kasımlığa soyunan birileri, Efendi Hazretlerinin Aşk Yolu Vuslat Tarîki adlı eserinden bazı iktibaslar yaparak, akılları sıra tasavvufun şerîata aykırı olduğunu göstermek ve Efendi Hazretlerini sigaya çekmek için bir takım maksadlı sorular sormuşlardı. Efendi Hazretleri de onların sorularına tek tek doyurucu cevâblar vermişlerdi. 

Mülâkâtın başında, "Sôfîlik nedir, nasıl başlamışdır ve iddiâsı nedir?" şeklinde birbirine bağlı olarak olarak sorulan sorulara Efendi Hazretleri şu cevâbı vermişlerdi :
Sôfîlik, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb ederek bize bizden yakın olan Allah'ı yakîn ve ihsân ile bilmedir. Sôfîlik, Kur`ân-ı Kerîm'in nüzûlü ile başlamışdır. Zîrâ Kur`ân-ı Kerîm'de, "قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى kad eflaha men tezekkâ, nefsini tezkiye eden felâh buldu" buyurulmakdadır. Sôfîlik de tezkiye-i kalbdir ve tezkiye-i nefsdir, öyleyse sôfîlik Kur`ân'la berâber başlamış demekdir.  
Sôfîliğin iddiâsı yokdur. Yalnız şerîat-ı garra-yı Ahmediyye'nin emirlerini seve seve yapmak ve yaptırmak sôfîliğin vazîfesidir. Zîrâ Kur`ân'ın emirleri ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin kelâmı, nefse acı gelir, ağır gelir. Yani şerîat, bidâyetde cevizin acı kabuğu gibi gelir. Meselâ hasta adama balın acı gelmesi gibi. Halbuki şerîatın emirleri tatlıdır. Fakat kişi hasta olunca, bal nasıl ki hastaya acı gelmekdedir, şerîatın emirleri de kişiye o şekilde ağır gelmekdedir. Binâenalâzâlik, sôfîlik, tezkiye-i kalb ve tasfiye-i ahlâk ettikden sonra, ibâdet ve tâatı muhabbetle, Allah'a sevgiyle yapmakdır, angarya gibi değil, güçlükle değil, muhabbetle yaptırmayı tavsiye eder. Sôfîliğin iddiâsı yokdur çünkü herkes sôfî olamaz. Her sôfî ehl-i şerîatdır fakat her ehl-i şerîat sôfi değildir.
Efendi Hazretleri, vahdet-i vücûd hakkındaki ikinci soruya da, şu cevâbı verdiler :
Bütün mevcûdât "minallah-ilallah"dır yani Allah'dan gelmişdir, yine Allah'a gider ve gene bu âlemde de Allah ile kâimdir. Hakk olmasa, kâinât olmaz. Bütün mevcûdât yani gördüğümüz mahlûkât, "minallah-ilallah"dır yani Allah'dan gelmişdir, Allah halk etmişdir ve yine Allah'a rücû' edecekdir. Kalb tasfiye olunca, nefs tezkiye olunca elbet ki insanda bir takım hâlet zuhûra gelecekdir. Çünkü Hazret-i Allah Celle Celâluhû, Mûsâ Peygamber Cenâb-ı Hakk'ı görmek istediği vakit, "Yâ Mûsâ! Sen beni göremezsin. Ben dağa tecellî edeceğim, eğer dağ beni görmeye kâdir ise sen de beni görebilirsin" buyurmuşdu ve tecellî etdi ve dağ paramparça oldu. Yani tecellî-i ilâhîyi dağ kaldıramıyor. Fakat insanoğlu dağdan çok kavîdir. Zîrâ insan, âlem-i kübrâdır. Nefs tezkiye olunca, kalb tasfiye olunca, Hakk Teâlâ'nın tecelliyâtı olur. Zâten Cenâb-ı Hakk bize bizden yakındır. Gene Sûre-i Kaf'da "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verîd" yani "Ben size sizden yakınım" diyor. Böyle olunca, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb ile kul Hakk'a kurbiyyet peydâ eder. Hattâ hadîs-i kudsî vardır ki, "Kulum bana nevâfil ile öyle yaklaşır ki söylediği söz ben, gördüğü göz ben olurum" diyor Cenâb-ı Hakk. Öyleyse bak, demek ki, bu şekilde tecelliyât-ı ilâhî oluyor ve insan da bunu kaldırabiliyor.

Efendi Hazretleri, fenâfillah yani Hakk'da yok olmak meselesi hakkında sorulan üçüncü suâle de şu cevâbı verdiler : 

Hak ve hakîkat olunca, zıll ü hayâlden ibâret olan beşer, tabii ki hak ve hakîkatin yanında yok olmakla mükellefdir. İnsan, Hakk'la kâimdir fakat Hakk'dan geldiğini bilince esâsa rücû' ettiği vakitde kendi yok olur. İşte az evvel yukarıda beyân etdiğim gibi, ki yukardakinin tefsîri bu, Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarına öyle tekarrüb eder ki, kulun söylediği söz Allah'ın sözü, gördüğü göz Allah'ın gözü olunca ne oluyor? İnsan yok oluyor ki Hakk ondan zâhir oluyor.

Ehl-i şerîat ile sôfîler arasındaki ihtilafa dâir bir soru üzerine Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :

Şerîatçılarla sôfîlerin arasındaki ihtilâfât, elfâzdadır, ma'nâda değildir.  Şerîatçılar bidâyetdir, sôfî nihâyetdir. İlk mekteb talebesi üniversite talebesinin dersini anlayamaz, kavrayamaz. Ama ma'nâ birdir, elfâz ayrıdır. Meselâ, farazâ vatan sevgisi ilk mektebde de verilmekdedir, üniversitede de verilmekdedir. Yâhud insan sevgisi. Ama ilk mekteb talebesinin kavradığıyla üniversitede okuyan talebenin, insan sevgisini, insaniyyet sevgisini kavrayışı ayrı ayrıdır. Ma'nâ bir fakat elfâz ayrıdır. Herkes kendi istidâdına göre o şeyi kavrayabilir. Ondan dolayı bütün muhâlefet elfâzdadır. Ma'nâmız Kur`ân ve Sünnet-i Resûl'dür, sallallahu aleyhi vesellem. 

Ehl-i şerîatın dünyâyı dârü'l-a'mâl kabûle tmelerine karşılık sôfîlerin dünyâyı dârü'l-azâb kabûl etmeleri hakkındaki soruya Efendi Hazretleri şöyle cevâb verdiler : 
Gene Cenâb-ı Hakk'ın Kitâb-ı Kerîmiyle, Allah, dünyâ hakkında "metâu'l-gurûr" ve "metâun kalîl" buyurmuşdur ve ebediyyetin saâdet olduğunu beyân eder. Gurbetde olan bir kimse, vatan-ı aslîsini özler. Biz bedenen dünyâ insanıyız ama "وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي ve nefahtü fîhi min rûhî" âyetine istinaden, rûhen arşîyiz. Gurbetde olan bir kimse, vatan-ı aslîsini özlediğinden dolayı gurbet onun için dârü'l-azâbdır. Şerîata gelince, ki biz şerîat ehlinin de görüşünü kabûl ederiz. Neden? Çünkü "ed-dünyâ mezrû'atül âhire"dir, dünyâ âhiretin tarlasıdır. Yani insan burada ne ekerse âhiret âleminde onun biçecek ve "tecîdûhu indallah" yani Allah indinde onu bulacakdır. Biz bunu da kabûl etdikden sonra, bunun fevkinde olarak, vatan-ı aslîyi arzu etdiğimizden, yani gurbetde bulunduğumuzdan dolayı, dünyâyı dârü'l-azâb farz ederiz.

"Allah'dan başka bir şey yok demekle, yaradan ile yaratık arasındaki farkı ortadan kaldırıyorlar. Bu Kur`ân'ın öğretdiklerine aykırı değil mi" diye sorulunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hayır, hiç aykırı değildir. Gene burda da elfâzda ihtilâfımız var, ma'nâda ihtilâfımız yokdur. Bütün mevcûdât "minallah-ilallah"dıri Allah'dan gelmiş, Allah'da yok olacakdır. Böyle olunca abdiyyet ile mabûdiyyet arasında bir birleşme yeri vardır ki o da secdedir. Kim Hakk'a secde ederse, o kimse Allah'a tekarrüb eder. Biz onu inkâr edenlerden değiliz. Binâenalâzâlik, "Lâ mevcûde illâ hû", bütün her şey arızî ve fânîdir ancak Allah vardır demekdir. Yoksa mevcûdât Hakk'la berâber değildir. Birisi Hâlık, birisi mahlûkdur. Binâenalâzâlik Hâlık ile mahlûk arasında çok fark vardır. 
Yalnız şu vardır ki, a'mâl-i sâlihât icrâ eden ve îmân ile göçenler cennetde ebedîdirler, veyâhud küfür üzere göçenler azâbda ebedîdirler. Hakk da ebedîdir. Binâenalâzâlik ne oluyor şimdi? Biz Hakk'la berâber oluyoruz ve gene Hakk'la ebedî kalıyoruz. "Nahnü ezeliyyün ve ebediyyün". Hem ezelde Hakk'la berâberiz, Hakk'dan zâhir olduk, ve nihâyetde de Hakk'a rücû' ediyoruz, gene ne oluyor mevcûdât? Hakkl'a berâber ezelî oluyor. Eğer mü'minlere cennet vaad olunmuş ve ebedîyse, cennet ebedî, cehennem de ebedî ise, kâfirlere vaîd olunmuş, böyle ebedî olunca ne oluyor şimdi? Ebedde birleşiyoruz Cenâb-ı Hakk'la.
"Hakk'dan gayrı bir şey yok" demek, Cenâb-ı Hakk istediği vakitde bunu yok eder, ancak Allah vardır, o ma'nâyadır. Gene burada ma'nâ ne oluyor? Elfâzda ihtilâfât oluyor, ma'nâda ihtilâfât yok. Görüş farkı, anlayış farkı. Yoksa, "Lâ mevcûde illâ hû"dur, Hakk'dan başka bir şey yokdur. Kim diyebilir Hakk'dan başka bir şey var diye. "İşte ben varım sen varsın". Hakk bizimle berâberdir, "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verîd". "هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ hüvel evvelü vel âhirü vez zâhiru vel bâtın". "Evvel O'dur, Âhir O'dur, Zâhir O'dur, Bâtın O'dur" diyor Allah Kur`ân-ı Kerîm'de. Ama biz arızîyiz, muhdesiz. Cenâb-ı Hakk'dan gayrı bir şey yok demek, Allah istediği vakit bunu yok eder ve tekrar halk edebilir, o ma'nâya.

Efendi Hazretleri, semâ' ve mûsıkî hakkındaki soruya da şu cevâbı verdiler : 
Semâ'ın câiz olduğunu Hüccetü'l-İslâm İmâm-ı Gazâlî'de İhyâu Ulûm'unda bunu haber vermiş. Çalgılara gelince, çalgılar hakkında Kur`ân-ı Kerîm'de, ne emir vardır ne nehiy vardır. Ne çalmayın diye bir emir var, çalgı çalmayın diye, ne çalın diye bir emir vardır. Varsa göstersinler, hangi âyetde varsa Kur` ân'da. Kur`ân-ı Kerîm'de çal diye emir yok, çalma diye de emir yok. Öyleyse insanların meşrebine bırakılmışdır. Mûsıkînin haram olduğu kısım vardır, mubah olduğu kısım vardır. Şehvânî, insanları şehvete sevkeden, hayvâniyyete iten mûsıkî haramdır. Her şeyde haram olduğu gibi. Ama insanları Hakk'a götüren tefekküre sevkeden ve insâniyyeti tattıran bir mûsıkî elbet ki insanı Hakk'a yüceltir. İşte burada okunan Kur`ân-ı Kerîm mûsıkî ile okunur, okunan ezân mûsıkîyle, makâmla okunur. Bunun da sebebi, mûsıkî hayvanlara bile tesîr ediyor, insanlara niye tesîr etmesin. Deve mûsıkîden en fazla anlayan bir hayvandır. Arap üzerine yükünü yükler ve çöle çıkar, üç ay "yâ lelli, yâ lelli, yâ elli", deve onun sesiyle gider. Hayvana tesîri olunca elbet ki insana tesîri olacağı muhakkakdır. Şehvâniyyet kısmı değil. Şehvâniyyet İslâm'da haramdır. Yani göbek altı mûsıkîsi bizde haramdır. 
"Davul vuruyoruz, zil vuruyoruz" diyor orda değil mi?. Kur`ân-ı Kerîm'de Allah diyor ki, "Her şey beni zikreder" diyor. belki davulun vurması, zilin çalması Hakk'ı zikirden başka bir şey değildir. Mâdem ki bütün mahlûkât, her şey Allah'ı zikrediyor. Cenâb-ı Hakk, "وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ ve in min şey'in illâ yüsebbihû bi hamdihî, bana her şey hamd eder ve beni tesbîh eder, وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ velâkin lâ yefkahûne tesbîhahum, siz onun tesbîhini anlamazsınız" buyuruyor. Belki davulun vurması, belki zilin çalması, Hakk'ı  tesbîhdir, belki değil muhakkak böyledir. Ama Hakk için vurulursa, Hakk nâmına vurulursa bu mubah olur.

Ama bana bu hususda diyecekler ki, "Ashâb-ı kirâm zamânında bu var mıydı yok muydu?". Belki de vardı. Çünkü Uhud Muhârebesinde düşman tarafı Kureyş'in kadınları, kâfire kadınlar gelmişler orda küffâr-ı hâkisârı harbe teşvîk etmek için tabl filan vurmuşlardı. İstikbâlde de müslümanlar bunu aldılar ki, bunu da isbâtımız şununladır, Emevîler zamânında, Abbâsîler zamânında, yani tâbiin zamânında, muhârebelerde zil ve davul vuruldu, nakkâreler çalındı.

Şeytânî âletlerle yapılan mûsıkînin yasak olduğuna dâir İbn Teymiyye'nin bir hadîs rivâyetinden bahsedilince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Âletin kabahati olmaz ki. Bir silah hem gazâ âleti, hem katil âleti olabilir. Âletin hiç bir kabâhati yokdur. Bizim kullanmamıza bağlıdır o iş. İbn Teymiyye rahimehullah Hazretlerinin, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden rivâyet etdiği hadîs-i şerîf, bu ma'nâyadır. Şeytânî ve şehvânî olarak mûsıkî çalınırsa harâm olduğunu beyân etmekdedir. İkincisi, İslâm'dan evvel müşriklerin Kabe'nin etrafında el vurarak ıslık çaldıklarına işâretdir. Biz zikrullahda ne ıslık çalıyoruz, ne de el vuruyoruz.

Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Âişe'nin huzûrunda mugannîlerin çalgı çalıp gınâ etdikleri meselesi muhakkak. Hazret-i Ebûbekir onları susdurduğu vakit, Cenâb-ı Peygamber, "Yâ Ebâbekir, herkesin bir bayramı var, bugün de bizim bayramımız, bırak çalsınlar" diyor. Eğer haram olsaydı, mûsıkî bitdikden sonra da onları men ederdi, "bir daha çalmayın" derdi. Hallbuki Peygamber'in böyle bir menhiyyâtı yok.

Resûlullah'ın Medîne'yi teşrîflerinde Benî Neccar kızlarının def çalıp gınâ etmesinin mûsıkînin cevâzına delîl olarak ileri sürülemeyeceği iddiâsına karşılık Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Benî Neccar kızları mü'mine miydi değil miydi? Mü'mine ise, kadınlar ensâr sayılmıyor mu? Huzûr-i Resûl'de Benî Neccâr'ın kızları, yani ensârdan. Ensâr deyince, Hazret mücerred erkekleri almış, kim aldıysa benim sözümden, ensârın kadınları da ensâr sayılır, îmân eden kadınları. Gene ashâbdan mazhar vuranlar var. Yani def vuranlar var. Hattâ düğünlerde davul çalınması, çalgı çalınmasının ihdâsı emrolunmakdadır. Neden? Sesi duysunlar da kim kimöle evleniyor diye, onun iffeti ırzı meydana çıksın diye, kim evleniyor, kim evlenmiyor, bilsinler diye. 
Buna da müsâade edilmişdir, fetvâlar vardır. İbn Teymiyye Hazretleri bunu böyle külliyen men' etdiyse,  bunun hakkında fetvâ veren birçok şeyhülislamlar vardır, büyük âlimler vardır, ona karşılık olarak. Biz İbn Teymiyye'nin görüşlerine hürmet ederiz, büyük bir İslâm âlimidir. Ama ona mukâbil de şeyhülislamlar var ki, bu husûsâtda cevâz vermişler, fetvâlar vermişlerdir. Benim kitabımın içerisinde, o fetvâlardan birkaç numûne de ben verdim. Meselâ meşhûr Cemâlî Hazretleri, Zenbilli Ali Efendi Hazretleri, Ebussuud Efendi Hazretleri, bugün tefsîri Mısır medreselerinde okunmakda, Ezher'de bile onun eserlerini okumakdalar. Onun verdiği fetvâlar var elimizde. Bâhusûs Fetevâ-yı Ömeriyye var, tamâmen sôfiyyenin semâ'ı hakkında, vurdukları çalgı hakkında, üfledikleri ney hakkında, fetvâlar verilmiş, câiz olduğunu söylemişlerdir. Ama câiz değildir diyen de olabilir. Onu fikrine de hürmet ederiz biz. Ama biz câiz diyerek fetvâ verenlerin tarafındayız.
Zâhid bize ta'n eyleme Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsâne söyleme Hazret'e varır yolumuz
Halvetî yolun güderiz çekilir Hakk'a gideriz
Gazâ-yı ekber ederiz İmâm Ali'dir ulumuz


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder