Bayezid Umûmî Kütübhânesi'nin o zamanlar bir kedi ağılı hâline gelen salonunda titrek ayaklı yayları kopmuş kırmızı kadifeleri solmuş kanepelerin üstünde, okuyuculara pek de yer vermek istemeyen kedilerin arasında muhterem hocanın nûrânî sîmâsı bir ay gibi parlardı. Büyük masanın üstünde fokurdayan çay semâverinin etrâfına dizilen kitâb meraklıları çeşitli mevzular üzerinde konuşurken İsmâil Sâib Efendi omuzundaki iki uyuz kediyi okşayarak bu harâretli konuşmaları dinler gibi görünürdü. Bazı günler vukûa gelen kedi doğumlarında İsmâil Hoca bizzat ebelik vâzifesini yapardı. İlmî müşkillerin hâlli için kütübhâneye gelenler de Hoca'nın gözüne girmek düşüncesiyle böyle anlarda yardımlarını esirgemezlerdi. Sepetin içinde lohusalık hâlini geçirmekde bulunan kör kedi için gözaydına gelenler de olurdu. Her şey tamamdı bir lohusa şerbeti eksikdi.
Bu malûl kediler sürüsü arasında ömrünü bir hastabakıcı gibi geçiren, yalnız ve yalnız kitâblarda tesellî arayan Hoca, bütün dünya üniversitelerinde tanınmış, eşine az rastlanan bir şahsiyet idi. Etrfâfını her zaman bir çok ilim âşıkları çevreler, uzak diyarlardan gelen müsteşrikler, ona bir kütübhâne gibi müracaat ederlerdi. O, muhîtinin bir bilgi mahfili idi. Ona danışmadan verilen ilmî hükümler, ekseriyetle yıkılmaya namzetdi. Târihî, edebî vesîkalar üzerindeki son hüküm onundu. Artık onun verdiği karâr, tam manâsıyla bir temyîz karârı olurdu.
Uzun müddetden beri bulunduğu Türk memleketine bir türlü öğrenemediği Türkçe'den âdetâ vazgeçip, İsmâil Sâib Efendi merhûmdan Arap Edebiyatının esaslarını öğrenmek isteyen müsteşrik Rescher, huşû ile Hoca'nın ağzından çıkacak, meselâ Mütenebbî'ye âid bir beytin îzâhını sabırsızlıkla beklerken, bir esrarkeş dilencinin de titrek bacaklarıyla Hoca'nın karşısında sadaka beklemesi kütübhânenin akşam loşluğu çöken sahnesinde enteresan bir manzara teşkîl ederdi.
İsmâil Hoca, tam manâsıyla bir bibliyofil idi. O, kitâb deryâsının içinde bulunduğu hâlde kitâblara kanmazdı. Sahaflar satamadıkları kitâbları, risâleleri ona getirirlerdi. Parası olsaydı, muhakkak ki bütün Sahaflar Çarşısını satın alırdı. Onun için ilmin tek tarîfi yalnız ve yalnız kitâbdı. Bir gün sahaflardan İsmâil'e, "Oğlum İsmâil, ben şimdi eski gazeteler de alıyorum, eline geçerse bana getir. Parasına gelince, Allah Kerîm, inşâallah borçlu ölmem" demişdi. Acaba bu risâleleri ve gazeteleri ne yapacakdı? O, kitâbın mukaddes bir emânet gibi saklanmasını, yerlerde sürünmemesini, yok olmamasını, torunlara kalmasını isterdi. Onun için her satır bir emek, bir alınteri mukâbili idi. İşte o bu alınterlerini bir inci toplar gibi toplardı. Tam manâsıyla bir ayaklı kütübhâne vasfına lâyık olan İsmâil Sâib Efendi, gençliğinden itibaren bütün İstanbul kütübhânelerini dolaşmış, hemen hemen her mühim kitâbı tedkik etmiş, onların müelliflerini ve muhtevâlarını hülâsâ olarak kuvvetli hâfızasına yerleştirmişdi.
Hiç unutmam bir gün o zaman Maarif Vekâleti Neşriyât Müdürü bulunan Fâik Reşac Unat, Ankara'dan telefonla bana şu emri vermişdi, "Şimdi Atatürk Hazretlerinin yâverleri telefon etdiler, Ankara'da misâfir bulunan Ürdün Emîri Şerîf Abdullah Hazretleri, İstanbul Kütübhânelerinde Kitâbü'l-Envâr isimli bir kitâb varmış, onu görmek istiyorlarmış, şimdi derhal İsmâil Sâib Efendi'ye git, kitâbın yerini öğren, hangi kütübhânede ise kitâbı al, bu akşam Ankara'ya gönder" dedi. Kitâbın ismini, bir yanlışlık olmasın diye, tekrar tekrar sodum. Kitâbü'l-Envâr, tamam Kitâbü'l-Envâr. Kitâb numarası ile bulunduğu kütübhâne belli değil. Hemen Bayezid Umûmî Kütübhânesine koşdum. İsmâil Hoca, koynunda başı görünen bir kedi, elinde kitâb, her zamanki gibi dalgın. Beni görür görmez, "Ooooo, buyrun bakalım, neredesin, epeydir görünmüyorsun" diyerek karşısındaki sandalyeye buyur etdi.
- Eee, söyle bakalım ne var ne yok?
- Efendim, nasıl söyleyeyim, yine rahatsız etmeye geldim de...
- Söyle söyle ben rahatsız olmam.
- Efendim, Fâik Reşad Bey, fenâkârınız ricâ ediyorlar, şimdi telefonla söylediler.
- Peki ne söylediler?
- Efendim, şey, kitâb...
- Ne kitâbı oğlum?
- Şey efendim, Kitâbü'l-Envâr adlı bir kitâb varmış, Atatürk Hazretleri emir buyurmuşlar, yâver söylemiş. Bu akşam Ankara'ya muhakkak sevkolunacak.
Hoca, koynunda hafif hırıltılar arasında uykuya dalan kör kediyi hafifçe okşadıkdan sonra;
- Oğlum, Kitâbü'l-Envâr adında bir eser hatırlamıyorum. Gâliba acele ile kitâbın ismini telefonda yanlış zabt etdin. Zannedersem aranılan kitâb yıldızlardan bahseden ve ilm-i hey'ete dâir bir kitâb olan Kitâbü'l-Envâ olacak. Bu kitâbı gâliba Ürdün Emîri Hazretleri istiyor. Bir hayli zaman evvel de bu kitâbı aramışlardı. Haydi vakit kaybetme, doğru Süleymâniye Kütübhânesine git, Şehîd Ali Paşa kitâbları arasında 298 numaralı kitâbı çıkarıp bir bak, zannedersem istenilen kitâb odur.
Hoca'nın mübârek elini öperek huzûrundan hürmet ve hayretle ayrıldım. Doğru Şehîd Ali Paşa Kütübhânesinde koşdum, kitâbı aynı numarada buldum. Onun zekâsına ve hâfızasına hayranlığım büsbütün artdı.
Ona her mevzuda müracaat edebilirdiniz. Bazı âlim geçinenler gibi bilgisini saklamazdı. Müşkili halletmekde, vesîka okumakda emsâlsizdi.
Yine bir gün Hindistan'dan bir islâm âlimi gelmiş, kıyâfeti ile herkesin dikkatini çekmişdi. Birgün ona Bayezid'de büyük târihî çınarın altındaki kahvede rast gelmişdim. Sevimli bir yüzü vardı. Arap ve Acem dilini ve edebiyatını iyi bilmekle beraber, Arap edebiyatına âid bazı beyitlerin îzâhında mütereddiddi. İstanbul'a da yalnız bu tereddüdlerinin izâlesi için gelmiş, İsmâil Sâib Efendi ile görüşmüş, mükillerini halletmişdi. Hoca'nın zekâsına ve hâfızasına hayrandı. Laf arasında İstanbul'u nasıl bulduğunu sordum. Ne cevâb verdi bilir misiniz? "İsmâil Hoca çok kıymetli bir ilim adamıdır" dedi.
İşte büyük Hoca, bütün dünyânın itiraf etdiği gibi başlıbaşına bir âlem, bir iklîm idi. Vefâtından sonra kitâblarını Ankara Üniversitesi satınaldı. Bu yığınlar arasında her konuda kitâblar mevcûddur. Bilhassa müellif hattı ile olan eserler, büyük bir değer taşımakdadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder