Yegâne nüshası Fâtih'deki Millet Kütüphanesinde bulunan Dîvânu Lugâti't-Türk'ün meşhûr kitâb meraklısı Ali Emîrî Efendi tarafından bulunduğunu söylemişdik. Şimdi de bunun hikâyesini arz edeceğiz. Okuyunca göreceksiniz ki bu hikâye pek çok ibretlerle, derslerle doludur.
Kâşgarlı Mahmud tarafından 1072-1074 yılları arasında Bağdad'daki Abbâsî halifesine sunulmak üzere yazılan bu kıymetli eser, öteden beri yalnız adı bilinen fakat kendisi meçhûl bir esermiş. Türkçemizin ilk lugâtı olması hasebiyle son derece kıymetli olan bu eserin tesâdüfen bulunduğunu söylerle ama eğer Ali Emîrî Efendi'nin kitâb merâkı, kitâb aşkı olmasaydı, bu mümkün olmazdı. Nitekim nice nâdîde eserler, nice paha biçilmez kitâblar, ilgisizlik ve bilgisizlik sebebiyle yok olmuşdur.
Eser, eski mâliye nazırlarından Vanîzâde Nazif Paşa'nın mülkiyetinde imiş. O bunu bir yakınına vermiş, "dara düşersen satarsın, iyi para eder" demiş. O zât dara düşünce kitâbı satması için Burhan Efendi nâmında bir kitâb sarrafına vermiş. Burhan Efendi, kitâbı önce Meclis-i Ayân reislerinden Mustafa Âsım Efendi'ye götürmüş. Âsım Efendi, eseri inceledikden sonra dokuz yüz senelik nâdir bir eser olduğunu ve eserin hemen Maârif Nâzırı Emrullah Efendi'ye götürülmesi gerekdiğini söylemiş. Burhan Efendi, eseri Emrullah Efendi’ye götürmüş. Emrullah Efendi, kitapçıları toplayıp eseri inceletmiş ve bir fiyat takdir etmelerini istemiş. Kitapçılar, "Eğer eserin İstanbul fiyatını soruyorsanız fiyatı iki lira eder. Eğer Avrupa’ya göndermek şartıyla satarsanız yirmi altına liraya alırız" demişler. Burhan Bey, bunu nâzıra haber vermek için bir kaç defa makâmına gider ama onunla bir türlü görüşemez. En nihâyet aklına kitâb meraklısı Ali Emîrî Efendi'ye müracaat etmek gelir.
O sırada bunlardan hiç haberi olmayan Ali Emîrî Efendi hâdisenin bundan sonraki kısmını şöyle anlatıyor :
Bir gece Diyârbekir Kırâathânesinde oturuyordum. Burhan Efendi geldi. Kitâbın münderecâtını hikâye etdi. Dünyâda Türklere dâir böyle bir kitâb bulunduğuna ihtimâl vermediğimden bana rüyâ ve hayâl gibi göründü. Burhâneddîn Efendi kavm-i necîb-i Arab'dan olduğundan o kitâbın her bir Türkçesi yanında Arapçası da münderic bulunduğundan bahsetmekle ve söylenilen sözleri uydurmak da kâbil olamayacağından şaşdım kaldım. Kitâbı görmek istedim, yarın akşam getireceğini vaad etdi.
Ferdâsı gece erken Diyârbekir Kırâathânesine gitdim, sâatlerce oturdum. Gelen giden yok. Gâh kitâbı Maârif Nezâreti aldığına gâhîce de böyle bir kitâbın ihtimâli olmadığına hükmeder dururdum. En ziyâde korkduğum, Maârif Nezâreti alırsa arasından bazı nâdânın yaprak koparması ihtimâlini de der-pîş ile teessüfler ederdim. Herkes dağılmağa başladı, ben de gitmege hâzırlandım. Mevsim kış ve hava soğuk idi. Bir de elinde büyük bir kitâb olduğu hâlde Burhan Efendi içeriye girmesin mi? Gelip karşımda oturdu, buyurunuz, bakınız, dedi. Bir de bakayım Türk lisânına, Türk eş'ârına, Türk durûb-ı emsâline, Türk illerinin kürevî harîtasına, Türk bayraklarının resmine, Türk kadîm yazısına dâir Hulefâ-i Abbâsiyye zamânında yazılmış bir kitâb. Ve hattâ Amerika’nın keşfinden dört-beş yüz sene kadar evvel te'lîf olunduğu halde Cebelika nâmıyla Amerika da mevcûd. Sevincimden âdeta çıldıracağım. Fakat aslâ temkînimi bozmuyorum. Bayağı bir kitâb mütâlaa ediyorum vaziyetinde bulunuyordum. Kitâba mümkün olduğu kadar göz gezdirdikten sonra Burhân Efendi’nin, "Nasıl Efendim, kitâbı beğendiniz mi? Kitâbçıların tahmîn etdikleri yirmi liraya verelim mi yoksa daha ziyâde değeri var mıdır?” suâline cevâben "Yigirmi lira pek münâsib hemen veriniz" dedim. Kalkıp giderken, "Şâyed Maârif Nezâreti almazsa sakın başka yere götürme, bana getir, ben sana ayrıca üç lira ikrâmiye de veririm" dedim. O güne kadar böyle bir sözü lisâna almamışdım, işte o gün mecbûr oldum.
Ondan üç gece sonraya kadar ne gecem gece ve ne de gündüzüm gündüz. Fakat bir şey ile mütesellî olurdum ki, her gece Burhan Efendi kırâathâneye gelir, bugün Maârif nâzırını yerinde bulamadıklarını haber verirdi. Dördüncü akşam Burhân Efendi kemâl-i hiddetle kırâathâneye geldi. Dedi ki, "Bugün Maârif nâzırını yerinde gördüm, kitâba, kitâbçıların yirmi lira kıymet koyduğundan bahs etdim ve Kütübhâne-i Umûmiye'den yazılan cevâbnâmeyi verdim. Cevâba kemâl-i izz ü vakârla ne söylese begenirsiniz? "Haydi haydi, yirmi liraya ben bir kütübhâne dolusu kitâb alırım. Kitâbını götür de o fiyat ile nereye istersen sat" Ben de kemâl-i hiddetle kitâbı alıp dışarıya çıkdım. Hemen doğruca Beyoğluna gidecek Maârif Nezâretine, Frenklere kitâbın kaç kuruşa satıldığını gösterecekdim. Fakat sana olan vaadim hâtırıma geldi. Bugünlük gitmedim, sâhibi otuz lira istiyor. Eğer otuz lira verirsen yarın kitâbı sana getireyim, dedi. Zâhirî birtakım adem-i muvâfakatdan sonra,"Yarın kitâb bize getirilirse uyuşulacağını ümîd ediyorum" dedim. Hâlbuki o sırada hânemdeki nakit mevcûd yirmi liradan ibâret idi.
Çemberlitaş'da bir Rûm sarrâf var idi. Her vakit alışveriş ederdim. Sabahleyin gitdim, on lira istedim. "Bir ay sonra vermek için maâş cüzdanımı karşılık bırakayım" dedim. Ben zannediyordum ki, cüzdanı bırakmağa ne hâcet. Bir iki lira güzeşte istemek şartıyla derhâl "buyurun efendim" deyip on lirayı verecek. Eline kalem alıp birşeyler hesâb etdi. Nihâyet "İki ay sonra verilmek şartıyla istediğiniz şu on liraya beş lira güzeşte vereceksiniz" dedi. El-hâsıl her kime mürâcaat etdim ise on lira bulamadım. Me'yûsen hâneme avdet etdim. Biraz sonra kitâb ile berâber Burhan da geldi. Pek düşünüyor ve kitâba bakıyordum. O târihe kadar hiç kimseye Cenâb-ı Hakk, "Param yok" derdirtmemiş iken, "Şimdilik param yokdur, on lira borcum kalsın" demeğe utanıyordum. Haydi cesâret edip söyleyeyim, bazı itizâr beyânıyla kabûl etmezse benim için daha müşkil bir belâ idi. Ben buralarını düşünmekde iken kapı çalındı. Bir de bakayım ki merhûm Fâik Reşâd Bey. Hemen kapıya koşdum. Merhûm içeriye girince ilk sözüm, "Beyefendi üzerinizde on lira var mıdır?" oldu. "Üzerimde yok ama evimde vardır, istersen gidip getireyim" dedi. "Haydi durma, git getir ama çabuk gel" dedim. Bu telâşın sebebini sordu. "Şimdi söyleyemem, git de gel sonra anlarsın" cevâbını verdim. Yukarı çıkıp bir geniş nefesle, "İşte yirmi lira, on lirası şimdi gelecek. Otuz liraya satdığına dâir yaz ilm ü haberi" dedim. Burhan, ilm ü haberi yazdı. Çok sürmeden Fâik Reşâd Bey de on lira ile geldi. Burhan otuz lirayı alınca, "Efendim bu, kitâbın bedelidir ya bana vaad etdiğiniz üç lira nerde?" demesin mi! Dedim ki, "Ey Burhan, görüyorsun ki istikrâz sûretiyle ödedim. Beş param kalmadı. Her aylık aldığım vakitlerde gel, her ayda bir lira vermek sûretiyle öderim. Râzı oldu ve öylece ödedim.
Ali Emîrî Efendi, dostlarına, arkadaşlarına bu kitâbın kıymetini şöyle anlatır :
Bu kitâb değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitâb sâyesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh'in kitâbı ne ise, bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitâb yazılmamışdır. Bu kitâba hakîkî kıymet verilmek lâzım gelse cihânın hazîneleri kâfî gelmez. Bu kitâbla Hazret-i Yûsuf arasında bir müşâhebet var. Yûsuf'u kardeşleri birkaç akçeye satdılar fakat sonra Mısır'da ağırlığınca cevâhire satıldı. Bu kitâbı da Burhan bana otuz üç liraya satdı fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrüdlere veremem.
Bu eser, başda Türk Dil Kurumu olmak üzere müteaddid yayınevleri tarafından defalarca yayınlanmışdır. Türk Dil Kurumu ve Kültür Bakanlığı tarafından eserin tıbkıbasımı da yapılmışdır. Yukarıdaki fotoğraf orijinal nüshanın ilk sayfasına âiddir ve sayfanın sol üst tarafında Ali Emîrî Efendi'nin özel mührü görülmekdedir. Mühürde, "Allahu Teâlâ Hazretleri'nin rızâsı içün vakfeyledim-Diyarbekirli Ali Emîrî-1341" yazmakdadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder