Gazeteci Faruk Fenik tarafından yapılan bu mülâkat, "Türkiye'in Fahrî Profesörüyle Bir Saat" başlığı ile Vatan Gazetesinin 23 Mart 1941 târihli nüshasında yayınlanmışdır. Bu mülâkât daha çok edebî konulara hasredilmiş olsa da içinde büyük dersler ve ibretler vardır. Yeni nesiller istifâde eder ümîdiyle bu mülâkâtın tamâmını yayınlamakda fayda gördüm. Yukarıdaki levhayı ve aşağıdaki fotoğrafları fakîr ilâve etdim.
İbnülemin Mahmud Kemâl...Ayaklı Kütüphane ismine hakkiyle lâyık olan üstâd, aynı zamanda canlı bir târihdir de...
İbnülemin Mahmud Kemal...Onu tanıyanlar için, yalnız bu isim kâfîdir. Başka hiç bir şey ilâve etmeğe lüzûm yok. Tanımayanlara onu tanıtmak için, elimdeki kalem ve gazetede bana tahsis edilen sütun doğrusu kâfi değildir.
İbnülemin Mahmud Kemâl...Son asrın yaşayan târihidir. Ondan, bütün istediklerinizi fazlasiyle öğrenebilirsiniz. O, bütün Türkiye'nin, fahrî profesörüdür. Nice kuvvet kaynağı zannettiğiniz kimseler, sırtlarını İbnülemin'e dayamışlardır. Bütün hayatını ilme, tetkik ve tetebbua vakfetmiş kıymetli mütefekkir yardımlarını fî sebilillah her isteyene yapmakdan bir an olsun bile yılmaz.
Bu mütevazi ilim adamını Mercan'daki evinde, kurduğu târih sayfalarına bir sayfa daha ilâve etmek için çalışırken gördüm. "Buyurun evlâdım, oturun" diye karşıladı. Elini öpdükten sonra gösterdiği sedirin üzerine şöyle bir ilişdim. "Âferin" dedi sözünüzde durdunuz. İnsan sözünün eri olmalı...
Havadan sudan epey konuşdukdan sonra sözü edebiyata getirdim. İnsan İbnülemin'le havadan sudan bile konuşsa saatlerce konuşacağı geliyor. Bu ayaklı kütüphâneden her an bir zerre daha istifâde edip fikir hamulesini katre katre dolduran adam, pınardan ayrılmak ister mi?
"Üstâd", dedim. "Son Asır Şâirleri" diye yazdığınız eserle meşgûlsünüz gâliba?
"Evet", dedi, "onunla meşgûlüm".
"Kaç cild olacak?".
"Şâirlere mahsûs tezkere yazanların sonuncusu Fatin'dir. Hicrî 1270 târihine kadar gelen şâirleri, Sâlim Tezkeresine zeyl olarak, gâyet muhtasar yazmışdır. O târihden zamânımıza kadar bir zeyl yazılmamışdır. Bu noksanı, elden geldiği kadar ikmâl etmek için çalışıyorum. Asıl ismi Kemâlü'ş-Şuarâ idi, Târih Encümeni ad değiştirerek "Son Asır Türk Şâirleri" olsun dedi. Ne yapalım mâdemki öyle istediler, öyle olsun, dedik. O adı koyuverdik. 10 cildi tab olundu. Hepsi tahmînen 13 cild kadar olacak. Bu eserin bir kıymeti varsa, içindeki zâtlardan pek çoğunu görerek görüşerek tercüme-i hâllerini yazışımdır. Bu muvaffakiyet, her târih yazan adama nasîb olmaz".
"Bu eseri vücûde getirmek için çok zahmet çekdiniz mi?" dedim.
"Fesübhânallah! Boyacı küpü değil ya, sok çıkar. Ama onu da hor görmeyelim. Boyayı kaynatacak, kumaşı alıp sokacak, çıkartıp asacak, kurutacak. Tabiî, pek çok zahmet çekdim. Zahmetsiz rahmet olur mu?. Bizden evvel gelenler, bir eser telif etmek için ömürlerini telef ederlerdi. Bir meselenin halli için, baş vurmadıkları yer kalmazdı. Aslında maîşetlerine yetmeyen paralarının bir kısmını ilim uğrunda sarfederlerdi. Şimdi bazı musannifler görüyoruz ki hazıra konmakdan başka bir iş gördükleri yokdur. Başkalarının evvelce yazdıkları eserlerin münderecatını pek çok defa mehaz göstermeyerek kopya ediyor, eser diye ortaya koyuyorlar. Bunlara karşı,
demeğe insan mecbûr oluyor. Daha garîbi, bunların eserinden istifâde etdikleri adamın acz ve cehlini ve kendilerinin iktidar ve kemâlini iddiâ edecek kadar, küstahlık göstermeleridir. Ne diyelim?
"Aruz ile heceden hangisini tercih edersiniz?" dedim.
"Bence şiirin parmaklısı parmaksızı yokdur" dedi. "Her güzel şey şiirdir. Güzel oldukdan sonra arûzla da söylense, heceyle de yazılsa şiir şiirdir. Fakat parmak hesabiyle söylemek her hâlde arûz ile söylemekden daha zordur. Arûz vezni âhenkdar olduğu için kusurları birdenbire göze çarpmıyor. Bu âdetâ kıyâfeti tezyîn olunmuş bir dilbere benzer ki, üstündeki tezyînât, elbise, vesâire onun kusurlarını birdenbire göstermez. Parmak hesabiyle söylenen şiirler ise çıplak bir güzele benzer ki en ufak bir kusuru bile göze batar ve muhabbet yerine insana nefret getirir".
"Gazete ve mecmualara kaç yaşından beri yazı yazmaya başladınız?" dedim.
"İlk yazıya başladığım zaman 14 yaşında idim. Hatırladığıma göre ilk makalem "Ömr-i Beşer” ismiyle "Tarîk" gazetesinde çıkmışdı. O makâlemin derhal gazeteye konması bana cesâret verdi. Kardeşim Tevfik merhûmla senelerce gazete ve mecmualara yazılar yazdık. En çok yazımız Tercümân-ı Hakikat'de intişâr etmişdir. Ahmet Midhat Efendi'nin pek çok teşvîkini görüşümüz bu gazetede yazı yazmaya devamda en büyük âmildir.
Kahvelerimiz gelmişdi. İçmeğe başladık. Kalemimi bırakdığımı görünce fırsatdan istifâde edip hoş fıkralar anlatmağa başladı. Bir iki kere kaleme davrandım, "Yoo!" dedi. "Anlatmam". "Peki" dedim dinlemeğe başladım.
"Nerede efendim, o bizim zamanın eski kalem erbâbı. Bir şey yazdığımız zaman yüzümüz kızarırdı. Şimdi rastgelenin elinde bir kalem ve önünde bir kâğıt yazıp çiziyorlar. Peygamber Efendimiz'e sormuşlar? 'Kıyâmetin kopacağını nereden anlayacağız?'. Efendimiz cevâb vermiş. 'Rast gelen kalemi eline alıp yazı yazmağa başladığı zaman'.
Kalemi elime almışdım. Fıkraları kesdi. "Sor bakalım da söyleyelim evlâd" dedi. Utancımdan kıpkırmızı olmuşdum. Evet, benim de elimde tutduğum bu kalemi kullanmaya salâhiyetim yokdu. "Hayır" dedim. "O kalemi kullanmakda kendimi âciz görüyorum, müsâade edin de bu yazıyı yazmayayım". "Senin için değil evlâd" dedi. Haklıydı. Benim için olmasına imkân yokdu. Ben. arada bir mutavassıt, onun fikirlerini kârîlere nakleden bir fotoğraf adesesi idim. O anlatmağa, ben de yazmağa başladım.
"Tercüman'a yazdığım birkaç makâleyi toplayarak Muhâverât isimli bir risâle vücûde getirmişdim. Bunu bir tezkere ile Ahmet Midhat Efendi'ye gönderdim. Midhat Efendi bu risâlede basılmayanları gazeteye koydurdukdan sonra kitâbı matbaadan aldırarak tezkere ile beraber kütüphanesinde hıfzetmek kadirşinâslığını göstermiş. Birkaç ay evvel kitâblarının bir kısmı satıldığı sırada tezkere ile beraber bu mektubu Adana eşrâfından Subhi Paşazâde Âbidin Ramazan kitapçılarda görüp almış. Bunu bana âriyeten verdiği zaman eserime bakıp kendimi 15 yaşıma avdet etmişim zannetdim. Yazıyı okuduğum zaman yüzümün kızaracağını zannediyordum. Allah'a çok şükür tahmin etdiğim şey olmadı. Çocukluğuma göre fenâ yazmamışım".
"Sabih, bir yetîmin sergüzeşti, Rahşan isimli bazı hikâyeleriniz vardı. Sonra hikâye yazmakdan vazgeçdiğiniz anlaşılıyor, acaba neden?" dedim.
"Ben o hikâyeleri yazdığım zaman 18-20 yaşımda idim", dedi. "Hikâyecilikde devâm edecek olursam, tahsîle lüzûm gördüğüm bazı ilimlerden uzaklaşmam lâzım gelecekdi. Gençliğin bir noktada sebat etmemekdeki tesirâtı, hikâyecilikden vazgeçmemde de âmil olmuşdur. Sabih'in ihtilâlnâme olduğuna, halkı ihtilâle davet etdiğine dâir saraya verilen jurnal üzerine kitâbın toplatdırılması ve bir kısmının Selânik'de yakdırılması şevke halel verdi. Bu yolda yazı yazmakdan vazgeçişime bunun da çok tesiri olmuşdur".
Gözlerim gayr-i ihtiyârî duvarları süsleyen yazılara takıldı. Bu eski sülüs ve ta'lik yazılı kıymetli levhalar, tahta üzerine oyulmuş altınla yazılı nefîseler karşısında, "biraz izâhat verir misiniz?" diyesim geldi. Gözlerine bakdım. Gülümsedi.
"Anladım" dedi. "Anlatayım. Çocuklukdan beri nefis eşyâ ve bâhusûs yazı ve kitâblara pek ziyâde merâkım ve muhabbetim vardır. Vaktiyle Bedesten'in dışında şimdi halıcı dükkânlarının bulunduğu yer başdan başa sahaflara mahsûsdu. Her gün Bâbıâlî'deki vazîfeme giderken oradan geçer, mutlaka her kitapçıya uğrardım. Yıllarca süren bu muhabbet ve gayretlerin neticesi olarak kıymetli ve nâdir kitâblar ve yazılar ve târihe aid pek mühim vesîkalar tedârik etdim. Ne fâide ki mütâreke senelerinde ecnebî askerler tarafından evim cebren işgâl olundu. Kitâblarımın, antikalarımın hattâ gazete koleksiyonlarımın pek çoğu yağma olundu. Bu vak'adan şevkim kırıldıysa da yine kitâb ve bu türlü âsâra muhabbetden nefsimi men' edemiyordum".
Levhanın birinin altında yazılı târihe gözüm ilişdi : 1143. "İki yüz on beş sene, hiç bozulmamış" dedim. Güldü. "Bizden eskilerin vücûde getirdikleri sanat eserleri. Bozulmamış kelimesini nasıl ağzımıza alabiliriz. Onların eserleri işte böyle sağlam olurdu ve uzun seneler geçmekle bozulmazdı!"
Büyük salona geçmişdik. Köşede bir takım mûsıkî âletlerine gözüm ilişdi. Ud, keman, def...
"Mûsıkîye muhabbetiniz bu gördüğüm âletlerden anlaşılıyor" dedim.
"Mûsıkîye çocukluğumdan beri ibtilâ derecesinde muhabbetim vardır" dedi. Onun için bununla haftada bir kere olsun ehibbâmızla toplanarak mûsıkî âlemleri tertîb eder hepimiz rûhen zevkler hâsıl ederiz. Geçmişlerimizin dehâsına, kudretine bakdıkça hayrân olur, rûhlarını rahmetle yâd eyleriz".
"Mûsıkîden hazzetmemek kabil midir? Ona gıdâ-yı rûh demelerinin elbette bir sebebi var. En meşhûr âlimlerden Abdülganî Nablûsî bir eserinde mahlûkât içinde eşekden başka mûsıkîden hazzetmeyen yokdur demişdir. Son zamanın mûsıkî üstâdlarından merhum Ahmet Mükerrem'e bir münâsebetle bundan bahsetdiğimde telâş eseri göstererek, 'Aman efendim, öyle değil, eşek bile mûsıkîye bayılıyor. Birkaç sene evvel bazı mûsıkî arkadaşlarımızla Yakacık'da Ayazma'nın alt tarafındaki koruya gitmişdik. Fasla başladığımız sırada ileride otlayan bir eşek yanımıza geldi, bitinceye kadar ağzından salyası akarak dinledi. Fasıl bitdikden sonra bir müddet o hâl ile bekleyip, çalmayacağımızı anlayınca yine otlamağa gitdi. İkinci defa fasla başlayışımızda evvelki gibi yine geldi' dedi ben de 'Abdülganî yalan söylemez, demek ki eşeklerin de tabiatı değişmiş' dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder