Kitaba merak sarmanın Fransızcada iki karşılığı var: Bibliyofil ve bibliyoman. Birincisi kitap muhibbidir ki kendi zevkine ve kültürüne veya belirli bir hedefe göre kitap seçer; kıskanç değildir, bunları başka kitap dostlarıyla paylaşmaktan zevk alır. Hayatı boyunca kütüphanesini kurmak için girdiği zahmet kadar, onları başkalarının faydasına sunmak, hatta dağıtmak ve sonunda hasbetenlillâh bağışlamak için de âdeta çırpınır. İkincisi, yani kitap hastası ise her gördüğü kitabı elde etmeğe uğraşan, bunlara sadece sahip olmaktan zevk alan, sahip olduktan sonra da kimseye kaptırmayan hatta koklatmayan adamdır.
Etrafımızda bunlardan her iki gruba da girecek tipte insanlar vardır. Birincilere örnek, şüphesiz artık her kitap meraklısının tanıdığı veya tanıması gerektiği Seyfettin Özege’dir. Hiç evlenmemiş, mütevazı gelirinin hemen tamamım genç yaşlarından beri topladığı kitaplarına sarf etmiş olan Seyfettin Özeğe eski harflerle basılmış Türkçe kitapların tamamına yakınını,her birinin değişik baskıları da dâhil olmak üzere biriktirmiş, bu on binlerce kitabın dışında bazıları tam koleksiyon halinde olmasa bile dergi ve gazete de toplamış, daha sonra bütün bu hâzineyi sandıklama ve nakil masrafları da kendisine ait olmak üzere, memleketin en uzak köşelerinden birine, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne tek kuruş mukabili olmaksızın bağışlamıştır. Zengin ve son derece güvenilir olan bibliyografya bilgisini de, isteyen araştırıcılara yine hasbî olarak vermiştir. Bu birikiminin mahsulü olan beş ciltlik Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Katalogu ise Türkiye’de hiçbir bibliyofilin yapamayacağı, hatta akademik bir ekibin bile kolay başaramayacağı âlimane ve muazzam bir çalışmadır.
Benim, hatıra mahiyetindeki bu yazımın konusu ise şahsen tanıdığım ikinci tip bir kitap meraklısı üzerinedir. Yani bibliyoman yahut kitap hastası.
Vaktiyle, fakültedeki öğrencilik yıllarımda, üniversite hocalarının, yaz tatillerinde yanlarına birkaç öğrenci alarak Anadolu kütüphanelerini gezmeleri, olabildiği kadar bazı tespitler yapmaları için üniversitelerin tahsisatları vardı. Bu vesile ile öğrenciler en ücra köşelerde kalmış kütüphanelerdeki yazma, basma kitap koleksiyonlarını tanırlar, hocalar da o zamana kadar dikkati çekmemiş ve muhtevası bilinmeyen yazma eserle hakkında tanıtıcı bilgileri ihtiva eden makaleler yazma imkânı bulurlardı. Benim de öğrenciliğimde bu vesileyle katıldığım iki Anadolu seyahatim oldu. İlki, 1952 Ağustos’unda merhum hocam Sadettin Buluç ve sınıf arkadaşım rahmetli Ali Karamanlıoğlu ile beraber yaptığımız on yedi günlük Bursa, Manisa ve İzmir seyahatidir. Grubun küçüklüğü ve birbiriyle imtizacıyla olağanüstü güzellikte yaptığımız bu üç kişilik seyahati, dönüşümüzde de gerek hocayla, gerekse Ali ile yıllar sonra bile buluşmalarımızın çoğunda lezzetle hatırlar olmuştuk.
Bu gezide, Bursa’da, Orhan Kütüphanesi’nde çalışırken Sadettin Bey’in tanıdığı birisiyle karşılaştık: Uzun boylu, kalıplı, kıranta kıyafetli yaşlıca bir zat. Epey tekellüflü bir Osmanlıca ile konuşuyor. Baktım, bizim Fakülte’nin hemen bütün hocalarını tanıyor, hatırlarını soruyor. Fakat asıl derdi, gücü kitap olduğu anlaşılıyor. Özellikle de yazma kitaplar. Konuşurken arada bir bizim elimizdeki kitaplara doğru boynunu uzatarak bakıyor, “O falanca kitap değil mi, bendenizde onun şu tarihli bir nüshası var” diyor. Yahut laf arasında yine bir yazma kitaptan bahsederken Sadettin Bey’e “Manzur-ı âlileri olmuş mudur efendim?” diye soruyor, “Hayır!” cevabım alınca da keyiflendiği gayet belli bir tavırla “Bendenizde onun tam üç nüshası vardır, efendim” cevabını yapıştırıyor. O gittikten sonra Sadettin Bey’e kim olduğunu sorduk. Ziraat Bankası müdürü olmakla beraber kitap meraklısı Fahri Bilge olduğunu, çok kıymetli basma ve yazma eski kitaplardan meydana gelen zengin bir kütüphanesi bulunduğunu öğrendik.
Aradan iki yıl geçti. İkinci gezimiz 1954 Temmuz’unda oldu. Bu defa Arap-Fars Filolojileri’nin bir gezisiydi. Aynı zamanda o bölümün de öğrencileri olarak benimle beraber yine Ali Karamanlıoğlu, Ahmet Türek, Kemal Eraslan, Tarih Bölümü’nden Muammer Kemal Özergin ve bölümün Arapça asistanlık kadrosuna yeni alınmış olan rahmetli Nihat Çetin’le (eşi ve henüz kucakta olan oğlu Celalettin de beraberinde) Haydarpaşa’dan yola çıktık. Hocamız Profesör Ahmet Ateş ise Ankara’dan gelerek Afyon’da bize katılacaktı. Afyon, Kütahya ve Tavşanlı’yı içine alan yine on yedi günlük bu gezimiz de hepimiz için faydalı kütüphane çalışmaları dışında, çok lezzetli dostluk hatıralarımız arasına girmiştir.
Kütahya’da yine çok zengin yazma koleksiyonu bulunan Vahid Paşa Kütüphanesi’nde çalıştık. Önündeki asırdîde çınarlar ve gürül gürül akan çeşmesiyle pitoresk bir şark dekoru içine yerleşmiş olan kütüphane o ağustos sıcağında serin ve loş bir çalışma mekânı oluşturuyordu. İlk defa o seyahatte karşılaştığım kütüphane müdürü de sadece bir memur değil, kitaba ve kütüphanelere gönül vermiş bir insandı. Daha sonra gerçek bir kitap muhibbi olduğunu öğrendiğim ve yine kitaba yabancı olmayanların hatırlayacağı bu zat Mustafa Yeşil’di. Onun pek çok kitap meraklısının, kütüphane sahibinin başına gelmiş olan hazin hikâyesini, topladığı yazma-basma otuz bin kitabı yüzünden ailesi ve çocuklarıyla nasıl huzursuz bir hayat yaşadığını, bağışladıktan sonra da nasıl âkıbeti meçhûl bir şekilde kitapların zâyi olduğunu bundan birkaç yıl evvel Ali Haydar Haksal yazmıştı.
Afyon’a vardığımızın ertesi veya daha ertesi günü Ahmet Ateş’i, sonraki günlerden birinde de Abdülkadir Karahan’ı Afyon tren istasyonunda karşıladık. Böylece, kafilemiz epey büyümüştü. Ahmet Ateş, eşi edebiyat öğretmeni Fikret Hanım (geçen ay vefat ettiğini öğrendiğim Fikret Ateş’e Allah’tan rahmet dilerim), kayın validesi ve henüz ilk okul çağındaki çocukları Ertunga ve Toktamış’la beraber bu seyahate katılıyordu. Çalışma saatlerimizin dışında, akşamüzerine doğru, çevre köy ve kazalarında bu kalabalık kafileyle dolaşmaya çıktığımız oluyordu.
Bir akşam Nihat Çetin, Ahmet Ateş ve ailesiyle beraber Afyon Ziraat Bankası müdürünün evinde çaya davet edildik. Banka müdürü, Bursa gezisi sırasında tanıdığım Fahri Bey’di. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden sohbette kitabın dışında başka bir şeyden bahsedildiğini hatırlamıyorum. Fahri Bey’in her zamanki zarafeti, kibarlığı, hoşsohbet konuşkanlığı, (burası çok mühim) kitap dışında her şeyde mükrim tavırları yine üzerindeydi. Fakat konuşmalar ilerledikçe ondaki kitap sevgisinin âdeta marazî bir hâl almış olduğunu görüyor ve gerçek bir bibliyomanla karşı karşıya kaldığımızı anlıyorduk.
Bir taraftan yazma, basma, Türkçe, Arapça, Farsça, divan, mecmua, cönk, tarih, münşeat, medrese kitaplarını nasıl topladığını hikâye eden Fahri Bilge Ziraat Bankası müdürü olarak Anadolu’nun çeşitli vilayet ve kasabalarını dolaşırken yerlilerden ve köylülerden ellerindeki kitapları getirip göstermelerini, kendilerine iyi para vereceğini söyleyip, böylece kütüphanesinin ilk esasını oluşturduğunu, daha sonra da sahhaflardan, hatta haberi olduğunda yurt dışından da kitap satın aldığını uzun uzun anlattı. O sırada onun rakibi Konyalı İzzet Koyunoğlu idi. Lafı dönüp dolaştırıp ona getiriyor, onda bulunan bir yazmanın daha değerlisinin kendisinde bulunduğunu büyük bir zevkle söylüyordu. Arada bir. Fahri Bey’i daha önceden tanıyan ve bu huyunu bilen Ahmet Ateş ve özellikle, nasıl bir espri ve ironi mizacına sahip olduğunu tanıyanların yakından bileceği Nihat Çetin gayet zalimce damarına basıyor, o ise farkına varmadan bu tuzağa düşüp birden parlayıveriyordu. Daha sonraki yıllarda tanıdığım ve evini ziyaret ettiğim İzzet Koyunoğlu ise gerçekten cömert bir kitap muhibbi idi. Nihat Çetin bir ara “Koyunoğlu kitaplarını devlete bağışlayacakmış, siz bir şey düşünüyor musunuz?” deyince tereddüt etmeden “Ben kitaplarımı kimseye veremem” dedi. O zaman Nihat Bey iyice üzerine giderek “Hükümet bir kanun çıkarıp elinde antika eşya ve kitap bulunduranların kitaplarına el koyacakmış” deyince o kocaman gövdesiyle oturduğu koltuktan hiddetle kalkarak kıpkırmızı olmuş çehresiyle “daha neler, kitaplarımı yakarım, yine vermem” cevabını verdi. Oturduğumuz salonda hiç kitap yoktu. Yalnız Fahri Bey arada, bir kitabın adı geçince “Bendenizde onun müellif hattı bir nüshası var” deyip salondan çıkıyor, biraz sonra elindeki yazmayla girerek onu önce büyük bir itina ile Ateş’in eline veriyor, gözü ondan uzaklaşmamak şartıyla kitabın elden ele dolaşmasını takip ediyor, tekrar kendi eline gelince bu defa “Muradname manzur-ı âlileri olmuş mudur, efendim?” diye soruyordu. Zaten tek nüsha olduğu dillere destan olmuş Muradname’yi, kendi göstermemişse kimsenin göremeyeceğini gayet iyi bildiği hâlde, “Aman efendim ne mümkün!” cevabını bekleyerek yine dışarı çıkıp bu defa elinde Muradname ile dönüyordu. Böylece bütün gece boyunca “Manzur-ı âlileri olmuş mudur?” dibacesiyle pek çok yazmanın, ama hiçbiri bir önceki teslim edilmeden getirilmemek şartıyla âdeta misafirlere koklatılarak tadına baktırıldı. Elinde henüz bize uzatmadığı bir-iki yazma, fakat gözleri fıldır fıldır, kimin elinde hangi yazma olduğunu tarassut eden Fahri Bey, La Bruyère veya Molière gibi bir karakter karikatüristinin eline geçebilseydi kim bilir nasıl bir kitap Harpagon’unun tasvirini çizerdi.
O gece ünlü Muradname'nin dışında adını şimdi hatırlayamadığım Farsça ve harikulâde minyatürlerle tezyin edilmiş bir yazmayı da görmek, elimizle dokunmak gibi büyük bir iltifata nail olduk. Kitaba iliştirilmiş bir yaprak üzerinde Zeki Velidi Togan’a Süheyl Ünver’e, İsmail Hikmet Ertaylan’a ve daha birkaç kişiye, minyatürlerin meşhur İranlı nakkaş Bihzad’a ait olduğu imza ile tasdik ettirilmiş kayıtlar vardı. Çok güzel bir Ruhi Divanı, bir ara yurt dışına çıkıp Viyana’da ciltlenmiş tekrar Türkiye’ye dönmüş, baş sayfasında Nesib Mevlevi’nin mührü var. Ayrıca hafif beyzî bir mühürde “Nef’i” adı ve altında daha sonra ilâve edilmiş bir temellük kaydında “Nef’i merhumundur gafil olunmaya” ibaresi okunuyordu. Fahri Bey bu yazmayı, başka bir rakibi ile sahhaf dükkânında nasıl çekişe çekişe, günlerce gidip gelerek, geceleri uykusu kaçarak pazarlık edip almış olduğunu anlatıyordu.
Bir ara, nasıl oldu bilmiyorum, söz yeni şairlere intikal etmişti. Fazıl Hüsnü, Orhan Veli filân derken Fahri Bey’in “Bendenizde Orhan Veli’in kendi el yazısıyla bir şiiri var” demesi herkesi bir hayli güldürmüştü. Gece, geç vakitlere kadar Fahri Bey’in candan ve hoşsohbet insanlar olan ailesiyle beraber, İstanbul Rumlarının Türkçe telaffuzlarını andırır şivesinden Adalı olduğu anlaşılan eşi, o sırada henüz lisede okuyan kendisi gibi uzun boylu oğlu Aydın, sarışın lüle saçlarıyla ortalıkta dolaşan kızı Aygen’le birlikte gece geç vakitlere kadar oturduk. Nargile tiryakisi olan Fahri Bey’in teklifi üzerine Ahmet Ateş’in de beceremeyerek öksüre-tıksıra, hatta lüleden yanmış kömür parçalarını da yere dökerek bir nargile fokurdatma özentisi de yine gülüşmelerimize sebep olmuştu. Eğer fıkra anlatılıp hep beraber gülündüyse muhakkak kitap, kütüphane veya kitap merakı üzerineydi.
Birkaç sene sonra Fahri Bilge’nin İstanbul’a tayin edildiğini duyduk. Onu Ali Karamanlıoğlu ile beraber çalışmakta olduğu Ziraat Bankası’nın Fatih şubesinde ziyaret ettik. Bize nasıl taşındığını ve o civarda bir apartman dairesini nasıl kiraladığını anlattı. Fahri Bey, tutacağı dairenin alt katında oturan ev sahibine “Benim fazla eşyam yoktur, yalnız biraz kitabım var” demesi üzerine ev sahibi “Aman efendim, birkaç kitabın lafı mı olur” demiş. Ev tutulmuş. Derken kapının önüne kitap sandıkları dolu iki kamyon gelince adamcağız “Yoo, demiş, ben evimi başıma yıktırmam!” Bunun üzerine Fahri Bey, kitapları için başka bir daire daha kiralamak zorunda kalmış.
Fahri Bey, kitaplarına doyamadan, yanılmıyorsam 1961 veya 1962 yılında vefat etti. Kitap biriktirenlerin pek çoğunda olduğu gibi ailesi, çocuklarından hiçbirinin işine yaramayacak o ağır yükten halâs olmak ve bu kapalı hâzineden olabildiği kadar da bir dünyalık elde etmek için kütüphaneyi bir an evvel elden çıkarmaya teşebbüs etti. O sırada Teknik Üniversite’de öğrenci olan oğlu Aydın, en uygun yer olarak Atatürk Üniversitesi’ni düşünmüş olmalı ki bir gün Erzurum’a çıkageldi. Evvelce tanışıklığımız olduğundan gelip beni aradı. Bütün muhtevasına vakıf olmamakla beraber şöhretinin belli bir çevrede dillere destan olduğunu bildiğimiz kütüphanenin alınması için Türkoloji mensupları sıfatımızla rektörlüğe aracı olduk. Prensip olarak alınması kabul edildi, ancak bir eksper raporuyla fiyat tesbiti gerekiyordu. Kütüphane hakkında önceden genel kanaatimiz olması dolayısıyla ben, Ahmet Türek ve Haluk İpekten böyle bir rapor için görevlendirildik.
O yılın yaz tatilinde üçümüz, istenen raporu tanzim etmek üzere bir kısmı Aksaray’daki dairesinde, çoğu Bakırköy Bahçelievler taraflarında bu maksatla tutulmuş, inşaatı henüz bitmiş eşyasız bir dairede bulunan kitapları iki ay boyunca elden geçirdik. O yıllarda sahhaflarda eski harfli matbu kitaplar epey mebzul miktarda bulunuyordu. Enflasyon da olmadığı için hiç değilse kitapların çoğunun istikrarlı bir sahhaf piyasasını aşağı yukarı biliyorduk. Yazmalar için de zaman zaman konuya daha hâkim olanlara danıştık. Böylece iki aylık bir çalışmayla bütün kitapların, yazmaların ayrıca tavsiflerini de yaparak, ayrı ayrı fiyat tesbitlerini yaptık. Eğer yanılmıyorsam toplam olarak sekiz veya dokuz yüz bin lira gibi bir yekûn tutuyordu.
Kütüphanenin bundan sonra talihsiz ikinci bir macerası başladı. Rektörlük fiyatı fazla buldu. Aile bir miktar indirdi. Yine yeterli bulunmadı. Edebiyata ve kitaba ilgi duymayan, bu yüzden edebiyat fakültelerinin ve sosyal bilimlerin gelişmelerine imkân vermeyi aklına getirmeyen ziraatçi rektörlerin çoğu gibi o zamanki rektör de netice olarak Fahri Bilge’nin kütüphanesini almaya niyetli görünmüyordu. O günlerde üniversite yönetim kurulundan kulağımıza kadar gelen bir münakaşa bu zihniyeti göstermesi bakımından önemlidir. Rektör kütüphane için bütçeden bu kadar tahsisat ayıramayacağını, Ziraat Fakültesi için bir inek ahırı yapılması gerektiğinden ilgili fasıldan ancak onu karşılayacak kadar harcama yapılabileceğini filan söyleyince kurulda bulunan bir tarih profesörü dayanamamış ve “Rektör Bey, sizin için ahır ne kadar mühimse bizim için de kütüphane o kadar önemlidir” deyivermiş.
Hâsılı, kütüphane alınamadı. O yüzden kitapların dağıldığım, bazılarının sahhaflara, bazılarının özel ellere düştüğünü, bazılarının da yurt dışına çıktığı söylendi. Fahri Bilge’nin eşinin, daha sonra da kendisi gibi zarif ve kibar insanlar olan oğlu Aydın ve kızı Aygen’in genç yaşta vefat ettiklerini duyduk.
Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri'nin “Bedri Dilşad” maddesinde Muradname'nin Kayseri Ziraat Bankası Müdürü Fahri Bilge’de olduğundan bahsederek kendisine gönderdiği birkaç sayfa örneğin fotoğrafını veriyor. Osman Nuri Ergin de Muallim Cevdet hakkındaki hacimli kitabında, Türkiye’nin en zengin kütüphanesine mâlik Giresun Ziraat Bankası Müdürü Fahri Bilge’nin Muradname'yi 300 liraya satın almış olduğunu söylerken şunları ilâve ediyor: “Esef olunacak bir cihet varsa o da bu zatın eser telif edecek vakit ve zamana malik olamayışıdır. Hususi kütüphanesinin bir millî müesseseye mal edilerek kurtarılması ilim namına arzu edilir.” Aynı eserin Kitapçı Raif’ten bahseden sayfalarında da Fahri Bilge’nin, Muradname'yi satın almak için nasıl bir heyecan ve ihtirasla Raif Bey’in dükkânına günlerce gidip geldiğinin hikâyesi var.
Bu yazıyı hazırlarken Fahri Bilge hakkında, hiç değilse vefat tarihini ve kütüphanesinin akıbetini öğrenmek için konuya ilgi duyan ve malumatı bulunabilecek bazı dostlarıma danıştım. Ölümünden sonra veya yakın zamanlarda kitap tanıtıcı dergilerde, hakkında herhangi bir yazı çıkmadığı anlaşılmaktadır. Bazı kitaplarının (muhtemelen matbu) Şikago Üniversitesi’ne gittiğini, daha sonra orada tasfiyeye uğrayarak tekrar Türkiye’de sahaflara düştüğünü genç kitapsever arkadaşımız Seyfettin Ünlü haber verdi. Yazmalarının bir kısmının, bu arada Muradnâme’nin Millî Kütüphane’de olduğu da biliniyor.
Fahri Bilge hakkında resmî bilgi ve belgeler, gayreti ve himmeti bol aziz dost Ali Birinci’den geldi. Merhum hakkında bir daha ve teferruatlı yazı yazılacağını tahmin etmediğimden, bir gün, daha meraklı birisi zuhur edip de benim gibi çaresiz kalmasın diye bu bilgileri de hulâsaten aktarmayı uygun buldum.
Ziraat Bankası’nda 235, Emekli Sandığı’nda 90-317.01 numarayla kayıtlı Ahmet Fahri Bilge, 1306 (1890) Mudurnu doğumlu. Mehmed Arif Bey ve Atiye Hanım’ın oğlu, öğrenimi hakkında bir bilgi yok. Bulunduğu görevler, tarih sırasıyla, Cumhuriyet’ten önceki dönemde: Nisan 1905 Mudurnu Bidayet Mahkemesi mülâzımı (stajyer), Şubat 1906’dan itibaren daima Ziraat Bankası’nda olmak üzere Mudurnu Sandığı odacısı, Ereğli Sandık memuru refakati, Atina (Rize’nin bugünkü Pazar ilçesi) Sandık memuru, Trabzon şubesi yevmiye mukayyidi, Vakfıkebir Sandığı memur vekili, Ordu ve Samsun yevmiye mukayyidi, Sinop şubesi veznedar vekili, Boyabat Sandığı’nda memur vekili, Boyabat iaşe muhasibi, Trabzon yevmiye mukayyidi, Ordu şubesi’nde yardımcı, Samsun’da müdür muavin vekili, Amasya müdür muavini, Çorum müdür vekili ve müdürü, Samsun şubesi müdürü, Hesabat-ı Merkeziyye müdürü. Cumhuriyet’ten sonra Ziraat Bankası Kütahya şubesi müdürü, Merkez Tasfiye Hesabat Heyeti memuru, Samsun şubesi müdür muavini, Çorum şubesi müdürü, Giresun şubesi müdürü (1929- 1937), Kayseri şubesi müdürü (1937-1950), Afyon şubesi müdürü (1950-1955). Yaş haddinden 13 Temmuz 1955’te emekliye ayrılmakla beraber İstanbul Fatih şubesinde de revizör olarak, ölüm tarihi olan 17 Nisan 1961’e kadar çalışmış. Fahri Bilge’nin, kütüphanesini özellikle en uzun süre kaldığı Giresun, Kayseri ve Afyon’daki görevleri sırasında zenginleştirdiği anlaşılmaktadır.
Fahri Bilge hakkında daha özel bilgiler ihtiva eden diğer bir kaynaktan da yine Ali Birinci’nin himmetiyle haberim oldu. Bu, Ahmet Emin Güven tarafından hazırlanmış Kayseri Yakın Tarihinden Kültürel Araştırmalar VII. Kayseri’de Yazma Mecmualar* adlı bir çalışma olup, Fahri Bilge’nin Kayseri’de derlediği mecmualar vesilesiyle onunla ilgili epey bilgi ihtiva etmektedir. Sicil özetinin dışında biyografisine eklenebilecek bilgiler arasında Kütahya’da Türk Ocağı, Giresun’da Halk Fırkası başkanlığı yaptığı, kitaplarından onbeşbin kadar basma ve yazmayı Kayseri’de iken topladığı, milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’ne muntazaman davet edilmiş olduğu gibi hususlar yer almaktadır. Ayrıca oğlu Aydın Bilge’den naklen kitaplarının birçoğunun taşınma, su basması, rutubet ve okunmak üzere rica edilerek iade edilmemesi gibi sebeplerle sadece 628 parçadan ibaret bir yazma külliyatı kaldığı, bunların da 10 Eylül 1976 tarihli Bakanlar kurulu kararıyla varislerinden satın alınarak Millî Kütüphane’ye konduğu ifade edilmiştir. Arifî mahlasıyla yazdığı şiirlerden Ahmed Remzi Dede’nin ölümü dolayısıyla kaleme aldığı bir manzume de ilave edilmiştir. Ailesi hakkında da bilgi verilen yazıdan, eşinin aslen Giritli muhacirlerden, “Soeurs”ler okulu mezunu Müşerref Hanım olduğu anlaşılmaktadır.
Fahri Bilge, kitap meraklıları arasında tanıdığım farklı tiplerden biriydi. Anadolu’nun bir takım kasaba ve köylerinde, kim bilir kimlerin elinde zayi olacak yüzlerce yazmayı farklı bir muhabbetle ve ihtirasla kurtarmıştı. Yukarıda kitaplarının çoğunun kaybolmuş olması sebepleri arasında zikredilen “âriyet verilip de alınamamış” olanların bulunduğu sözü, tanıdığım ve başkalarından da duyduğum kadar pek doğru olmasa gerektir. O bakımdan Fahri Bilge’nin sağlığında araştırıcılara faydası olmamışsa da şüphesiz sonunda Türk kütüphaneciliğine bu yolda hizmeti geçmişti. Eğer kütüphanesi Atatürk Üniversitesi’ne alınmış olsaydı bu dağılmanın önüne geçilmiş olacağı gibi, Seyfettin Özeğe kitaplarıyla beraber Erzurum Türkiye’nin büyük bir kitap merkezi haline gelmiş olacaktı. Çok defa olduğu gibi o zaman da ilmin önüne dikilen anlayışsız zihniyet üniversitenin kaybı kadar bu hâzinenin dağılmasına da sebep olmuştu.
Bu makâle, 1999 senesinde yazılmı, Nisan 2002'de Yedi İklim Dergisinin, 145. sayısında yayınlanmışdır.
Insanın içi sızlıyor böyle hazinelere sahip çıkılmadığını öğrenince.. Çok yazık olmuş..
YanıtlaSil