Sayfalar

16 Mart 2022 Çarşamba

Sahaflar Çarşısı ve Sahaflık

Mürşid-i azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, İstanbul'daki meşhûr Sahaflar Çarşısında kitapçılık yaparlardı, geçimlerini bu şekilde temin ederlerdi. Genç yaşda başladığı bu meslekde öyle ilerlemişdi ki, yalnız Türkiye'nin değil dünyânın da dört bir tarafından kendisine mürâcaat edilir, hiç bir yerde bulunmayan nâdir eserler ondan tedârik edilirdi. Efendi Hazretleri bilhassa yazma mushaflar ve dînî kitâblar husûsunda otorite kabûl edilirdi. Efendi Hazretleri, eski sanat eserlerinden de çok iyi anlarlar, bâhusûs hüsn-i hat levhalarına çok iyi değer biçerler ve bunları alıp satarlar, ehline meraklısına ulaşdırırlardı.

Efendi Hazretlerinin kitâb ve eski eserler konusundaki ihtisâsı bütün dünyâca bilindiğinden, yabancı gezi rehberlerinde onun ismi ve dükkânının adresi kayıtlıydı. Bu şöhretinden dolayı, zaman zaman yerli ve yabancı gazeteciler, televizyoncular kendisiyle röportaj yapmaya da gelirlerdi. Bunlardan bazılarının görüntü ve ses kayıtları elimizdedir. Kimin hangi târihde yapdığını tam olarak tesbit edemediğim bu röportajda, Efendi Hazretleri hem Çarşı ve sahaflık hakkında hem de kendileri hakkında kıymetli bilgiler lutfetmişlerdi. Söz uçar yazı kalır fehvâsınca, bu ses kaydını yazıya çevirmeyi görev bildim. Umarım istifâde edersiniz. 

S : İstanbul'un Sahaflar Çarşısındayız. Sizi tanıyabilir miyiz efendim?

C : Bendeniz İstanbulluyum. Doğma ve büyüme buralıyım. Babam Anadolu'dan, annem Rumeli'den. Fakat ben yüz beş senelik İstanbulluyum yani bir asırdan ziyâde. 

S : Adınızı ricâ edebilir miyim?

C : İsmim Muzaffer Ozak.

S : Sayın Ozak, kaç yıldan beri bu çarşıdasınız?

C : Kırk üç seneden beri bu çarşıdayım. Genç bir delikanlı olarak geldim, şimdi belim büküldü, saçım ağırdı, dişlerim döküldü. 

S : Hep bu işle mi uğraşdınız?

C : Hep bu işle uğraşdık. Sahaflık gâyetle neşeli, meraklı bir sanatdır ve fakültenin de şubesidir. Ekserî konuşduğumuz zevât okumuş yazmış kimseler, münevver kimselerdir, temâs etdiğimiz kimseler.

S : Efendim zaman zaman Sahaflar Çarşısı değişikliklere uğradı, düzenlemeler oldu. Çok eskilere dönüp bize târihçesini anlatabilir misiniz?

C : Tabii. Bildiğimiz kadar, duyduğumuz kadar anlatalım. İstanbul'un fethinden sonra, o devirde matbaa olmadığı için, yazma kitâblar satılmakda ve Kapalı Çarşı'nın da bugünkü Halıcılar kısmı sahafhâne olarak pâdişah tarafından sahaflara verilmiş. Ve bir şeyhi varmış, sahaflar şeyhi varmış. Hattâ onun bir de Türkçe Arapça bir lugatı da vardır, o zâtın. Oradaymış evvelâ sahaflar. Sonra, bir müddet sonra, burası hâlî bir yermiş, yani camiye muttasıl, Tunus bozulduğu vakitde, Tunus muhâcirleri buraya gelmiş, onlar geçinsinler diye bu hâlî olan yani camiye âid olan yerden kendilerine yer gösterilmiş, ticâret yapsınlar diye. Fes satıyorlar o vakit, kıyâfet filan. Evvelâ sergi yapmışlar. İşte yağmur yağmış, güneş açmış filan, bundan kendilerini korumak için evvelâ üzerlerine birer sakıf yani tavan yapmışlar, kış gelmiş, önlerine camekân koymuşlar ve bu çarşı böylece meydana gelmiş. Sonra da, Kapalıçarşı'da bulunan sahaflar, Çarşı rutubetli olduğu için, burayı tercih etmişler, ordaki sahaflar buraya hicret etmişler, burda Sahaflar Çarşısı meydana gelmiş.

Sahaflar Çarşısının yangından önceki hâli

Bu 949 senesine kadar böylece devâm etdi. 949 senesinde bir gece, bir Cuma gününü Cumartesiye bağlayan gece burası yandı, tutuşdu ve yandı. Çünkü salaşdan dükkanlardı, ahşap, salaşdan dükkanlardı. Bir çok kitâblar helâk oldu,  harâb oldu yangında. Sonra Belediye bize tutdu bu Çarşı'yı...Evvelâ burdaki bulunan sahafları Bayezid Câmisinin avlusuna...O vakit Bayezid Câmisinin avlusunda Ramazanlarda Ramazana mahsûs olmak üzere sergi açtırırlardı. Hattâ inhisarlar bile oraya Ramazana mahsûs bir sigara çıkartırdı, bir sergisi olurdu. Nasıl İzmir Fuarı var, Ramazan fuarı gibi olurdu yani burda. Hattâ Sümerbank bile kumaşını gönderir, pastırmacı pastırmasını satar, kokucu kokusunu satar, baharatçılar baharat satarlardı câminin avlusunda. Ordan kalan dükkânları ne yapdılar, burdaki bulunan sahafları oraya nakletdiler.  Üç sene zarfında burası yapıldı ve sahaflara tahsîs edildi. Başka esnaf buraya sokmadılar, bu sanat ölmesin diye. O vakit bizim başbuğumuz fahriyyen Târık Us Bey'di. Bu şerefi o almışdı, fahrî olarak bizim başkanımızdı. O bize tahsîs etdirdi burasını ve bize ucuz ve suhûletli bir fiyatla dükkânları tevzi etdirdi. Meselâ o vakit bu dükkânı bana yetmiş liraya verdiler. Ama şartlar koşuldu böyle, sahaflıkdan başka bir şey satmayacağım. İşte halıydı, kilimdi yâhud antika eşyâ koymayacağım buraya, yalnız eski kitâblar alıp satacağım filan. Bu şekilde. Sonra zamanla paranın kıymeti düşünce kirâlar artırıldı filan. Şimdi kaç lira veriyoruz Lütfü Bey? Üç ay için on dört bin lira veriyoruz. Böyle efendim.

S : Peki efendim, bize sahafın anlamını biraz açıklar mısınız?

C : Sahaf, suhufdan gelir. Suhuf, Allah tarafından peygamberlere nâzil olan kitâblara derler ki, dört kitâbın hâricidir. Yani Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur`ân'dan hâriç olarak diğer peygamberlere gelen kitâblara, semâvî kitâblara suhuf tabîr edilir. Böyle yazma kitâblar satıldığı için, dînî kitâblar, sahaf tabîr edilmiş. İsm-i fâil yani dînî kitâblar satıcı, eski kitâblar satıcı ma'nâsına. Sahaflığın ma'nâsı bu.

S : Şu anda çevrenizde çok eski kitâblar görüyoruz, değişik yazılı. Bunları nerelerden topladınız?

C : Efendim, bunları nerden topladık? Yakın zamana kadar evlerden ölen kimselerin metrûk olan kitâbları okunmadığı için buraya getirilir, yâhud sahaf o eve götürülür, kitâblara bir fiyat tesbit ederdi, o zâtı eğer iknâ ederse, parayı verir, kitâbları alırdı. Olmazsa bir kaç esnaf götürürler, bir kıymet tayîn ederler ki, o satanın da kendi kalbine bir itminân hâsıl olurdu, yani inanırdı, yani inanç gelirdi kalbine. Çünkü o sahaf biliyor aldığı kitâbın fiyatını, satan bilmiyordu. Evlerden yâhud Çarşı'ya getirilir burada haraç mezad, kim fazla parayı verirse, beş kuruş kim fazla verirse, o kitâbı alır, dükkânına koyardı. Bu şekilde temin ediyorduk. Fakat yakın zamandan bu tarafa doğru, şimdi ne mezad olduğu var, ne kitâb geldiği var. Televizyonda bazı yazma kitâbların çok para etdiği bildirildiği için, halk buraya hiç para etmeyen kitâbları getiriyor, "kaç para istiyorsun?" filan, otuz bin, elli bin, yüz bin, antika oldu diye, böyle fiyatlar istiyorlar biz de alıp millete bunu veremiyoruz. 

Benim elimde burda yazma Kur`ân-ı Kerîm'ler var, fakat yazıları pek makbûl değil. Eskiden insanların, zenginlerin serveti ve sâmânı, paranın adediyle değil mushafın çokluğuyla tesbit edilirmiş. Üç mushaf sâhibi, beş mushaf sâhibi yâhud bin cild kitâb sâhibi diye. O kadar kıymet verirlermiş kitâba. Şimdi elimizde bulunan kitâblar arasında pek o kadar kıymetli kitâb yok. On bin liralık, yirmi bin liralık kitâb var elimizde, yok değil var ama o kadar pek ehemm-i mühimm değil yazıları filan.

Sahaflar Çarşısının yangından sonraki yenilenmiş hâli

S : Peki efendim siz bir sahaf olarak, nasıl değerlendiriyorsunuz bu kitâbları?

C : Haa işte o  benim gözüm ve o benim bilgim. Bugüne kadasr benim bir tecrübem var, onun için her kitâbı alıp her kitâbı satamıyorum. Çünkü ben aldığımı bilirim ve satdığım şeyi de bilirim. Kitâb getiriyorlar, aldığım vakitde kör alışı kör satışı yapmıyoruz biz. Bir fiyat tesbit ediyoruz, fakat tesbit etdiğimiz fiyatdan bize kitâb vermiyorlar, bakıyorsun dışarda başka bir adam fazla verip alabiliyor, fazla fiyata satabiliyor. Biz satamayız fazla fiyatla. Çünkü belli bir bilgi var bende bu husûsda. Affedersiniz, insanın böyle söylemesi ayıpdır ama. 

S : Bu değerlendirme neye göre oluyor efendim? Kitâbın içeriğine göre mi, yazısın agöre mi?

C : Kitâbın münderecâtı, kitâbın eskiliği, meselâ hicrî olarak 600'den evvel, yani ne yapıyor bu bizim milâdî târihle, sekiz yüz sene evvelki kitâblar, ne kitâbı olursa olsun, bir kıymet taşır, eskiliğinden dolayı. Bir gramer de olsa kıymetli bir kitâbdır. Yâhud hiç basılmamış bir kitâb. Çünkü o kadar gizli müellifler var ki, adam yazdığı kitâba ismini dahi yazmamış, riyâ olur, gösteriş olur diye. Târih yazmış, bilinmiyor bu adam. Ne Osmanlı Müelliflerinde var, ne Kâtib Çelebi'nin Keşfü'z-Zünûn'unda var ismi bu adamın. Şimdi böyle bir târih elimize geçiyor, vesâik, tabii bunu biz kıymetlendiriyoruz, ona göre bir fiyat istiyoruz. Fiyat veriyoruz alıyoruz, fiyat isteyip satıyoruz filan. Böyle.

S : Peki efendim sizin çok önem verdiğiniz, değer verdiğiniz bu kitâbları satarken üzüldüğünüz oluyor mu?

C : Bazen olur. Çünkü benim kitâba karşı zaafım vardır ve kendim de kütübhâne sâhibiyim yani satışa değil, satışa arzetmemek üzere kendi evimde kütübhânelerim var ve kıymetli eserlerden, keni neşeme uyan kitâbları oraya kaldırdım vaktiyle. Şimdi değil de, vaktiyle beğendiğim temiz kitâbları, hırpalanmamış, cildleri güzel, münderecâtı beni ilgilendiren kitâbları oraya kaldırdım. Üç tâne kütübhânem var evde, duruyor. Hepsi lebâleb dolu. Hattâ kitâbları, kitâbçı olmak münâsebetiyle ne kitâbı olduğunu bilerek çekiyorum, yazısını okumadan. Tanırım kitâbları bendeniz. Târih var, târihler var. Dînî kitâblar var. Tasavvuf kitâbları var. Türk mûsıkîsine âid kitâblarımız var, ilâhiler var, tekkelere âid ilâhiler, nutuklar var, bir takım şeyler var. Yazma da var, matbû da var, kütübhânemde var. Kendim de ilgileniyorum. Onun için bazı şeyleri satmadım, evimde sakladım. Artık ben öldükden sonra, inşallah onları bir yere vakfedeceğiz, kütübhânenin birisine filan, öyle tenbîh etdim zâten. Gene benim devlete verdiğim kitâblar var, benim nâmımla zikrolunur yani ismimle. O köşe Muzaffer Ozak köşesi derler filan. 

S : Satışa sunduğunuz kitâbları daha çok kimler satın alıyor? Öğrenciler mi acabâ?

C : Öğrencilerin kitâbını başkaları satar burda. Burd aherkesin kitâbı ayrı, çeşitleri ayrı ayrıdır. Meselâ Fransızca kitâb satan ayrıdır. Yazma kitâb satan ayrıdır. Bugün için karışdı biraz. Çünkü işler azaldığı için herkes her şeye saldırıyor, para kazanayım filan diye, masrafımı kurtarayım filan diye. Eskiden, işte onu analtdım, bugün gelen gazeteciye, bir dükkân vardı, o yalnız yazma kitâb satardı. Bir dükkân vardı, o yalnız Fransızca kitâb satardı. Bir dükkân vardı, yalnız Arapça satardı. Bir dükkân vardı, eksik kitâb satardı. Hep eksik kitâbları o alır. Meselâ siz bir kitâb alırsınız, içinden bir forma eksik çıkmışdır, gidersin ona ikmâl edersin, onun yevmiyesini verirsin, o adamın filan. Böyleydi. Ama şimdi para kazanmak için, masrafını kurtarmak için her şeye saldırıyoruz.

S : Herkes her şeyi satıyor.

C : Her şeyi satıyorlar şimdi. Fransızca da satıyoruz, ne bulursak satıyoruz onu yani. Bizim ekserî müşterilerimiz, turistler geliyorlar, turistlere kitâb satıyoruz. Ki en çok onlar bizim yüzümüzü güldürüyor. Ondna gayrisi de, işte molla efendiler, İslam Enstitüsü talebeleri, burdaki fakültenin edebiyat talebeleri, onlar gelirler kitâbları bizden alırlar. 

S : Şu anda sizin sâhib olduğunuz en değerli kitâb hangisi, söyleyebilir misiniz?

C : Burda yazma Kur`ân-ı Kerîm'ler var. Onların içerisinde değerli kitâblar var. 20 bin lira, 25 bin lira, 30 bin lira filan. Arapça kitâblardan da böyle on cildli, beş cildli kitâblar var, 10 bin lira, 15 bin lira, 8 bin lira, 6 bin lira, 4 bin lira filan. 

S : Nerden buldunuz Kur`ân-ı Kerîm'leri? 

C : Evlerden aldık. Yâhud getirdiler satdılar. Bir adamın evinde Kur`ân-ı Kerîm var, okumuyor getirip satıyor. Tabii bizim verdiğimiz fiyat kendi işine gelirse. Yâhud gösteriyor bir kaç esnafa burda, bizim verdiğimiz fiyatı bulamazsa bize getiriyor. Bizden fazla veren olursa onlar alıyorlar. 

Şimdi eskiyi anlatayım. Eskiden bütün Dârül'-Fünûn'un yani Üniversite'nin, eskiden Dârül'-Fünûn diyorlardı, Üniversite'de bulunan bütün profesörler buraya gelirler, günde üç dört defa uğrarlar. Meselâ Mükrimin Halil Bey, Câvid Bey, Emin Âlî Bey, Şemseddin Siver Bey, Recep Peker, Kasım Kürek, Şâir Tâhir Nâdi Bey, günde üç dört defa buraya gelirler, "Bize âid bir şey var mı?" diye sorarlar. Ve onlara âid bir kitâb verildiği vakitde, yani bir çok yüksek zevât aradığı kitâbı bulduğu vakitde gece kitâbı koynuna almış berâber yatmışdır. Sevgili hanımına kavuşmuş gibi. Bu kadar meraklı adamlardı. Onun için aklıma bir beyit geldi, onu söylerim size. 

Şimdi yok, böyle büyüklerden gelen zevât yok bizim çarşımıza. Eskiden gelirlerdi. Vekiller gelirdi, okumaya meraklı kişiler filan. Çünkü malûm ya, ölünceye kadar ilmi tahsîl etmek lâzım. Şimdi adam mektebi bitirdi mi, kitâbları gidip satıyor ve devletin kasasına elini uzatıyor, maaşı alıyor, o kadar. Eskiden öyle değildi. Eskiden günden güne ilimlerini yükseltir ve yüceltirler idi. Böyleydi. Onun için ilim, "mine'l-mehdi ile'l-lahdi" yani beşikden mezara kadar tahsîl edilirdi. Hâlâ ben, yaşım altmış beşden yukarıya, söylemeyeyim de, ben hâlâ tahsîl ediyorum gene. Her akşam giderim, mutlakâ bir kitâb açacağım, okuyacağım, bakacağım, edeceğim, filan filan. 

S : Peki efendim, sizin yazdığınız bir kitâb var...

C : Bir tâne değil ki. Bir tâne değil.

S : hangi kitâblar söyler misiniz?

C : İrşad diye bir kitâbım var, üç cilddir. Dünyânın her tarafından satın alınmışdır ve defaatle, kerrât ve merrât ile basılmış, tab edilmişdir. Onun arkasından Envârü'l-Kulûb diye bir kitâbım var, Kalblerin Nûrları. İrşâd, uyanıdırıcı ma'nâsına. Envârü'l-Kulûb, Kalblerin Nûrları, diye bir kitâbım var. Üç cilddir gene. Epey de kalındır yani. Getir göster, hanımefendiler görsün. O da öyle, kerrât ve merrât ile basılmışdır. Gene Ziynetü'l-Kulûb diye tasavvufa âid bir kitâbım var. O da kerrât merrât ile basılmışdır. Sôfiyye Sohbetleri, Tarîk-i Halvetiyyenin târihçesi, Tarîk-i Cerrâhiyye hakkında, bunlar da hazırlandı, onlar basılmadı henüz, daha tab edilmedi, hazırlandı. Bunların da hepsi, yazdığım kitâbların kâffesi İngilizce'ye çeviriliyor şimdi Amerika'da satılıyor. Bir tânesi, ilk basılan kitâb, Aşk Yolu'dur. Bu Türkçesi, öteki de İngilizce'sidir. İnşallah yakın zamanda hepsi dünyâ piyasasına sürülecek. Türkçe olarak da tâ Avusturalya'dan yani Sydney'den tâ Kanada'ya kadar, Kanada'dan Washington'a  kadar, Washington'dan New York'a kadar, Türkçe kitâblarım da satılmışdır. 

S : Peki efendim, işlediğiniz konular nedir?

C : İnsanları hakka ve doğruya, aşka ve muhabbete çağırmak, düşmanlığı kaldırmak, insanları birbirine sevdirmek, saydırmak. Bütün gâye bu. Şiiri de okuyayım : 

Kalem feryâd edüp ağlar mürekkeb
Beni nâdân eline verme yâ Rab

Dermiş ki, kalem çıtırdar, eski kamış kalemler. Şâir öyle söylemiş. kalemin çıtırdaması kalemin âh u zâr etmesiymiş, mürekkebin dökülmesi de gözyaşıymış. Ve böyle gözyaşı dökerek âh u zâr etmesi, "beni câhil eline verme, kötü kişilerin eline verme" dermiş Allah'a.

S : Çok teşekkür ederiz efendim.

C : Eğer bir hizmet edebildimse beni bahtiyar kılacaksınız.

S : Sağolun.

www.muzafferozak.com

1 yorum:

  1. Ne kadar ince, ne kadar zarif. Saatlerce anlatsindi

    YanıtlaSil