Sahaflar Çarşısı'nın mümtâz sîmâlarından şâir, felsefeci, araştırmacı, yazar Arslan Kaynardağ, mürşid-i azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri ile Sahaflar Çarşısı hakkında uzun bir röportaj yapmışdı. Bu röportajın ses kaydını uzun zaman önce yayınlamış ama yazıya dökme fırsatını bir türlü bulamamışdım. Görüşmenin başında Arslan Bey, Efendi Hazretlerine sahaflığa nasıl başladığını sormuş fakat bu kısım nedense tam olarak kayda alınamamış. Bu yüzden Efendi Hazretlerinin cevâbını diğer sohbetlerinden derlediğim bilgilerle tamamladım. Başdan sona bir belgesel mâhiyetinde olan bu röportajda hem Efendi Hazretlerinin hâtıralarını hem bir dönemin çarşı esnafını, çarşıdaki eski sahafları, hem Çarşı'nın müdâvimi olan kitap meraklılarını, hem de Sahaflar Çarşısı'nın kısa bir târihçesini, hem de Efendi Hazretlerinin ibretlik hâtıralarını bulacaksınız.
- Kitapçılığa nasıl başladınız?
Fakîrlik yüzünden mektebden çıkmışdım, bir yerde yevmiyeli çalışıyordum. Çalışdığım yerde, küçük yaşda bir çocuğun taşıyamayacağı kadar ağır yükler taşıttıkları için kasığım çatladı, fıtık oldum. İş yeri sahibi, beni işden çıkardı. Başka bir işe girdim, gündüzleri çalışıyordum gece de Arapça tahsîl ediyordum. Bize yardım eden yok ki gündüz mektebe gidelim, mecbûren gündüz çalışacağız, akşam okuyacağız.
Müezzinlik imtihanı açıldı. Hesâb ettim, benim çalşıdığım yerden aldığım parayla müezzinlik maaşı arasında beş lira bir fark var. Ya akşama kadar çalışacağım beş lira fazla alacağım ya da müezzin olup beş lira eksik alacağım ama akşama kadar da çok boş zamânım olacak. Böylece gündüz de ders okuyabilecekdim. Bu yüzden eksik maaşa razı oldum ve müezzinlik yapmaya karar verdim. Müezzinlik imtihanını yüksek bir dereceyle kazandığım halde beni, hak ettiğim câmiye vermediler. Oraya arkası olan birini verdiler, beni de Rum Patrikhanesinin karşısındaki fevkânî câmiye verdiler. O câmide hem imam hem de müezzin olarak vazîfe yapdım. Câminin bir odası vardı, elektriği ve suyu vardı. Annemle birlikde oraya yerleşdik. O vakit yaşım çok gençdi, daha on yedi yaşındaydım. İlk ay on dört lira kırk iki kuruş maaş aldık, iyi fakat ikinci ay bir buçuk lira verdiler. "Ne parası bu" dedim. "Bu caminin tahsîsâtı bitti" dediler. Eyvâh! Ne yaparız biz. Uğraşdık, Soğanağa Câmisinin müezzinliğini istedik, verdiler. Oranın da müezzin odası olduğu halde, İmam Efendi evini kirâya vermiş, müezzinin odasına yerleşmiş. Ev meselesinden imam ile aramıza niza girdi ve oradan da ayrılmak mecbûriyeti hâsıl oldu. Bu cami geliratlı bir camiydi, halk bana bakıyordu, seviyordu mahalleli. Oranın imamının ihânetine uğradım.
Sonra Kefeli Camisine verdiler beni. Kefeli Camisine verince, Kefeli Camisinin imamı, burdaki bulunan kitapçı Şâkir Efendi. Ben dedim ki Hocaefendi'ye, "Hocaefendi, ben çalışmıyorum, ben yalnız tahsîle bakıyorum, sen dükkânını gündüz kapama, şimdi mahzurlu olan yerini söylüyorum, dükkânını sen kapama, gelme buraya öğlenle ikindiye câmiye, ben senin yerine câmide vazîfeyi görürüm" dedim. O da "Peki" dedi. İşte bir iki sene kadar onun yerine vazîfe yapdık. Gündüz o gelmedi. O da bana bunun mukâbilinde kendine âid olan odayı verdi, "Otur orda" dedi. Evi yakındı çünkü oraya.
Şimdi, askere çağırdılar beni.
- Bu hangi sene oluyor efendim?
936 filan. 935-36 o zamanlar. Askere çağrılınca, tabii müezzinlikden aldığımız maaş bizim 14 lira 42 kuruş, bozdur bozdur ye, kitaplarımı satayım dedim. Yirmi lira yaparsa kitaplar, on lirasını cebime harçlık koyarım, askere gidiyorum diye, on lirasını da anneme bırakırım, çıkar giderim. Bir anneyle oğuluz biz o vakit.
Hocaefendi'yi çapırdım, "Hocaefendi, bu kitaplara bak" dedim. Bakdı, "Ne vereyim" dedi. "Siz ne verirseniz verin" dedim. "Altı lira veririm" dedi. Halbuki bir kitap aldım ben, yalnız o altı lira. Ve peyderpey ödedim, senelerce. Bir alay kitap. Kitap fazla para etmiyor o vakitler ama hani yirmi lira yapar bir esnaf gözüyle. Netekim de öyle olacak. Hocaefendi'yi çağırdım, Hocaefendi bakdı kitaplara, dedi "Ne istiyorsun", "İşte sen ver bir şeyler" dedim. "Altı lira vereyim" dedi bana. Deyince benim canım sıkıldı iyice. Ben bekliyordum, yirmi lira verirse "al" diyecekdim ona. Eder yani etmez değil. "Olmaz" dedim. "Yedi lira vereyim" dedi, "Olmaz" dedim. "On lira vereyim", "Olmaz" dedim. "On beş lira vereyim", "Olmaz". "Yirmi lira vereyim", "Olmaz" dedim. "Şimdi bana yirmi bin lira da versen vermeyeceğim kitapları sana".
- Çünkü yalan söyledi size.
Yalan söyledi değil de, işin acâibi şu. Dedim ki ben, altı on para o vakit tramvay. Burdan Bayezid'den altı on paraya tramvayla öğle namazı için geleceksin, tekrar buraya döneceksin. İkindi için geleceksin, tekrar döneceksin buraya. Ne yapıyor altı on para, altı on para? On iki buçuk, yirmi beş kuruş yapar. İşini de kaybedeceksin, dükkânını kapatacaksın. Ben senin iki sene burada bedava öğlenle ikindini kıldırdım. Çıkarıp bana yirmi lira para versen, hiç de kitap almasan ne çıkar, ne olur yani. Şimdi benim hesâbım bu.
Şâkir Efendi'ye fenâ halde kızdım. İki sene onun işini yapdım, insan çıkarır hiç değilse yirmi lira verir, kitaplar da en az yirmi lira yapar zâten. "Olmaz" dedim, "On lira vereyim" dedi, "olmaz" dedim, "yirmi lira vereyim" dedi "olmaz" dedim. Bağladım kitapları, omuzuma vurdum, getirdim Fâtih Camisinin önündeki musallâ taşlarına yığdım. Daha ilk gün on yedi buçuk liralık kitap satmama rağmen kitaplar olduğu gibi duruyordu. İlk gün sattığım kitapların fiyatları bile hâlâ hatırımda. Mesela "Mevkûfât"ı otuz beş kuruşa, "Envarü'l Aşıkîn"i otuz kuruşa sattım. Tabii gözüm faltaşı gibi açıldı. Câmiden aldığım maaş hepi topu on dört lira kırk iki kuruş idi. Sonra kitapları omuzladım, eve götürdüm, ertesi günü yine geldim. Öğle vakti olunca tezgahı kapatıp koşa koşa câmiye gidiyorum, ezanı okuyorum, namazı kıldırıyorum, dönüp yine geliyorum. İkindi vakti gelince yine koşup câmiye gidiyorum, namazı kıldırıp dönüyorum. Ama öyle değil biz kitap veriyoruz, altı lira, sonra yirmi lira. "Olmaz" dedim, "Yirmi beş de versen olmaz". Kitapçı olacağım çünkü. Bunun üzerine Hocaefendi, "Şu kitabı ver bana, altmış kuruş vereyim" dedi. Satdığım kitabın da ne olduğunu biliyorum. "Peki al" dedim. "Bana lâzım" dedi. Verdim ona.
Biz kitapları sırtımıza yüklendik, getirdik Fâtih Camisinin musallâ taşlarının üzerine koyduk. Kitapçı olmamıza sebeb böyle oldu yani.
- Sizden aldığı kitap neydi o?
Ahmediye'ydi. Bak, unutmadım yani. Şimdi, oraya geldim, kitapları serdik oraya. Yalnız o gün on yedi buçuk liralık alışveriş yapdım ben. Kitaplar olduğu gibi duruyor. Altmış kuruşa Ahmediye'yi satdık, otuz kuruşa Halebî'yi satdık filan. On yedi buçuk liralık kitap satdık, kitaplar olduğu gibi duruyor. Gözüm faltaşı gibi açıldı benim. Bir ay ben camide bağlanıyorum, on dört lira kırk iki kuruşa. Bir günde on yedi buçuk lira mal satdık, kitaplar olduğu gibi duruyor. Hepsini yirmi liraya vereceğim kitaplar.
Biz ertesi gün gene dükkânı açdık, oraya sergiyi. Ben gitmedim şubeye, gitmedim. Benim babamın arkadaşlarından bir adamcağız, Zekeriya Efendi diye bir hocaefendi, o gördü beni, "Oooo Molla ne yapıyorsun burda sen?". "Kitap satıyorum". "Aman ne güzel yapmışsın" dedi. Bir yerde kitaplar var alır mısın" dedi. "Alırım" dedim. "Eğer paran yoksa ben vereyim" dedi sermâyesini, "sonra bana ödersin" dedi. "Yok, param var benim" dedim.
Kalkdık, gitdik. Vaktiyle babamın çarşısının kahyası olan bir hocaefendi imiş. O vakit çarşılarda kahya varmış. Gitdik biz, "Ne istiyorsunuz kitaplara?" dedik, "Beş lira istiyoruz" dediler, beş lira! Ben de "Aldım" dedi. Bodrumda duruyor kitaplar. İki karpuz arabası kitap doldurduk beş liraya hâlâ aşağıda kitap var. Onları getirdik Fâtih Camisine koyduk. Hocaefendi geldi, Şâkir Efendi, o kitapların içerisinden seksen altı liralık kitap aldı. Gene kitaplar duruyor. Türkçelerini Mahmud Efendi'ye sakladım, bizim Acem Mahmud'a. Ve ondan sonra kitapçı oldum. Askere de almadılar beni, bakayaya kaldık. Üç dört sene geriye kaldı benim askerliğim. 40'a kaldı yani. Ondan sonra kitapçılığa öyle başladık.
Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde bu kitapların hikâyesini şöyle anlatmışlardı :
Babam öldüğü vakit, Malta Çarşısında dükkânları varmış. Çarşının kahyası da o câminin imamıymış. Babam yirmi sene evvel vefât ettiğinde, mal taksîm edilecek, yetîmler var diye çarşının kapısını mühürlemişler. Bizim büyük birâder, kahyayı kandırmış, arkadan duvarı deldirmiş, içerde ne varsa almış. Babamın kitaplarını da o imam efendi almış. Meğer parasını verip aldığımız iki araba dolusu kitaplar babama âid kitaplarmış. Nereden nereye! Yani verdiğimiz parayı kitaplar için vermedik, yirmi senelik kirâ parası vermiş olduk. Kitapları aldık getirdik. Tabii ben kitapların babamın kitapları olduğunu bilmiyordum, kahyanın kim olduğu neden sonra anlaşıldı. Adâlet-i ilâhiyyeye bakın! İşte böylece kitapçı olduk. Sonra geçinemediğimiz o imama da dua ettim. Çünkü eğer o imam yüzünden o câmiden ayrılmasaydım kitapçı olamayacakdım.
- Bu çarşıya gelişiniz?
Ondan sonra buraya geldim. İşte bu caminin taşlarının üzerine serdim. Çünkü kitapların kaça alınıp kaça satıldığını bilmiyorum. Piyasayı öğreneyim diye. Sonra burada yüz elli lira hava parası vererek şurdaki, dipdeki dükkânı aldım. İçinde kitaplarıyla beraber. Öyle başladık kitapçılığa.
- Kimindi o dükkân?
O dükkân Çarşı'nın bekçisinin dükkânıydı. Birisi almış, kitapçı dükkânı açacakmış, içine biraz kitaplar koymuş ama hep gramer kitapları böyle yani eski medrese kitapları filan. Sonra o işden vazgeçmiş o adam. Bana satdı o, yüz elli liraya. Ben de onu taksitli olarak aldım yani yüz elli lira verecek durumda değiliz, yirmi lira, on beş lira, böyle ödemek şartıyla aldık. Taksitle aldık, oraya girdik.
Sonra tekrar askerlik çıkdı. Bu sefer dükkânı ben satmadım. İçeride kitapları olduğu gibi bırakdık, çıkdık gitdik askere. Geldiğim vakitde bir de bakdım, bir liraya satdığım kitap, on beş lira olmuş.
- Sene 41'mi oldu şimdi?
Evet.
- O seneler de harb seneleri.
Evet, harb seneleri.
- Askerliğiniz nerede yapdınız?
Askerliğimi evvelâ Hadımköy'de yapdım. Ondan sonra Çankırı'ya gitdim. Çerkeş'e gitdim. Onu da hep kitaplara yazdım, nasıl gitdiğimi filan.
Açdık, on beş gün oldu dükkânı açalı, askerden geldim dükkânı açdım, oturyorum filan iki adam içeri girdi. O akşam bir rüyâ gördüm. Sen mâdem istiyorsun anlatayım. Rüyâda bir şehre vardım, o şehir yıkılmış, içerisinde bir türbe duruyor, kubbe var. O kubbeyi ziyârete gidiyorum, yani onun altında yatan yatırı. İçeri girerken korkuyorum. Rüya bu ya. Kabrin içinden o zât diyor ki bana, "Ne korkuyorsun, yakında bana geleceksin" diyor. Sabahleyin kalkdık, dedim "Ya bize ahret yolculuğu var, ya dünyâ yolculuğu. Bu rüya hayra alâmet değil" dedim ben. Bizim hanıma dedim ki, "Böyle, böyle. Benim şuraya borcum var, buradan alacağım var, beni borçlu yatırma, böyle bir rüya gördüm" dedim. Hanım "Aman canım, rüya o" dedi. "Canım rüya müya, senin nene lazım".
Geldik dükkâna kapıyı açdık, içeri girdik. Bir İzmirli Mustafa Dayı vardı, Hisar Camisinin önünde kitap satardı İzmir'de, o gelmiş kitaplara bakacak. Bakıyor işte o, beğenip alıyor kitapları. Bakıyor, ayırıyor. İki kişi daha içeri girdiler. Dedim ki, "Efendiler, siz ne duruyorsunuz, bu adamın işi uzun, neyse sizin emriniz söyleyin ben size çıkarayım istediğiniz vereyim" filan dedim. Dediler ki, "Hayır, o işini bitirsin, sonra biz seninle konuşacağız". Dedim "onun işi uzun". "Olsun, uzun olsun" dediler. Bir saat, bir buçuk saat uğraşdı filan böyle, sonra onlar bıkdılar, dediler, "Sen kaçlısın?", "Otuz ikiliyim ben" dedim. "Askersin sen" dediler, "İhtiyata gideceksin" dediler.
Buradan Çerkeş'e gitdim. Hakîkaten rüyâda gördüğüm şehre vardım. Çerkeş'e. Zelzeleden Çerkeş yıkılmışdı, ölüleri çıkarıyorlardı filan. Ve ortada bir kubbe duruyor, aynen rüyâda gördüğüm gibi. Ve gitdim oraya kubbeden içeri girerken dedim ki, "Hazret, korkmadım, geldim" dedim. Bir Sûre-i Mülk okuduk orda, rûhuna bağışladık.
Sonra beni karargâha götürdüler. Soruyorlar, "Sanatın ne?" filan. "Ben hocayım" dedim. "Ne hocası, mekteb hocası mı?", "Yok, ben sarıklıyım" dedim. Kurmaylar "Yâhu bu adamı ne yapalım?" dediler. Dediler ki, "308 numaralı hastahânenin imamı yok, imam arıyoruz bulamıyoruz, oraya imam tayin edelim" dediler. Beni 308 numaralı hastahâneye imâm tayin etdiler ve beni Çankırı'ya çevirdiler. 308 numaralı hastahâne Çankırı'da. Oraya geldik, işte orada askerliğimi bitirdim. Ve sonra geldim işte kitapçılığa başladık burada.
Geldiğim vakitde, bizim çarşıda bulduklarım, isimlerini sayayım sana. Bismillahirrahmanirrahim. Çarşı'da bulduğum kitapçılar. Salahattin Turtakaya. Mustafa Efendi, Adnan'ın babası, neydi, Mustafa Türkmen. Onun yanında Devâir Kitapçısı Ahmet Efendi. Fakat kitapçılık yapmazdı, kütüphânenin ismi oydu, kuşlara yem satardı o adamcağız. O vakit kitap para etmiyor fazla. Ve Mehmet onun yanına geldi. Onun altında Berber Numan Efendi. Bu da ilaç yapardı, uyuza, mayasıla, egzamaya ilaç yapardı ve aynı zamanda berberlik yapardı. Sonra oğlu Termal'de caza girdi. Yalova'da, Termal'de. Onun altında kitapçı İsmâil Efendi, Uzun İsmail.
- Onu biz tanıyor muyuz?
Tanımazsın. Acem İsmâil, uzun boylu. Onun yanında bizim İsmâil Dilmen, kitapçı. Onun yanında ayrancı Ali Baba. Onun yan tarafına bunlar dükkân açdılar, bizim Ali. Eğin'li Ali, kardeşiyle beraber. Talebeydi onlar o vakit, oraya dükkân açdılar. Onun yanında meşhûr Aşçı Hâfız, Aşçı Hâfız Anlamaz. Karşısında da bir Bektâşî babası vardı, soyadını dinlemez koymuşdu. Biri anlamaz, biri dinlemez, karşılıklı. Kapıdan içeri girince, gene sağ tarafı anlatıyoruz, kıbleye doğru, Aktar Nâdir Efendi. Onun yanında elbise alıp satan, yani yol çeviren tarzda, Bahattin Efendi. Komisyoncu yani yolda birisinin elinde paketi gördü mü çevirir, "Satılık bir şey var mı?" filan, kitap olsun, alır götürür satar, komisyonunu alır filan. İşte onun yanındaki dükkânı ben aldım.
- O zaman dükkânlar böyle Belediye'nin filan değil, şahsın değil mi?
Evet, şahsın malıydı. Hepsi Yaradan'a yan bakıyordu yani hepsi harâb böyle, bir kibrite bağlıydı.
Ondan sonra, onun karşı tarafında Mustafa Efendi ve Cemil, kitap ve film işleri yaparlardı. Onun altında Börekçi Hacı Baba vardı. Sonra onun dükkânını Şemseddin Yeşil aldı, kitapçı oldu. Onun altında Hoca Şâkir Efendi, alay müftüsü yani bu bizim Hüseyin'in babası. Onun altında bizim Pinti İsmâil. Bu bizim İsmâil'in patronu yani öteki İsmâil. Onun altında Acem Mahmud Efendi. Onun altında Çorapçı Osman Efendi. Ondan sonra Ekrem Bey'in babası Hulûsi Bey. Hulûsi Bey'in dükkânı Fakülte'nin bir şubesi gibiydi. Bütün ekâbir, ulemâ kısmı, profesörler, Üniversite'ye müntesib olan zevât onun dükkânına gelirler. Hoca iş yapmaz. Hoca orda oturmak için dükkânı açmış. Önünde bir mangal.
- Hukukçu gâliba. Onun başından bir de mâcera geçmiş diyorlar.
Evet. İşte olmuş bir şeyler filan ve kitaplarını getirmiş satmak üzere. Yani kendine meşgale olarak onu kullanıyordu. Ekseri zaman beni çağırır, Kalın Molla derdi bana, herkese bir isim takmışdı, o şekilde, "Kalın Molla, buraya gel, bir kahve parası çıkaralım. Şurdan bir kitap seç" derdi. Ben gider kitaplara bakarım filan. Bir mikdar seçerim, kendisine derim, "İşte bunları aldım" filan. "Ver yirmi lira" der yâhud "Ver on lira" der, veririz, alır götürürüz, kahve parası yapar. Yani bu şekilde.
Günlerde bir gün, onunla hâdise, biraz kitaplar almış, beni çağırdı. "Kalın Molla, bu kitapları al" dedi. Yerde duruyor, bakdık, kitaplar güzel kitaplar, içinde bir tâne Delâil-i Hayrât var, Hâfız Osman'ın elyazısıyla. "Hocam, bunlar kaç para?" dedim. Hulûsî Bey, "Ben punları toğuz liraya aldum" dedi, "on iki buçuk lira" mı ne dedi "ver al" dedi. Dedim, "Yâhu bunun içerisinde yazma Delâil var" dedim. "Hem de Hâfız Osman'ın" dedim. "Pokunuz tereye inmedu" dedi, "kalktunuz bize yazma öğretmeye" dedi. Sen daha yeni geldin demek istiyor. Yâhu yazma. Şimdi alacağım onu ama ya rafdan düşdüyse oraya, kirleneceğim, hırsız olacağım, çalmış gibi olacağım yani onun için söylüyorum olduğu gibi. Kendisi söylüyor, "Dokuz liraya aldım, on iki buçuk liraya al "diyor bana. Ben dedim ki, "Bunun içinde yazma var" dedim. "Pokunuz tereye inmedu kalktunuz bize yazma öğretmeye" dedi. "E peki öyleyse, al on iki buçuk lirayı" dedim aldım. Aldık, götürdük. Bizim Topal Şükrü'ye verdim. Dellâl. Gitdi geldi, dedi "kırk beş lira veriyorlar, vereyim mi" dedi. "Ver" dedim ben. Sermâyesi on iki buçuk lira, hepsi beraber. Meğer seksen beş liraya satmış, sonradan öğrendik, kırk lirasını cebine atmış, beş lira da ben verdim ordan, kırk beş liranın üzerine, kırk beş kağıt. Hulûsî Bey'le bir işimiz.
Ondan sonra Hulûsi Bey'in altında Râşid Efendi, Kitapçı Râşid Efendi. Necâti'nin kayınpederi. Onun altında Kitapçı İbrâhim Efendi. Saatçi Hoca diyorlardı. O da bir şey satmaz. Meselâ camekana kitapları yığmışdır böyle, gelir görürsün, "Hocaefendi, şu kitap kaç para?" filan, "beş lira" der. "Çıkar ordan ver" dersin, "Kardeşlerinin yanından ayrılmasın" der vermez. Mâdem istiyorsun, hokkabaz tarafını anlatayım Çarşı'nın. "Canım beş lira değil mi, al işte beş lira" dersin, "Hayır, kardeşlerinin yanından ayrılmasın, olmaz öyle şey".
İbrâhim Hoca akşamdan bizi çağırdı, "Dükkânı satıyorum alır mısın?" dedi. Yangın gecesi oluyor hâdise. "Alırım" dedim, "ne istiyorsun?" dedim. Dedi, "Yedi bin lira ver". "Yok" dedim "beş bin lira vereceğim". "Olmaz" dedi, "yedi binden aşağı olmaz" dedi. "Yedi bin lira verirsen vereceğim" dedi. Velhâsıl iş omadı. O akşam Çarşı yandı, o arada onun dükkânı da yandı. Sabahleyin geldi bana, tabiî görünce, ihtiyar adam, çok üzüldü, kollarına iki kişi girmiş filan, "akşam beş bin liraya dükkânı vermedim sana şimdi ver beş yüz lira hepsini al" dedi. Ali *****'le beraber onun dükkânını aldık biz. Metrûkâtı, yanmış olan kitapları aldık yani. Onları kuruttuk, cildlettirdik, işe yarayanlarını filan, gene piyasaya arz eyledik.
Efendim, İbrâhim Efendi'nin altında, Şâkir Ağabey. Şâkir Ağabey, parçacıydı, Râşid Efendi'nin kardeşiydi, parçacı yani formacıydı. Meselâ bir kitap aldın, içinden bir forma noksan, oraya gidersin, işte "Şâkir Ağabey, Hammer Târihi'nin üçüncü cildinin bilmem kaçıncı forması sende var mı?" diye sorarsın. "Bakayım" der ve gider o formayı bulur verir. Ve aynı zamanda bizden kitap alıp cildleyen mücellidler de, kitapların formaları eksik çıkdığı vakitde ondan ikmâl ederlerdi. Ve eksik kitaplar da oraya satılırdı. Yani bir adam eksik kitabı bilerek satmazdı, oraya verirlerdi.
En mühim hâdise. Buradaki kitapçıların âdeti. Ehemm-i mühimm olan dava, herkes kendi çeşidini alır satardı ve herkese kendi çeşidini verirlerdi. Böyle bir anane vardı. Misâlini anlatacağım. Meselâ Hulûsî Bey'in dükkânına birisi kitabını satmak üzere getirmiş. Gitdim ben bakdım. Çünkü benim çeşidim, Arapça kitaplar ve aynı zamanda Arapça gramerler, hadisler, tefsirler, ben bu işe bakardım. Yazma kitaplar var orda, mühim yazmak kitaplar gördüm. Dedi, "Bu Arapça kitapları al" dedi bana, "Bunlar senin kalemin" dedi. "Peki" dedim, aldık işte pazarlık etdik, o gün için kaç paraysa rayicini verdik aldık. İstediği fiyatı verdik, kitapçı çünkü karşımdaki, verdik aldık. Dedim, "Bu yazmaları da sat" dedim. "Yok, olmaz" dedi. "Kaça vereceksin?". "Ne olacak?". "Meselâ bin lira, al bin lirayı ver" dedim. "Olmaz". "Bin yüz vereyim". "Olmaz, onları Mahmud Efendi'ye vereceğim. Çünkü yazmayı Mahmud Efendi satıyor. Fransızca kitap geldiği vakitde, Nizâmettin'e verirlerdi. Medrese kitabı olursa, tefsir, hadis, ya bana verirler ya Hoca Şâkir Efendi'ye verirler. Roman tipinde ya mekteb kitapları olursa, onları Cemil Zorlu'yla Necâti'ye verirlerdi. Türkçe dînî kitapları İbrâhim Efendi'ye verirler. Formaları Şâkir Ağabey'e verirlerdi. O formacıydı yalnız burada, mücerred.
Onun altında *** Ahmet Efendi vardı, eski tip esnaflardan. Kendisi mezata girmez, mezatda vurmaz, alırsın götürürsün verirsin alır o. Ama mezata girmezdi. Ustasından almış olduğu terbiye üzere.
Yüznumaranın olduğu yerde Râif Bey vardı. Râif Yelkenci'nin dükkânı ordaydı. Orası da, ayakkabıyla içeri girilmezdi, böyle bir setdi, Râif Bey diz üstüne otururdu, minderin üzerine otururdu. Yazma kitapları ve dînî yazma eserleri, târihî eserleri, edebî eserleri Râif Bey alırdı. Râif Bey halkı o kadar tatmin etmişdi ki yani Râif Bey'le hiç kimse pazarlık etmez, Râif Bey ne verirse esnaf derhal kendisine malı verirdi.
Şimdi, sahaflığın târihine gelince. Sahaflığın asıl yeri bugünkü Kapalıçarşı'daki bulunan halıcıların olduğu yermiş. Ben ona yetişmedim. Son olarak oradan bu çarşıya gelen esnaf, bu Pinti İsmâil'in babası Hacı Kâsım'la, bir de Mahmud Efendi gelmişler. Son olarak oradan, en son kalan sahaflardan. Bu çarşının kurulması, Hakkâklar Kapısı diyorlar, Kaşıkçılar Kapısı diyorlar buraya, bunun kurulması Fas'ın bozulmasıylaymış. Fas bozulduğu vakitde, Fas'da bulunan Türkler, buraya hicret etmişler, onlara burada yer vermişler, iş yapsınlar, ekmek yesinler filan diye sergiler vermişler. Fes satmışlar, kaşık satmışlar, bu tarzda şeyler. Zamanla işte yağmur yağmaya başlayınca üzerine bir tente koymuş, muhâcir diye iğmâz-ı ayn etmişler. Kış gelmiş, üşümesin diye camekan koymuş, bu çarşı bu şekilde meydana gelmiş.
- Burası aslında boş bir yermiş.
Boş bir yermiş. Caminin müştemilâtından imiş. Hattâ şu caminin avlusunun iç tarafı, bizim hademe-i hayratın odaları var orada. Bunun da sebebi, bu Dişçi Mektebi olan yer var ya, oradaymış cami meşrûtaları. Her caminin meşrûtasının imâretden yemek vakfı var. Bu Bayezid Camisinin imamları olsun, vâizleri olsun, müezzinleri olsun, kayyımları olsun, saraydan yiyecekler, Eski Saray'dan çıkacak yemekleri, vakfı böyle. Ve aynı zamanda o mektebin olduğu yerde evleri varmış. Ve her birinin de birer tâne câriyesi ve kölesi varmış, hizmet için. Yani mâl-ı ganâim olarak gelen, harbden alınan, o devrin ahkâmına göre, imamlarına, müezzinlerine birer câriye ve köle veriyorlarmış. Sonra Ömer Besim Paşa gelmiş. Onların o meşrûtalarını yıktırmış, o vakfiyeyi kaldırmış. O mektebi yaptırmış, Ömer Besim Paşa. Bu Dişçi Mektebi değil, ötekinden bahsediyorum. Sonra Mâliye Vekâleti'ydi orası. Osmanlı zamâmında Mâliye Vekâleti'ydi. Orası. Orayı yaptırınca, bu caminin meşrûtalarını yıkmış ve caminin ön tarafına, minârenin yan taraflarına, oralara müezzinlerine oturmak için odalar yaptırmış. Bir gece Sultan Abdülaziz terâvihe gelmiş, namaza buraya, gülmüşler oradan. İmamların kadınları mı kızları mı neyse. İşitmiş, "Nedir bu?" demiş. "Kim var burada?" demiş pâdişah. Demişler ki, yani bu çarşıyla ilgisi olduğu için anlatıyorum bunu, demişler ki, "Efendim, caminin hademesi burada oturuyor". "Niye burada oturuyorlar, caminin burasında oturulur mu?" demiş. "Böyle şey olur mu hiç caminin harîminde" filan demiş. "Bunlara ayrı yer yapın" demiş. Onun üzerine caminin bu bahçesinin içerisine, sultanın emri yerine gelsin diye, odalar yaptırmışlar. Ben bu camide 938'de filan müezzin olmuşdum, affedersin yüznumara için, o vakfiyenin yerine çıkıyorduk, caminin helasına. Yıkılmışdı ama orada işimizi görüyorduk filan. Onun için bu çarşı, burası hâlî imiş. İşte o fas bozgunundan sonra buraya gelmiş muhâcirler yerleşmişler, sonr amuhâcirler çıkdıkça içerisi rutûbetli olmuş ve sahaflık aksamış, matbaacılık dolayısıyla.
- Bir zelzele de olmuş.
Zelzele olmuş. Ondan sonra buraya, 303 hareketi filan zannediyorum, ondan sonra halk, zâten rutûbetden ihtiyar adamlar, buraya yavaş yavaş çıkmışlar.
Şimdi gelelim bu tarafa. Çarşı'nın bu kısmına gelelim. Râif Bey'in karşısında Mazhar Baba vardı. Dervîş Mazhar Baba. Orada o kitap satardı. Dervîş, Rufâî dervîşiydi kendisi. Gâyetle sesi güzel. Hüseyin Sebilci'nin kardeşi. Kendine mahsûs bir adam. Ve sermâyesinin hepsi iki lira. Orada oturur, kitap satar orada. Yüz paraya bir Amme satdı mı, sen geçiyorsun, çevirir, "Arslan Bey, gel buraya", "Ne olacak?", "Çay içelim". O yüz parayı oraya verir. Karşıda Râif Bey'in yanındaki dükkân Acem Hüseyin'in dükkânıydı, orası çayhâneydi. Şimdiki dükkânının yani. Oradan hemen çay ısmarlatır. Çay meraklısı. Evde çay içer meselâ sabaha kadar, iki okka şeker alırız, sabaha kadar içer çayı, hiç durmadan içer. Hattâ iki okka şeker aldık da yetişmedi, saat üçdü gece şeker bitdi, bakkalı kaldırdık gece. hem okuyor, hem çay içiyor, hiç durmadan. Yani elli, altmış, yetmiş, seksen, doksan çay içiyor bir oturuşda böyle sırayla. Acâib.
- Kaç yaşında öldü bu adam?
Allahu a'lem, altmış beş, altmış altı yaşlarında vefat etdi. O gün cenâzesine biz gidemedik. Bütün esnaf Yeşilköy'de bir Arnavud prensinin kütüphânesi satılacakdı, oraya gitdik, maalesef cenâzesine gidemedik Mazhar Baba'nın.
Şimdi o tarafa doğru geçelim. Onun üstünde karyolacı vardı. Onun üstünde İbrâhim Efendi'nin kitapçı deposu vardı, o saatçi, hani kardeşlerinin yanından ayrılmasın diyenin. Ondan sonra yol böyle ayrılır, arka tarafa bir yol çıkar, burada yüznumara vardı içeride, ortada bir ada vardı, adacık vardı böyle. Birinci dükkân, adacığın birinci dükkânı Cemil'in dükkânıydı, bizim Cemil Zorlu'nun. Onun yanında Tesbihçi Nûri Efendi vardı. Meşhûr Tesbihçi Nûri Efendi. Tesbihçi Nûri Efendi'nin yanında Raûf Efendi, Hakkâk Raûf Efendi vardı ki onunla bi mülâkatımız var, ben buraya geldiğim vakitde. Onu söyleyeceğim inşallah. Raûf Efendi'nin ismi Raûf değilmiş, ismi Fehmi'ymiş, fakat tabelasının üzerrinde Raûf yazardı. Onu geçince bizim Necâti'nin dükkânı vardı. Mekteb kitabı satardı. Onun üzerinde yine bi rtesbihçi dükkânı. Onun üzerinde bir Arap, Hacı Ahmet. Maymun Ahmet diyorlar, şimdi İç Bedestanında iş yapıyor, bilmiyorum sağ mı, görmüyorum bir kaç aydan beri, onun babasıydı. Onun üzerinde bir saatçi vardı, saatçi. Onun üzerinde Nizamettin'in dükkânı. İki dükkânı vardı Nizâmettin'in yanyana. Onun üzerinde Receb Efendi'nin dükkânı. Kitapçı Receb Efendi'nin, Sofu Receb Efendi. Onun üzerinde gene Sofu Osman Efendi'nin kitapçı dükkânı. Onun üzerinde Hindistanlı Ali Efendi'nin aktar mağazası, aktariyye, otdan çöpden ilaç yapıyordu, yedi dükkân süpürüntüsü filan, onu satıyorlardı. Onun karşı tarafında meşhûr Piyazcı Kâzım Efendi. Ama iki tânedir. Sonra bir tâne Mûsâ Efendi geldi Kâzım Efendi'yle berâber. O değil. Daha eski benim söylediğim. Sonra geldiler. Arnavud, Bektâşi Arnavud Mûsâ Efendi. Çok mübârek, kılıyoruz namâzi, yiyoruz piyâzi.
Ondan sonra Çarşı'nın dışına çıkıyoruz. İşte o Bektâşi Hakkı Baba, tepsi yapardı o. Onun sana enteresan bir şeyini anlatayım, târihî vukûatı. Benim ağabeyim, İstanbul'un sayılı fırtınalarından, mütârekede vurdular kendisini. Refi Cevad da kitabında yazdı, Sayılı Fırtınalar'da. Sonra Yangın diye bir film yapdılardı, Yangın'da da benim ağabeyimi temsîl ediyorlardı, Murad Reis'i. Ağabeyim o Bektâşi babasını bir vartadan kurtarmış, çirkin bir hâdiseden. "Benim ecelim bu çarşının yıkılmasıyla" derdi. "Bu çarşı ne vakit yıkılacak, ben öleceğim" derdi. Şâribü'l-leyli ve'n-nehâr. Sabahdan başlar içmeğe, kendi işinde bir adam, tatlı sözlü, kimseye zararı yok, kavga gürültü çıkarmaz, antika bir Bektâşi. Hakîkaten de Çarşı yıkıldı, Hakkı Baba bir hafta sonra göçdü. Ve götürdük 16 Mart şehidlerinin oraya Eyüb'e Bahâriye'ye oraya sırladık. Dediği gibi yapdı, acâib bir şey. Acâibâtdan olduğu için söylüyorum zâten. Onun üzerinde klişeci bir zât vardı, klişe yapardı. Onun üzerinde bir Kahveci Şevki vardı. Kahveci Şevki'nin yanında bir kitapçı vardı, onun da oğlu şimdi arkada antika eşyâlar satıyor, eski eşyâlar satıyor. Subay mütekâidi bir adamdı. Benim geldiğim vakitde Çarşı bu hâlde idi.
- Bir de ayran satan bir adam varmış.
Ali Baba. Söyledim onu. Karşı tarafda, Ayrancı Ali Baba. O da meşhûr bir ayrancıydı. Ayrancı Ali Baba'dan evvel de bir kuskuscu vardı orada. Millet kuskus yer ve Ayrancı Baba'dan ayranı içerdi. Meşhûrdu yani Ayrancı Baba, Ali Baba'nın ayranı.
Şimdi karşı tarafa geçelim. Karşıya geçince, karşıda Şevki Efendi, Acem Rızâ. Sonra Râif Bey o dükkândan karşı tarafa nakletdi, oraya geçdi. Bir de Ziyâ Efendi vardı, Kitapçı Ziyâ. O d abirçok kitaplar basdırmışdır filan. Gâliba onun küçük oğlunla, Şâkir Efendi'nin büyük oğlu Ali ortak iş yapıyorlar. Bilmem sağ mı değil mi. Mühim bir adamdı. Anadolu'ya çok kitap sevkeder filan filan. Böyle halk tabakasının okuduğu kitapları basdırırdı. Ferhad ile Şirin, Ysuuf ile Züleyha, Şah İsmâil filan, aşk kitapları, böyle şeyler. Dînî kitaplar da satar, Muhammediyye, Ahmediyye filan, böyle şeyler sevkederdi.
- Sonra yangın meselesine gelelim.
Yangın meselesini anlatalım. 49'du. Ben yatsı namazını kılmışdım. İmamdım o vakit Vezneciler Câmisinde, oradan Dârüttaallim Kıraathânesine oturduk. Dârüttaallim Kıraathânesi, bizim için bir ilim meclisiydi. Şehzâdebaşında. Bir ilim meclisiydi. Bütün profesörler oraya çıkarlar. Başda Mükremin Halil Bey, Emin Âlî Bey, Şemseddin Siver Bey, Hâlid Sarıkaya, Nûri Karahöyük, İslam Müzesi Müdürü Abdülbâkî Efendi, Süreyya Bey, Bahriyeli Fahri Bey. Böyle ilmî sohbet yapılır orda, her gece saat on ikiye kadar, bire kadar ilmî sohbet yapılırdı. Târihî sohbetler, münâzaralar, münâkaşalar filan olur böyle. Tabii kaba kuvvetle değil, birbirlerinin fikirlerine saygı göstererek. Bazı talebeler de gelir edeble dinlerlerdi, sohbete girmezlerdi, onlar yalnız dinlerlerdi, sâmiîn sıfatıyla otururlardı. Ben de mahallenin imamı olmak münâsebetiyle, içlerinde bulunurdum, onlarla beraber otururdum. Tabii ben sohbete karışırdım. Oradaki bulunan halkın ekserisi, bu profesörlerin kâffesi bu çarşının üyesi idi, manevî üyesi yani. Günde iki defa buraya gelirler.
Sayalım gelenleri. Evvelâ Tâhir Nâdi Bey, şâir. Mutlakâ günde iki defa gelir. Bir sabah gelir, saat onda filan görünür, bir de akşamüstü beşde gelir, "Bana âid bir şey var mı?" diye sorar. Kitap meraklısı. Bir şey gelirse gösteririz, gelmezse eğer, "Ben varım Hocam" filan derdim. "Sana para yetişmez" derdi. Eğer kitap hoşuna gitdi, fazla para istedin mi, "Köftehor! Alamazsın elimden kitabı" diye, zorla kitabı gasbeder filan. Biz de Biz de damarına basarız Hoca'nın filan. Böyle.
Gene Mükremin Halil Bey. Hâlid Sarıkaya gelir, burada oturur, ağacın altında oturur. Tekrar dolaşır buraya gelir, buraya oturur. Muallim Cevdet gelirdi. Daha evveliyâtı Küllük'e çıkarlardı. Muallim Cevdet Bey, Ferit Kam Bey, Ahmed Naim Bey, Hoca Sadreddin Efendi, bunlar Küllük'ün adamlarıydı. Fakülte gibiydi burası.
- İbnülemin Mahmud Kemâl.
Tabii tabii tabii. O başda olmak şartıyla. İbnülemin Mahmud Kemâl Bey'in bir hikâyesini anlatayım. Cenâzedeyiz, ama kimin cenâzesiydi hatırlamıyorum, onu maalesef hatırlayamıyorum, bizim Nusret Yeşilçay Hoca da Belediye başimamı, büyük cenâzelere yani ekâbire onu gönderiyorlar. Hoca öyle bir tavır almış ki sanki ölüyü kendi boğmuş, öldürmüş gibi, Nusret Hoca, döndü sâmiîne karşı, "Hepiniz buraya geleceksiniz" dedi. Azarlar gibi. Aynen böyle ama. Der demez, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey, "İnşallah sen benden evvel gelirsin" dedi. Hikâyelerinden bir tânesi, vukûâtlardan.
Dârüttaallim Kıraathânesine oturuyorduk, itfâiye geçdi. İtfâiye geçince içerim yandı benim, gayr-ı irâdî olarak. "Yâhu bizim Sahaflar Çarşısına bir şey olmasın" diye. Fırladım dışarıya filan, "Sahaflar yanıyor" dediler. Tabii geldik. Bizim oralara yangın geçmedi. Yangın aşağıdan aldı, Râşid Efendi'nin dükkânına kadar geldi. Bu tarafdan da gene aldı, İbrâhim Efendi'nin kitap deposuna filan kadar geldi, orda durdu yangın.
Ondan sonra da, zâten lâzımdı Çarşı'nın yapılması, Belediye tutdu, istimlâk etdi burasını, ferdlerden. Onun da hikâyesini anlatayım istersen.
Şimdi, istimlâk oluyor Çarşı, Kâmil Nâzım diye bir avukat vardı. Bu adam fiyat artmalarına filan giriyordu. Devlet bir yere fiyat koyduğu vakitde gelip fiyat artırıyor. Müzâyede değil artırma. Vekâlet alıyor ve artırıyor filan böyle. Hattâ Adnan Menderes bu şeylere girmesin diye mahkemeye emir verdi. Belâ oldu hükûmetin başına, böyle bir adam. Şimdi, geldi bu, Çarşı istimlâk oluyor, bana geldi, dedi, "Dükkânına senin ne koydular?" dedi bana. "Benim iki dükkânıma 2850 lira koydular" dedim, o günün parasıyla. "Olmaz" dedi. "Şimdi ben sana bir teklifde bulunacağım". "Nedir o?". "Sen 2850 lirayı al cebine koy, ne kadar arttırırsam ben, devletden ne kadar para alırsam, yarı yarıya alalım" dedi. "Ben senin 2850 lirana ilişmeyeceğim" dedi. "İtiraz etmezsem o parayı alacaksın. İtiraz edersem sen karışmayacaksın bir şeye gene o parayı alıcan, cebine koyucan, ne arttırırsak yarı yarıya". "Hayır" dedim ben, "Olmaz" dedim, "Devlete kazık atmayacağım. Çünkü devlet yapacak, bize tahsîs edecek Çarşı'yı. Bu günah, olmaz öyle şey" dedim ben. Ve maalesef esnaflar içinde biz iki adam bunu kabûl etmedik, birisi o Cemil Bey'in babası subay mütekâidi, ismi Mustafa'ydı onun da, o Mustafa Efendi'yle fakîr kabûl etmedim. Gerisi hepsi kabûl etdiler. Biz gitdiki, satışı yapdık. Ertesi gün, kazma kürekle biizm dükkâna geldiler. "Haydi çık dışarıya, satmışsın dükkânı". "Kardeşim, satdım dükkânı ama beni yıkmakla Çarşı'ya bir şey olmayacak ki. Niye yıkıyorsun beni, bırak oturayım ben, Çarşı yıkılıncaya kadar oturayım". "Hayır! Sen satdın, çıkacaksın sen dışarıya. Niye sen ucuz verdin?". Yemin etdim, bundan sonra devletle bir şey olursa mahkemelik yapalım diye. Velhâsıl, göbeğim patladı o devirde, Belediye Meclisinde Misbah Bey, Siirtli aslen, Misbah Bey'i buldular da bildiklerim, yıkılmayı durdurduar ve beni Belediye'ye kiraya bağladılar, ne kadar oturdumsa kira verdim. Yedi sekiz ay oturduk.
- Sonra hepsini istimlâk etdiler. Belediyenin malı oldu yani.
İstimlâk etdiler, belediyenin malı oldu. Sonra bizi çıkardılar. Bize yardım olmak üzere ve sahaflar dağılmasın, bu sanat ölmesin diye, Evkaf'dan Bayezid Câmisinin bahçesini bize kiraladılar ve bize baraka yapdılar. Ve Çarşı'nın bitimin ekadar o barakalarda biz oturduk, kira verdik Evkaf'a yani. Çarşı bitdikden sonra müzâyedeye girdik, müzâyedeye girdiğimiz vakitde, herkes kendi dükkânını beğendi, çünkü hâriçden kimseyi sokmadılar, yalnız sahaf ahâlisini. Hattâ affedersin ben o vakit reisdim burada, Molla Bey bana dedi ki, Şemseddin Yeşil, "Bana bir kağıt ver kitapçı olduğuma dâir, bulunsun " dedi. Çünkü kayıtda sahaf kaydı var. O da benim arkadaşım, senelerce hukûkumuz var. Dedim "Sen sahaf değilsin, sen kendi kitaplarını satıyorsun" dedim, "Burası sahafhâne". "Sen kendi kitaplarını satıyor diye bir kağıt bana ver" dedi. "Vereyim" dedim, verdim kendisine. Üzerini doldurmuş o, üstünü altını, sahaf olduğuna dâir filan. Orada Belediye Meclisinde satış esnâsında, halk itiraz etdi, orada bulunanlar. Ben dedim ki, "Ben böyle bir kağıt vermedim" dedim. "Ben yalnız onun kendi kitaplarını satdığına dâir böyle bir kağıt verdim" dedim. Gene Misbah Bey, herhalde arkadan bizi dürtdülerdi, "O da kitapçı sayılır, sahaf sayılır, dükkânı var, verelim" dedi. Onun üzerine Molla Bey'e, yani olan hâdisâtı anlatıyorum, ona da o şekilde dükkânı verdiler. Bu dükkânı, burasını ben beğendim, 7 numarayı. Numarası yedi olduğu için burayı ben beğendim.
- Bir de bir merâsim yapılmış, o merâsimde kimler konuşdu?
Hakkı Târık Bey. Sonra o târih mecmuasını çıkaran kimdi, o zât vefât etdi. Reşad Ekrem Bey konuşdu. Bir tâne daha var. Dört cild kitabı vardır. Sahaflardan kimse konuşmadı. Onlar konuşdular. Büyük bir ziyâfet verdik burada. Büyük bir ziyâfet verildi, iftar. Ramazandı, akşam iftar verildi. Bütün bahçe donatıldı, gazeteciler çağırıldı filan. Masalar kuruldu, yemekler yendi, iftar olarak ilan edildi.
- 1950 kaç oldu şimdi?
Allahu a'lem 53 filan. Öyle olması lâızm. Hattâ bir resim vardır. Ali'de var o resim. Hepimizin, eski ihtiyar kitapçıların da resmi var orada.
- Bir de kethüdâlık meselesi var. Kethüdalık meselesi hakkında ne biliyorsunuz? Yani bu lonca sistemi hakkında, bu çarşıya aksettiği nisbette ne biliyorsunuz yani kitapçılara aksettiği nisbette?
Çarşı'nın şeyhi varmış, kahyası varmış ve aynı zamanda şeyhiymiş Çarşı'nın. O gelmeyince dükkânlar açılmazmış. Sabahleyin esnaf gelirmiş, toplanırmış burada kahvede, ondan sonra muayyen saatde şeyh gelirmiş, evvelâ duâ edilirmiş kapıda, benim işittiğime göre eskilerden. Bir de pîrleri var. Pîr ilk îcad eden. Suhuf olmak münâsebetiyle Hazret-i İbrâhim ve Mûsâ Peygamber. Suhuf sahifeden geliyor. İlâhi sahifelerin, kütüb-i semâviyye bağlıyorlar. "اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ* صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى inne hâzâ le fi's-suhufi'l-ûlâ, suhufi ibrâhîme ve mûsâ". Meselâ Kur`ân-ı Kerîm'de sahaflığa âid âyet-i kerîme bu. Duâ edildikden sonra herkes içeriye, dükkânlarını açarlar, girerlermiş bütün başdan aşağı. Yani toplanmayınca halk, duâ edilmeyince girilmezmiş.
Sonra burada olan ikinci hâdisât, şimdi bunu Yahudi'den işittik, Yako'dan, çok mühim, burada kitapçı Yako vardı, bizim mücellidimiz. Sahafların mücellidi bu adam. Doksan küsur yaşında vefât etdi. Tanıyor musun Yako'yu?
- Hayır
Oğlu Kemâl'di burada Bakırcılar içerisinde. O Yako geldi buraya, eski esnafı anlatıyor. Burdaki bulunan sahafları anlatdı bana. Dedi ki bana, "Allah sana benim kadar hayırlı ömür versin, uzun ömür, sıhhatli ömür versin. Osmanlı'dan, eski esnafdan, Osmanlı'dan, bir tek sen kaldın" dedi bana.
Daha evveliyatdan işittiklerim. Meselâ bir adam benden kitap aldı ve bu adam kitabı eksik buldu, içerisinde formasını. Gelip kahyaya şikayet ederse, "Bana filanca eksik kitap sattı" derse, gelip ona yolsuz veriyorlar. Evvelâ tenbih ediyorlar, "bir daha sefere, müşteriye böyle eksik kitap verme, bu sanatın şerefi vardır" diyorlar.
- Bu kahya devlete mi bağlı?
Yooo, yooo, yooo! Gelenekden geliyor, esnafın hürmet etdiği zât. Manevî bir kudrete mâlik yani. Sonra bir daha aynı şey tekerrür etdi. Geliyor, dükkânını kapama cezâsı veriyor, "bir hafta kapalısın" diyor. Gene bir daha tekerrür etdiği vakitde, o vakit esnaflıkdan atıyorlar dışarı. Ve diyorlar ki, "Bu adam esnaflığa yaramaz" diyorlar ve dükkânını kapatıyorlar, kimin kalfası o işe elyaksa o dükkânı ona veriyorlarmış. Çünkü hazırda kalfalar var. Ve adedden fazlalaşmıyor kitapçı. Meselâ yirmi kitapçı varsa yirmi, yirmi bir olmuyor, on dokuz da olmuyor. O yirmiye dikkat ediyorlar. Ve hangisi elyaksa, kefâletle çünkü, efendi diyor ki, "Bu adam benim kalfamdır, bu adam elyakdır, dükkan açması" diyor, ona veriyorlar. "Pabucu dama atıldı" kelimesi ondan kalma. Yani dükkânı elinden alındı. Buna dikkat ediyorlarmış. Sonradan, Cumhuriyetden sonra filan, bu âdetler bozulmuş.
- Ama demin bir şey diyordunuz, herkesin bir çeşidi var diyordunuz, o çeşidi başkasına vermez. Zaten o da o eski geleneğin bir devâmı olduğu anlaşılıyor.
Tabii. İşte bu şekilde böyle, bir emir yok. Hulûsi Bey'in kendi vicdânı, işte demin anlatdığım hikâye. "Kardeşim ne istiyorsun?". "Bin lira". "Bin yüz lira vereyim bana ver". "Hayır, senin kalemin değil o. Bin liraya Mahmud Efendi alacak" diyor. "Senin kalemin bu dînî kitaplardır, matbu olan kitaplardır ve gramerlerdir filan" diyor. "Senin çeşidin bu" diyor. O yazma Mahmud Efendi'ye âid yâhud Râif Bey'e âid.
- Evliyâ Çelebi'de birinci cildde geçiyor biliyorsunuz, orada pâdişahın önünden geçerlermiş bütün esnaf, orada tahtırevanın önüne koyarlarmış binlerce kitabı. Bayramlarda da hediye verirlermiş pâdişaha filan.
Bir mesele de olmuş. Evliyâ Çelebi'de mi, ben gbir yerde ördüydüm onu ama hatırlamıyorum. Paşanın birisi bir kitap satıyor sahaflara, sonra aynı kitabı aratıyor, çok ucuz fiyata almışlar, çok büyük bir fiyata satıyorlar. Paşa dövdürüyor esnafı. Sahaf-ı bî-insâf diye ordan kalmış.
- Ama sahaf-ı bî-insâf tabiri, Nizâmettin onu tefsir ederdi, işte sahafların dükkanı dar olduğu için hürmet edilecek kitaplar bazen yere de koyarlarmış filan, onun için sahaf-ı bî-insaf demişler.
Yoooo! Değil, böyle hâdise. Paşa bizâtihî kitabı sattırıyor sonra aratıyor. Sattığı yerden almak için geliyorlar, çok fâhiş bir fiyat istiyor. Meselâ on liraya vermiş on altuna, bin altun istiyorlar. Ve mesele ortaya çıkıyor. Paşa yatırıyor, dövdürüyor, falaka çektiriyor. Sahaf-ı bî-insaf ondan kamış, benim işittiğim böyle. Bir yerde okudum.
- Size bir şey soracağım, bu sahaflığın dışında. Avrupa'ya Amerika'ya bu kadar gittiniz geldiniz, onlarla bizi mukâyese etdiğinizde, neler gördünüz?
Eyvah, hüsran! İngiltere'ye gittim, Amerika'ya gittim, kitapçılarla temâs ettim, Arap diyârına gittim. Şark şöyle böyle fakat İngiltere ve Amerika'da bir kitapçıya yapılan hürmet en yüksek bir profesöre yapılan hürmet gibidir. O kadar hürmet ediyorlar. Ben de bundan anlıyorum ki, orada ilme itibarın netîcesi bu.
- Peki bizde eskiden varmış bu itibar.
Biz kaçırmışız onu. Câhil olmuşlar. Sahaf nedir, kitap nedir bilmez olmuşlar. Bir âlime demişler ki meşhûr bir âlime, "Sen bu kadar ilme nasıl sâhib oldun?" demişler. "Ben sahaflar çarşısına doğru ayağımı uzatmadım" demiş. Bu kâide var yani. "Sahaflara doğru ayağımı uzatmadım, yatmadım" demiş. "Hürmet etdiğim için Allah bana bu ilmi verdi" demiş. Şimdi bu terbiyeyi alan adam, kitap ne demekdir, kitapçı ne demekdir, işte senin takdîrine onu havâle ederiz yani.
Bir bu var bir de umûmî olarak yani şu memleket nasıl onlar hizâsına gelebilir? Sizce, kısaca. Ne vakit fikir hürriyeti verilecek halka. Fikir hürriyeti. Tam olarak böyle ve ilme kıymet verilecek, âlime kıymet verilecek o vakit sahaflar kıymetini bulur. Yoksa ve illâ yazıkdır.
- Çok güzel. En basit tezgahdar bile hâfızası kuvvetli oldu mu bir hocadan bir profesörden daha çok kitap biliyor. Çünkü her gün elinden geçiyor.
Tabii. Gelip soruyorlardı. Bak onu da iyi söyledin, hatırıma geldi. İyi söyledin hatırlattın. "Ben şu bahisde bir şey arıyorum hangi kitapta bulurum?" diye profesörler gelip soruyorlardı bize. Ve biz bulup açıp önüne koyuyorduk yani. Evveliemirde bizim kıymetimiz şurdan. Her kitap bir insandır. Yani Kur`ân okuyan, anlayan bir insan, Allah'la konuşuyor demekdir, İslâm itikâdına göre. Peygamber'in hadîsini okuyan adam, Peygamber'le konuşuyor demekdir. İbn Sînâ'nın kitabını okuyan adam, İbn SÎnâ ile konuşuyor demekdir. Hocalarımız bizim bunlar. Şumüllü olarak, umûmî olarak temâs etdiğimiz zevâtın rûhâniyyeti var. Eserleri var, onlarla karşılaşıyoruz
- Sonra bütün dünyânın her tarafından buraya adamlar geliyor. Buraya gelmeden, Türkiye ile ilgili bir çalışma yapmaya imkân ve ihtimal yok. Herhangi bir kütüphâneye benzemez burası.
Açdım, yazma kitaplar çıkardım, Celal Bayar'a. Bunu münâsipse koy, çirkin bir hâdise, anlamayan için. Belki mecaz söyledi adam, orasını bilmiyorum yani. Çıkardım bakdı bakdı filan. Ben de altı parça kitap var, gâyetle ehemm-i mühimm. Ve bunu da anlatacak olursam târihe geçecek olursa çok çirkin. Hadi anlatacağım sana.
Çağırdılar beni, Vâlikonağı Caddesinde bir eve. Altı aded Kur`ân-ı Kerîm, bir tâne Fuzûlî Dîvânı, minyatürlü. Ve Kur`ân-ı Kerîmler de en meşhûr hattatların Kur`ânları. Ve ayrıyeten kıraata aid kitaplar. Yani Kur`ân-ı Kerîm on kıraat üzere, lehce üzerine okunur, Arab’ın on lehcesi var çünkü, aşere dedikleri o, ona âid de kitaplar var. Çok kıymetli ama o ilmi kaybetdiği için Türkiye bir kitabın kıymeti yok burada. Aldık buraya getirdik.
İşte Celal Bayar geldiği vakitde kitapları çıkardım. Burada kıymetli kitaplar var dedim, onları çıkardım önüne, bakdı. Bana , “Hoca” dedi, bana böyle hitâb etdi, “Hoca, sevâba girdik mi?” dedi, “güzellere bakdık, güzele bakmak sevâbdır” dedi, “sevâba girdik mi?” dedi bana. “Elbet girdik” dedim. “Bu bir ziyâretdir” dedim ben, “hem güzele bakdık hem de ziyâret etdik”. Dedim ki, "Emir verseniz de bu yedi parça kitap Avrupa’ya gitmese” dedim. O vakit serbestdi yani kitap götürmek . “Bunları ermretseniz de Topkapı Müzesine alsalar" dedim. "Meselâ şu Fuzûlî Dîvânı, içerisi minyatürlü
Başdan aşağı, Fuzûlî'nin vefâtından on sene sonra yazılmış, yapılmış, Kânûnî devri. Bu, Sultan Aliyyü’l-Kârî’nin mushafı. Bu da Kanlıcalı Mustafa’nın mushafı. Bu da Kazasker Mustafa İzzet'in, bu da Ahmed Karahisârî'nin mushafı filan, bunları alsınlar” dedim. Dedi, "Avrupa’ya giderse, döviz gelecek mi? " dedi. "Gelecek" dedim ben. Onun üzerine dedi ki, "Ver öyleyse, gitsin, döviz gelsin" dedi. Belki tehevvürle söyledi. Hâdisâtı anlatıyorum yani. Ve çok üzüldüm ben bu cevâba. Fakat onun buraya gelmesinden ben fırsatı ganâim bilip, elimdeki bulunan bir şeyle, devleti kazıklıycam gibi geldi zannediyorum, benim bu teklifim ona. Kapandı gitdi.
O gün de bir çirkin hâdise oldu burada. Ömer Ağa bizim burada demesin mi, “Bu kabak mı idâre ediyor memleketi?” diye, Ömer Ağa. Generallerle dolu burası başdan aşağı. Duydu. Celal Bayar bu sözü duydu. Çünkü iki adam vardı bizim Ömer Ağa için, birisi fakîr, birisi İsmet Paşa, başka adam yok Türkiye’de, öyle biliyordu. Adam hiç ses, renk vermedi. Paşalar da duydular. Sonra o gitdi.
Şehsuvaroğlu’yla iyi sevişiyorduk, Şehsuvaroğlu’yla, Topkapı Müzesi Müdürü, o geldi buraya. Dedim “Meselenin künh-i hakikati böyle böyle böyle oldu” dedim ”bana reisicumhur böyle söyledi ama sen şu kitapları gör, bunlar dışarı gitmesin" dedim. "Aman” dedi, ”Allah aşkına verme” dedi. “Allahını, dînini seversen verme" dedi. 30 bin liraya almış idim o kitapları ben, 17 bin beş yüz liraya Topkapı Müzesine verdim. Yalnız kıraat kitapları bende kaldı. O da para etmiyor kıraat kitapları. Bir tek daha mushaf vardı, onu almadı, "var bizde var" dedi, bir de o kaldı bana. Gerisini beş tâne mushafı oraya 17 bin beş yüz liraya verdik gitdi.
Şimdi bunun târihçesini anlatacağım, bu hâdisenin ama çok çirkin. Nasıl anlatayım yani bu durumu.
O Vâlikonağı Caddesindeki adam bana dedi ki "Hocaefendi, ne verirsin bu kitaplara?" dedi bana. Şimdi bizde bir sıfat var, hocaefendi sıfatı, bir durakladım filan. Dedim, "30 bin liraya alırım" filan dedim. Dedi, "Peki verdim, ver parasını" dedi. Biz 30 bin lirayı saydık, o kitapları paket yapdık, aldık. O günün parasıyla 30 bin lira. Şimdi belki üç milyon filan yapar yani. Dedi, "Bunun sana târihçesini anlatayım" dedi. "Ben bunları Topkapı Müzesine satmak için müracaat etdim. Oradan bir heyet geldi buraya. Bakdılar bu kitaplara, 18 bin lira kıymet biçdiler. Sonra ben vermedim, bir düşüneyim dedim. Sonra o heyetden birisi kalkdı geldi, kapıyı çaldı ve bana dedi ki, ‘Siz Topkapı Müzesinden buraya bir heyet çağırdınız, heyet geldi, kitaplarınıza 18 bin lira kıymet biçdi, ben onların içerisinden bir tânesiyim, ben bu kitapları 20 bin liraya şahsıma alabilirim. Sen bunları devlete verirsen, 18 bin lirayı almak da uzun mesele sürer, ben 20 bini hemen sana sayayım bana ver’ dedi. Bu, benim kafatasımı attırdı. Biz itimad ediyoruz, devletin adamını getiriyoruz buraya, 18 bin veriyorlar, içinden biri kalkıp geliyor, 20 bine almaya kalkıyor” dedi. “Onun için sen 30 bin verince sana verdim bunu, dürüst davrandın” filan dedi. Mesele böyle oldu. Sonra ben bunu Şehsuvar Bey’e de anlatdım, dedim, “Böyle böyle, adamlarınıza dikkat edin” filan dedim. Onu da söyledim burada. Ve kitapları devlete verdik. Ondan sonra 1960 senesinde ben irticâî kitap satıyorum diye bizi içeri götürüp tıkadılar, mükâfât olmak üzere.
- Siz üniversiteye filan vakıf da yapdınız.
Verdim o ayrı. Ankara Üniversitesinde benim vakfetdiğim kitaplar var, ve Muzaffer Ozak Kütüphânesi diye, orada ismi üzerinde öyle yazıyor.
- Çok teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder