Sayfalar

25 Mart 2024 Pazartesi

Bayezid Cami-i Şerîfinde Sohbet - 14 Haziran 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hazret-i İmâm-ı Yûsuf, biliyorsunuz, İmâm-ı A'zam'ın talebesidir, müctehiddir. İmâm-ı Muhammed'de onun talebesi, İmâm-ı Züfer de Hazret-i İmâm-ı Azam'ın talebesidir. İki imam biraraya gelirse, İmam-ı Azam'ın kavli ikinci kalır yani o kadar iyi yetişdirmiş onları.

Fukarâ çocuğuymuş, annesi onu boyacı yanına vermiş, kassar yanına vermiş. Vazîfesine gidip gelirken, İmâm-ı Azam'ın dersine takılırmış. Meraklı, İmâm-ı Azam'ın dersine takılıyor, otururmuş oraya, işe gitmezmiş, kalırmış orda, dersde. Kaçak değil ama o, aşk ile bağlı derse. Bir gün, beş gün, sonra gitmiş kassar eve, demiş İmâm-ı Yûsuf'un annesine, "Bu çocuk niye gelmiyor, nerde kalıyor, sen mi oyalıyorsun bunu, gelmiyor dükkana" demiş. Annesi sormuş, "Nerdeydin sen?". "İşte bir hocaefendi var" demiş, "bir âlim, ders veriyor, onun dersini dinliyorum". "Kimmiş o âlim bakalım?". "İmâm-ı Azam". "Gel bakayım benimle beraber", kolundan tutmuş, gelmiş İmâm-ı Azam'a, söylemediğini bırakmamış. "Çocuğun kafasını çaldın. Biz fukarâyız, o çalışacak, ben yiyecem. O sanat öğrenecek, sen burda onu meşgûl ediyorsun, göndermiyorsun. Vazîfeden atacaklar, işini kaybedecek" filan. İmâm-ı Azam rahimehullah hiç kızmamış. Demiş ki, "Bırak bu çocuğu bana, okutayım ben bu çocuğu, zamânın halîfesiyle otursun fıstık yağıyla helva yesin bu" demiş. "Bu kadar zekî bu çocuk, bırak sen onu". Kadın kızmış, "Fıstık da senin olsun, helva da senin olsun, tencerede senin olsun". Kadın dinler mi, kadın milleti.

Hocanın birisi, vaaz esnâsında "Kadınlar yarım îmânlıdır" demiş. Şeyhülislâmın karısı orada oturuyormuş. Gitmiş kocasına demiş ki, "Filanca câmide bir hocaefendi vaaz ediyor, kadınlar yarım îmânlıdır dedi" demiş, "o herifin sarığını al boynuna dola" demiş.  "Sen belki yanlış anlamışsındır hanım, herşeyi doğru duymaz ki insan, bazen yanlış anlar. Çağıralım hocaefendiyi". Çağırtmışlar. "Sen dün kadınlar yarım îmânlı demişsin". "Ha ha" demiş, "hiç yokdur ama orada edeben öyle söyledim ben yarım îmânlı diye" demiş. "Ne söylüyorsun! Nasıl isbât edersin?". "Gâyet basit. Bu akşam eve git, de ki pâdişah emretdi, kadın nufûsu çok erkek nüfûsu azmış memleketde, uzatmayayım ben lafı, kadın nufûsu çok erkek nufûsu azmış, mâdem ki şerîatda iki, üç, dört evlenme vardır, her erkek dört tâne alacak, mecbûren. Böyle fetvâ çıkaracaksın. Bakalım ne diyecek" demiş, "yarın görüşelim". Şeyhülislâm gitmiş, "Yâhu nasıl iş" filan. "Hayrola?". "Pâdişah bugün irâde etdi" demiş, "bir irâde geldi, kadın nufûsu çok, erkek nufûsu azmış, her erkek dört kadın alacak. Şimdi ben senin üzerine nasıl kadın alırım, dört tâne". "Kim diyor?". "Şerîatımızda var". "Öyle şerîat ben tanımıyorum" demiş. Der demez, şeyhülislâm yapışdırmış, uzun daha, ben kısa kesdim hikâyeyi, sobalık yapıyoruz, demiş ki, "Ulan hoca gene edebliymiş, yarım îmânlı demiş, sen gavur oğlu gavursun ulan" demiş. Kadın kızdı mı dinlemez. 

Efendimiz anlatıyorumuş da sallallahu aleyhi vesellem, "Çocuklarınızı öldürmeyin, zinâ etmeyin" derken, Buhârî-i Şerîf'de var, bir tânesi, isim söylemeyeceğim, bir tânesi demiş ki, "Yâ Resûlallah, hurre kadın zinâ eder mi?" demiş, "hurre kadın zinâ etmez, köleler yapar o işi" demiş, câriyeler filan. "Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz" deyince, "çocuklarımızı Bedir'de sen öldürdün" demiş. Peygamberimize! "Bizim çocuklarımızı Bedir'de sen öldürdün" demiş. Yaaa! Resûl-i Ekrem'e. 

Neyse, velhâsıl Yûsuf işe gitmemiş, kaçmış. En sonunda kadın, "Allah belânı versin" demiş, "Al, çocuk senin olsun" demiş, almış çocuğu vermiş İmâm-ı Azam'a. Artık derse devâm ediyor filan. İş yolunda gidip geliyor filan filan filan.

Bir adam gelmiş, şikâyet etmiş İmâm-ı Azam'a. Şimdi İmâm-ı Azam Efendimizin kerâmâtından bu. Söylemeden geçmeyelim değil mi, kerâmâtını, muhterem zât.

Ramazan'da altmış bir hatim indirirmiş İmâm-ı Azam, Ramazan'da. Altmış bir hatim. Otuz hatim gündüz okurmuş, otuz hatim de gece, bir hatim de her gece terâvihde, altmış bir hatim. Yedi saatde okunuyor Kur`ân-ı Kerîm. İmâm-ı Azam öyle yapıyormuş, otuz hatim gündüz, otuz hatim gece, bir hatim de otuz teravihde yani her akşam bir cüz. Şimdi jet imama gidiyorlar. Neyse. 

Adamın birisi gelmiş İmâm-ı Azam'a, kerâmâtından, demiş "Yâ İmâm, ben her sene zekât veriyorum, bana zekât vermek vâcib, fakat hep nâ-ehle gidiyor" demiş. "Nâ-ehle veriyorum" demiş. "Sonra bakıyorum ki o adam o parayı fuhişiyyâta filan harcıyor, görüyorum, üzülüyorum. Ne yapayım ben?" demiş. "Yarın sabahleyin evden çık, karşına kim çıkarsa zekâtını ona ver" demiş Ertesi sabahleyin adam evden dışarı çıkmış, bakmış bir molla gidiyor. Kolunun altında bir şey var böyle, molla gidiyor. "Molla buraya bak" demiş. "Ne var senin kolunun altında oğlum?". "Hiç" demiş. "Yok, hiç değil, bir şey var. Çıkar bakayım". Bir de çıkarmış, ölü tavuk. Ölü tavuk, ölü tavuk. "Ne olacak bu ölü tavuk?". Annem çok hasta, ölüm hâlinde, tavuk istedi benden. Yiyeceğinden değil, götürüp göstereceğim kendisine, bak tavuk aldım diye, ya yer, ya yemez". "Al oğlum şunu" demiş zekâtını vermiş. Yani kerâmeti İmâm-ı Azam'ın.

Okumuş İmâm-ı Yûsuf, okumuş İmâm-ı Yûsuf, olmuş bir koç gibi, adam arıyor çarpışmaya.

Tıraşa gitmiş, berbere demiş ki, "Berber efendi, sana üç mesâil-i fıkhiyye öğreteceğim" demiş, "beni bir tıraş et" demiş. Berber, "Hoca, öyle mesâil-i fıkhiyye ile iş yürümüyor" demiş. "Fırıncı almıyor mesâil-i fıkhiyye. Mangır verirsen tıraş olursun". Ordan pür-hiddet gelmiş Hazret medreseye, ne kadar kitâbı varsa hepsini doldurmuş ortaya, gazı getirmiş, dökecek üstüne yakacak. Hemen haber vermişler İmâm-ı Azam'a, demişler "Senin molla delirdi, kitâblarını yakıyor". Gelmiş, "Gel bakayım buraya nedir senin derdin?" demiş. "Anneme dedin ki, bu çocuğu bırak okutacağım, bir zaman gelir, halîfeyle fıstık yağıyla helva yer dedin, bir tıraş dahi etdirmedi okutduğun ilim" demiş. "Berber mesâil-i fıkhiyye filan dinlemiyor" demiş. İmâm-ı Azam Hazretleri buyurmuşlar ki, "Gel bakayım buraya, aklını başına al, tövbe istiğfar et. İlim âlî şeydir, eşekler ilimden ne bilir, eşekler âlimin, ilmin kıymetini ne bilir. Eşek. Sûretâ insan hakîkatde eşek. Hattâ eşşoğlueşek. Ne bilir hocanın kıymetini, hâfızın kıymetini, âlimin kıymetini. Bilmez".

"Gel bakayım buraya, sana göstereyim şimdi. Al şu cevheri", bir cevher çıkarmış böyle İmâm-ı Azam, zengindi kendisi. Hiç zekât vermezmiş. Hiç zekât vermezmiş İmâm-ı Azam. Çünkü hiç zekât düşmezmiş, hep dağıtırmış çünkü. Hani bir de var ki, sene sonunda karısını çağırıyor, "Ben sana malımı hîbe etdim", "Aldım kabûl etdim". Hadi bitdi. Çünkü havl-i havelân geçecek kadının üzerinden. Bir daha seneye kadın kocasına, "Efendi ben sana malı hîbe etdim". Böyle yapanlar varmış. Mehmed Ağa kanar ama Allah kanmaz böyle şeylere. Neyse geçelim biz.

"Al bunu götür semerciler pazarına, göster, tellâla ver, satma bana getir. Hadi". Götürmüş, tellâla vermiş. Yirmi altına çıkmış o semerciler pazarında. Tellâlın hakkını vermiş, hocasının dediği gibi, almış getirmiş, burun demiş. "Ne oldu?". "Tellâlın hakkını verdim, elması, cevâhiri getirdim sana gerisin geriye" demiş. "Kaça çıkdı?", "Yirmi altına". "Hah şimdi götür kuyumcular çarşısına, ver tellâla, orda kaça çıkarsa, gene verme bana getir". Kuyumcular çarşısında tellâla vermiş, beş bin altına çıkmış, yek tahtadan. Ondan sonra altı bin, yedi bin, dokuz bin, on bin filan, durmuş. Almış getirmiş. "Kaça çıkdı?", "On bin". "Gördün mü? Sen cevherini saman pazarında satmaya kalkmışsın, berber senin ilminden, hıfzından, hocalığından ne anlar! İşte yerine satarsan o vakit olur o iş. Seni tanıyanlar tanıyacaklar, o vakit olacak o iş. Al şu parayı harca. İlim seni çok yüceltecek. Tâ kıyâmet gününe kadar ismin rahmetle yâd edilecek. Yarın kıyâmet gününde Cenâb-ı Peygamber'in hemen karîbinde haşr olunacaksın". Çünkü hâfızlar, hocaefendiler, ilmiyle âmil olanlar öyle haşr olunacaklar. İlim Allah'ın sıfatı, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı.

Berberin çocuğu olmazmış. Olacak ya işte İmâm-ı Azam'ın kerâmâtı. Berberin çocuğu olmazmış. Arap elini kaldırmış bârigâh-ı ehadiyyete, "Yâ Rabbi zürriyyetim münkati oluyor, bana bir erkek evladı ver, sana yirmi karış kulaklı bir hayvan kurban edeyim". Herif atacak ya kafadan, ağzından çıkmış. Lap, kadın hâmile kalmış, çocuk olmuş, çocuk beş-altı yaşına varmış. Rüyâda görünmüşler, demişler ki, "Nezrini yerine getir, yoksa verdiğimiz gibi alırız". Eyvah! Adamın paçaları tutuşmuş. Doğru İmâm-ı Azam'a. Kime gidecek. "Yâ İmâm, bir mesele". "Sen bana gelme, Yûsuf'a git" demiş, "O bekliyor seni, bana gelme. Senin işini o halledecek". Doğru İmâm-ı Yûsuf'a.

"Ne oldu, anlat bakayım, nedir zorun?". "Mesele böyle böyle. Ben çocuğum olmuyor diye nezr etdim, yirmi karışlık bir kulaklı hayvan keseceğim sana yâ Rabbi dedim. Allah çocuk verdi, erkek çocuğu. Şimdi üç yaşına yâhud beş yaşına vardı. Bana görünüyorlar rüyâda, nezrini yerine getir, yoksa çocuğu verdiğimiz gibi almasını biliriz diyorlar. Ben de gitdim pazara, öküzün kulağını ölçdüm, yarım karış geldi, koyunun kulağını ölçdük bir karış geldi, keçinin kulağını ölçdük, en uzunu o, tekenin, iki buçuk karış geldi, yirmi karış yok. Ne yapacağım ben şimdi?". "Hah, yüz altın koy buraya" demiş, "var mı paran, paracığın". "Var". "Haydi koy. Seni körolasıca seni, sen beni tıraş etmedin ya, işte bu meseleyi öğretecekdim sana ben. Bir tânesi bu. Hem ben sana böyle üç tâne öğretecekdim. Koy yüz altını oraya" demiş. "Git bir keçi bul" demiş. "Buldum ben". "Sen karışdırma öyle kafanı, keçiyi bul, bir de doğan çocuğu götür" demiş, "kundakdaki çocuğu, onun karışıyla karışla, yirmi karış gelir" demiş. "Söylemedin ki, benim karışımla diye. Yirmi karış kulaklı diye söyledin" demiş. Bitdi. Avukat dînde. Tamam, götürmüşler, olmuş.
 
Aradan birkaç gün sonra Arap eşeğe binmiş, ne olduysa, eşeği kaçırmış, kovalar kovalar kovalar, ter içinde kalır. En sonunda yakalamış, eşeğin üstüne binmiş, "Üstünden yere inersem karım talak-ı selâse ile boş olsun" demiş. Hadiii! Kalmış eşeğin üstünde Arap. İnse aşağı karısı talak-ı selâse ile boş olacak. Îmânlı adam. Hadi İmâm-ı Azam'a. "Hocaefendi, selâmünaleyküm, lütfen sen benim işimi hallet". "Yoook, Yûsuf'a". Doğru İmâm-ı Yûsuf'a gitmiş. "Ne oldu?". "Mesele böyle". "Yüz altın daha ver". "Bitdik, mahvolduk yâhu. Elimle kazandım bunu ben efendi". "E ben ne yapayım, bedava verecekdim ben bunu, bir tıraş etseydin beni. Yüz dirhem daha". "Şimdi eşekden yere inme" demiş. "Ne olacak?". "Ağaca çık oradan aşağıya in, yere inersem dedin ya". Yere inersem dedi çünkü ahdinde.

Üç. Üçüncüsü, suya girmiş, karısıyla dövüşmüşler mi, kavga mı etmişler neyse, "Ben bu sudan çıkarsam sen benden talak-ı selâseyle boş ol" demiş. Duruyor suyun içinde, çıkamıyor dışarıya. Neyse, "İmâm-ı Azam'a gitme, gelmiyor" demiş, "İmâm-ı Yûsuf'a git, o gelip halletsin". Gelmiş İmâm, "Buraya kadar yoruldum, iki yüz dirhem vereceksin" demiş. "Ne oldu?". "Dışarı çıkarsam karım boş olacak". "Bu kolay" demiş. "Neden?". "Çık dışarı" demiş, "Bu su dedin, su akar, akıp gidiyor, o sus gitdi" demiş. "Çık dışarıya bir şey lâzım gelmez".

Neyse, bir gece Hârun Reşîd, ne söyle ne işit, böyle sevgilisini almış yanına, Hazret-i Zübeyde Hâtun'u.

Kadınlardan veliyye Râbia Adeviyye'dir, bir tânesi, zenginlerden veliyye bu kadın. Rüyâda görmüşler demişler ki Zübeyde Hâtun'a, "Allah sana ne muâmele etdi?" demişler, vefâtından sonra. "Cennetdeyim" demiş. "E tabii girersin" demişler, "Kabe'ye su getirdin" demişler. Kabe'ye su getiren kadın, Ayn-ı Zübeyde, tabii. "Ondan girmedim cennete" demiş. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "Kabe'ye getirdiğin suda milletin hakkı vardı, fakat bir gece çalgı çalıyordu sarayda, ezân-ı Muhammedî, Allaaaaahüekber dedi, durun dedin, emir verdin, ezan okunuyor dedin, işte onun için senin affetdim dedi" demiş Zübeyde Hatun.

Bu Zübeyde Hatun öyle bir hatundur ki, saçının bir teli göründü diye kafasını ustura vurdurmuşdur. "Haramın gördüğü saçımı başımda taşımam" demişdir, ustura vurdurmuş kafasından aşağı indirmişdir. Artık sen velî mi dersin, deli mi dersin, artık senin izânına, îmânına kalmış bir iş. 

Üçüncüsü. Bir Kur`ân-ı Kerîm getirmişler. O devirde yazılmış, İmad'ın yazısı mı kim bilir neyse o devirde, milyonlarca lira kıymetinde, üzeri bütün mücevherâtla süslü. Tezyînât değil, mücevherlerle süslemişler. Zümrüdler filan bol bol, almış herif getirmiş koymuş  üzerine Kur`ân-ı Kerîm'in. Allah'ın kelâmını süslemiş böyle. Getirmişler, böyle bir açmış, câriye de karşısında duruyor böyle, bir açmış, esteîzübillah, "len tenâlü'l-birra hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûn". Manâsı, sevdiğinizi vermedikçe, sevdiğinize nâil olamazsınız yazıyor âyet-i kerîmede. Sevdiğime nâil olmak için sevdiğimi vermek lâzım, çok sevdim bunu, senin olsun" demiş, kapamış câriyesine vermişdir Zübeyde Hatun. Severim kendisini, Allah rahmet eylesin, rûhu için Fâtiha!

Anlatacağım, daha iş var, ona Fâtiha okutuyorum, rûhuna.

Haydi fukarâ kısmından Râbia-i Adeviyye'yi de anlatalım, onun da bir hikâyesini anlatayım da. Hırsız girmiş Râbia'nın evine. Biraz ibâdet yapmış, gece yatmış, yorulmuş. Azıcık yatayım demiş yatmış, hırsız içeri girmiş. Bakmış yükde hafif pahada ağır olan ne varsa almış. Kapı duvar olmuş. Kapı yok! Pencere de yok! Hırsız şaşırmış. Yere koyuyor, kapı orada. Alıyor, kapı yok, duvar. Üç dört defa böyle. Dördüncü de Cenâb-ı Hakk nidâ etmiş, "Sevdiğimiz uyuyorsa seven uyumuyor" demiş, "bırak onları yerine". Haaa, "Sevdiğimiz uyuyorsa, seven uyumuyor" demiş. Bu da Râbia-i Adeviyye. Sevdiğimiz uyuyorsa, seven uyumuyor" diyor.

Birisi, "Hasan-ı Basrî ile görüşmeleri var, onu da anlatır mısınız?" deyince, Efendi Hazretleri, " Konuşuruz, başka gün hatırlatın, çünkü onu anlatırsam, kalır ders. Bak saat sekizi on geçdi. Evde kadın bekliyor, elinde maşayla, 'Geç kalıyorsun, neredesin herif' diye, kaynanamın kızı" buyurdular. Efendi Hazretleri çok şakacı olduklarından hep böyle şakalar yaparlardı. 

Severken Zübeyde'yi, "Zübeyde" demiş, "eğer ben cennetlik değilsem benden boş ol" demiş Zübeyde'ye. Ondan sonra aklı başına gelmiş Hârun Reşîd'in. Sabahleyin ulemâyı toplamış, kimse bir cevâb veremiyor. Kim cennetlik diyebilir. Yalnız on kişi müstesnâ. Ebûbekir, Ömer, Osmân, Ali, Saad, Saîd, Abdurrahmân İbn Avf, Übeyd ibn Cerrah, Talha ve Zübeyr, rıdvânullahi aleyhim ecmaîn. Bunları Peygamber tebşîr vermiş, aşere-i mübeşşere diyorlar işte. "Siz, bu on kişi, ne yaparsanız yapın, cennetliksiniz". Bitdi o kadar. Ne yaparsanız yapın. Onlar serbest. Her şeyi yapabilirler, serbest. 

Birisi, "Bir şey yapmazlar" deyince, buyurdular ki, "Niye yapmasınlar, namaz kılarlar. Yaparlar. Talha karşı geldi İmâm-ı Ali'ye. Ama mafuvdur. Zübeyr de karşı geldi Hazret-i Ali'ye, Talha da, radıyallahu anhumâ". 

Neyse, geç bakayım buraya. 

İmâm-ı Yûsuf'u çağırmışlar, İmâm-ı Yûsuf Hazretleri buyurmuş ki, bütün ulemâ cevâb verememiş de İmâm-ı Yûsuf'u çağırmışlar, İmâm-ı Yûsuf diz üstüne oturmuş, uzun hikâye, ama ben kısa kesiyorum, demiş ki, "Allah aşkına bana doğru konuşacaksın yâ halîfe" demiş. "Nedir?". "Bir günah yapacağın vakitde, günahı terk etdin mi?" demiş. "O günahı yapmaya kâdirsin, Allah korkusuyla o günahı terk etdin mi?" demiş. "Etdim" demiş. "وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ ve limen hâfe makâme rabbihî cennetân" demiş. "İşte sen de ehl-i cennetsin, Allah diyor Kur`ân'da". Bitdi.

"Kimdir bu?" demiş halîfe, demişler, "Bu İmâm-ı Azam'ın yetişdirdiği bir talebe ama zehir gibi bir adam, bütün ulemâ bunun karşısında sükût ediyor".


Bir kaç gün sonra gene böyle bir şey olmuş. Ayın on beşiymiş. Severken demiş ki, "Zübeyde, şu aydan güzel değilsen benden boş ol" demiş. Bedr-i tâmm, çölde, düşün güzelliği. Sonra aklı başına gelmiş, hadi İmâm-ı Yûsuf'u çağırmışlar. Ulemâ cevâb verememiş, İmâm-ı Yûsuf gelmiş, diz çökmüş, "esteîzübillah, وَالتّ۪ينِ وَالزَّيْتُونِۙ ve't-tîni ve'z-zeytûni, وَطُورِ س۪ين۪ينَۙ ve tûr-i sînîne, وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَم۪ينِۙ ve hâze'l-beledi'l-emîn, لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ lekad halakne'l-insâne fî ahseni takvîm, sadakallahu'l-azîm" demiş meseleyi halletmiş.

Hemen halîfe kendisini şeyhülislâm tayîn etmiş. O akşam fıstık yağıyla helva gelmiş, ilk gece. Görünce başlamış ağlamaya İmâm-ı Yûsuf, hüngür hüngür. Tabii halîfe o da başlamış ağlamaya. Demiş, "Hocaefendi siz niye ağlıyorsunuz?". "Siz niye ağlıyorsunuz?". "Ben karşımda bir âlimin bu şekilde gözyaşı dökmesine ağlıyorum" demiş. "Ben de" demiş, "vaktiyle çok fakîrdim ben" demiş, "hattâ anneme ölü tavuk eti götürmüşdüm" demiş. "Annem beni işe vermişdi çalışdırmaya, gitmiyordum işe, hocanın dersine gidiyordum. Hoca anneme dedi ki, "Sen bu çocuğu bırak, birgün gelir halîfeye bu şeyhülislâm olur, fıstık yağıyla helva yer dedi" demiş, "kerâmâtını gördüm hocamın ona ağlıyorum" demiş.

Bir de Behlûl-i Dânâ var. Kardeşi diyorlar, akrabası diyorlar filan. O da bir gün mezarlığın kenarında dolaşıyormuş, aşağı yukarı böyle, mezarlığın kenarında. "Behlûl, ne dolaşıyorsun orada" demiş. "Paramı çaldılar" demiş, "hırsızı bekliyorum". "Ayol hırsızın buraya geleceği ne malûm?". "Yoook, âkıbet buraya gelir o" demiş, "yakalarım ben onu". Kabristan'a. "Âkıbet buraya gelir o" demiş. 

Merhûm Hâfız Nusret Yeşilçay, "Behlûl Dânâ'nın halîfenin kardeşi olduğu belli değil mi?" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Ben indî konuşmuyorum ki, kitâblarda gördüğümü söyledim. Kardeşi diyenler var, akrabası diyenler var. Kendisi âlimi, fâdıl, kâmil olmak münâsebetiyle, kendisini mecâzibden gösteriyor, sultan ona müsâade etmiş diyorlar, öyle diyen de var. Feylesof diyorlar, musâhibiydi pâdişahın diyorlar filan. Kitâblardan söylüyorum ben.

Demişler ki, "Behlûl, bilmem kim öldü, büyüüük mal mülk kaldı sana" demişler, "miras kaldı" filan demişler. Hemen mezarlığa bağırmış, "Bu kadar malı mülkü satıyoruuuum, alan var mı?" demiş. Oradan bir akıl hastası çıkmış, mezarlıkdan böyle, "Ben alırım" demiş, "kaç para?". "İki kuruş" demiş. "Aldım", "Ben de satdım" demiş. Milyonları! "Yâhud ne yapdın sen" demişler, "niye verdin iki kuruşa" demişler, "dağıtsaydın" demişler. "Bak dikkat edin" demiş, "Yarın mal hesabı kızgın sac üzerinde Allah'a verilecek". Allah muhâfaza etsin yâ Rabbi, hakîkaten öyle. "Kızgın sacın üzerinde verilecek" demiş "mal hesabı. Ona bu kadar verdim, buna bu kadar verdim, şuna şu kadar verdim diye uzatacağıma, iki kuruşa satdım derim atlarım o tarafa" demiş. "Sonra görüyorsun ya, alan da akıllı değil" demiş, "deli" demiş.

Bismillahirrahmânirrahîm. Ve'l-asri inne'l-insâne lefî husrin, illellezîne âmenû ve amilu's-sâlihâti ve tevâsav bi'l-hakki ve tevâsav bi-'s-sabr.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder