Sayfalar

26 Mart 2024 Salı

Bayezid Câmi-i Şerîfinde Sohbet - 30 Haziran 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Resûl-i Ekrem Efendimize bir gün bir kız gelmiş, demiş ki, "Benim babam cömert bir insandı" demiş, "yedirir, içirir, giydirir böyle, hem gönlü ganî, hem gözü tok bir zât-ı muhterem idi. Annem de onun aksineydi, tersineydi, gâyetle nekesdi. Yedirmez, içirmez, vermezdi, etmezdi. Bu gece ben gittim, baktım, Cenâb-ı Hakk bana cehennemi arz etti, annemin orada yandığını gördüm" diyor. Rüyâda, rüyâsında. Sonra diyor, "Bir elinde şöyle bir iç yağı, bir elinde de bir paçavra diyor, kendisini cehennem ateşinden korumak istiyordu böyle. 'Anne ne yapıyorsun?' diye sordum. 'Kızım işte ben bu nekesliğimden dolayı, tamahkârlığımdan dolayı, cehenneme Cenâb-ı Hakk beni koydu'. 'Elindekiler nedir?' diye sordum. 'Hayâtım boyunca fukarâya verdiğim iki şey. Bir parça iç yağı vermişim fukarâya, bir parça da bir paçavra vermişim. İşte onun ikisiyle kendimi korumaya çalışıyorum' dedi. 'E peki babam nerede?'. 'Baban cennette. Baban sahî olduğu için Allah onu cennete koydu. O da orada bir nehir kenarında, o nehirden aldığını halka ikrâm ediyor' dedi" diyor. 

Çünkü Resûl-i Ekrem buyuruyor ki, "İnsan dünyada ne yaparsa, ölürken onu yapar. Ölürken ne yaparsa, kabire girdiği vakitde onu yapar. Kabirde ne yaparsa, mahşer günü onu yapar" diyor. 
Hattâ Îsâ aleyhisselâm geçiyormuş da, bir kabristanın önünden, Cenâb-ı Hakk demiş ki, "Yâ Îsâ, duâ et, o kabir ehlini dirilteceğim. Bir âyet sana göstereyim, halka ibret olsun" demiş. Duâ etmiş, kabir şakk olmuş, içinden bir adam çıkmış, Hazret-i Îsâ'ya hitâben, "Yâ Îsâ! Eşeğim nerede benim?" demiş. "Yâ Rabbi" demiş, "bu nedir, bu adamın hâli kabrin içerisinde, kalkdı, eşeğim nerede diye sordu". "Dünyâda hep eşeğiyle meşgûl oluyordu, kabirde onunla meşgûl oluyor" demiş. Onu gösteriyor. Ne yaparsa insan. Meselâ sen Kur`ân okuyorsun değil mi? Kabirde Kur`ân-ı Kerîm tilâvet edeceksin. Âlem-i berzahda yani. Biz de kitap sayacağız, oturacağız orada. 

Birisi, "Ama siz vaaz ediyorsunuz efendim" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Vaaz ediyoruz, sohbet ediyoruz, inşâallah orada ehl-i sohbet buluruz da onlarla otururuz konuşuruz. Vakit çabuk geçer o vakit. 
"Baban sahî idi, Allah onu cennete koydu, orada şimdi ne yapıyor, orada su dağıtıyor" demiş. "E peki burada yemek içmek yok mu?". "İçtiğimiz bizim burada mâ-i hamîm içiyoruz, yani sıcak su içiyoruz, bir de zakkûm yiyoruz" demiş. "Ben gideyim sana babamdan su getireyim". "Vermezler" demiş. "Ehl-i nâra, ehl-i cennetin nimetleri yasakdır, vermezler" demiş. "Ben alırım" demiş kız. Koşarak gitmiş babasına. "Baba" demiş "annem cehennemde yanıyor" demiş, "biraz su ver de ona götüreyim" demiş. "Evladım, ehl-i cennetin nimetleri, ehl-i nâra haramdır, veremeyiz. Burası dünyâ gibi değil, buranın ahvâli başka türlü" demiş, "veremeyiz". "Ben alırım" demiş kız, "doldurdum" diyor "oradan suyu, tam cehennemin yolunu tuttum anneme su götürecektim, arkamdan bağırdılar, 'Kolun kurusun! Kolun kurusun!' diye, bir de gözümü açtım Yâ Resûlallah, kolum kurudu benim". 
Resûl-i Ekrem buyurmuş ki, "Yâ Rabbi, eğer bunun söylediği rüyâ hak ve gerçekse, doğru konuştuysa bu, bunun elinin şifâsını ver" demiş Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem. Derhal kızın eline Cenâb-ı Hakk şifâ vermiş ve şifâlanmış kızın eli. 

Gene birisi de böyle, bir cenâze kaldırılmış evden...

Efendim malûm ya, gelinle kaynana geçinemiyor nedense. Neden bu acaba? Niye geçinemiyor kaynana ile gelin? Neden geçinemiyor? 

Hâfız Âsım Bey, "Kaynana gelinden olur, gelin kaynanadan olur, aynı şey değil mi? Biri genç biri ihtiyar" deyince Efendi Hazretleri "Ondan değil. Gelinde mi kabahat, kaynanada mı? Bütün davâ orada" buyurdular. Birisi, "Kaynanada" deyince, "Yaaa kaynanada tabii. Oğlunu kıskanıyor. Hani neredeyse şerîatda müsâade olsa varacak oğluna" buyurdular. Hâfız Âsım Bey, "Kızın da kıskananı var" deyince, "Kızın da kıskananı var, o felâket o, daha berbat o. Kocası bir şey aldı mı, kayınpedere saldırıyor kaynana, bak damad kıza bilezik aldı, sen de bana al filan diye. Adamcağızın ağzının tadı kaçıyor" buyurdular. Birisi, "Efendicim ırsî midir bu?" deyince, buyurdular ki :

Hilkati böyle, ne diyorlar, doğal, doğal. Yeni Türkçe konuşalım artık. Eski lisânı bu tabîi. Doğal, doğal. Halbuki o gelin de büyüyecek yarın kaynana olacak. "Men dakka dukka" yani çalma kapıyı çalarlar kapıyı. Hiç kurtulmaz insan. Ne yapdıysa, "تَجِدُوهُ عِندَ اللّهِ tecidûhu indallah", Allah indinden bulur. İster güzel, ister çirkin. Ama nedense bir türlü geçinemezler, bir türlü geçinemezler. Bazısı kayınpederi de istemiyor.  
Demiş ki, bak ne kadar güzel, demiş, "Anneni götür" demiş kız, seviyormuş oğlanın kıza meyli çokmuş, fazlacaymış, "anneni götür, öldür" demiş, "ciğerini bana getir göster" demiş çocuğa. "Yâhu nasıl yaparım bun ben anneme". "Beni seviyor musun sen? Şu kocakarıyı ortadan kaldır. Şu dünya bize rahat rahat genişlesin" demiş. "Çünkü o bize engel oluyor" demiş. O da götürmüş, öldürmüş annesini oğlan, ciğerini almış. Gelirken ayağı taşa çarpmış, "Âh annem!"demiş. Ne olur ayak vurulunca? Ya kurşun yese bir asker muhârebede filan, Allah'a karîb olursa "Allah" der, yani Allah'a karîb olan, zikrullaha ağzını alıştıran kişi "Allah" der. Ondan gayrsı "Annem" der. "Yandım anam!" der kurşunu yiyen. "Yandım anam" diyor. Tabii çocuk ayağını vurunca, "Anam!" deyince, hemen ciğer ses vermiş, "Evlâdım ayağın mı acıdı" demiş. Anne ciğeri. "Evlâdım ayağın mı acıdı" demiş. Yaaa. Anne bu. 
Bir tânesi de yine böyle "Ben senin babanı istemem" dermiş. "Ben senin babanı istemem". "Ne yapayım yâhu babamı, ne yapacağım ben?". 
Huzur evine götür. Şimdi huzur evi çıkmış. Sen gittin mi huzur evine? Artık huzur evi mi hınzır evi mi bir şey. Ulan bizim cemiyetimizde huzur evinin yeri mi olur be! Bizde kadın yaşlandı mı haminne olur, yani anneanne olur, eli öpülür. Daha biraz yaşlanırsa, kadıanne olur, büyükanne olur, daha çok hürmet gösterilir. İslâm terbiyesi bunu gösteriyor. Huzûr evi ne oluyormuş yani. Birçokları bakmıyorlar annelerine, atıyorlar sokağa, dışarı. 
Şimdi bak, başına ne gelecek adamın. "Babanı götür" demiş. Adam babasına demiş ki, "Yarın ben oduna gideceğim, seni de götüreyim, hem biraz hava alırsın orada, eğlenirsin" demiş. "Peki oğlum" demiş. Ertesi günü, atmış babasını arabaya, torununu da almış yanına, yani oğlunu, küçük oğlunu, dedesi torununu severken götürmüş dağa bırakmış. Orada odun kesmiş biraz. Sonra arabaya yüklemiş odunu, çocuğunu almış yanına, ihtiyarı bırakmış orada, ormanda, arabayı çekmiş. Şimdi çocuk soruyor, "Baba, dedemi niye bırakdın orada?" diyor. "O ihtiyar" demiş. "Yani almayacak mıyız artık dedemi?". "Yok almayacağız artık, orada kalacak". "Ama neden bırakıyoruz?". "İhtiyar oğlum". "Yaaa sen de yarın ihtiyarlayacaksın, ben de seni bırakırım öyle, dedemi senin bırakdığın gibi" demiş. Der demez adam gerisi geriye dönmüş, babasını almış, meseleyi anlatmış, demiş, "Baba, böyle böyle oldu". "Evlâdım, ben babamı bırakmadım ki sen beni bırakasın dağda" demiş. 
Şimdi, kaynana ölmüş, kaynananın cenâzesi kalkdığı vakitde gelin gülmüş. Gülünce oğlan görmüş bunu, "Vay annemin öldüğüne sevindi" diye kızmış. Meğerse gelin maneviyyatlı bir kızcağızmış. Yani bazı insanların bakıp da görmediklerini o görürmüş. "Ben sana gösteririm" demiş adam. Kabir dönüşünde, "Niye güldün?" demiş, "annemin öldüğüne mi güldün? Ölüm senin başına da gelecek, ölüme gülünür mü?" demiş. Demiş ki, "Ben ölüme gülmedim". "Niye güldün öyleyse?". "Hiç sen beni zorlama" demiş, "niye güldüğümü sorma, bırak beni kendi hâlime" demiş. "Hayır söyleyeceksin" demiş, "seni boşarım" demiş. Demiş ki, "Annen çok nekes bir kimseydi. Bir fakîre bir soğan verdi, bir fakîre de bir parça yamalık parçası verdi, tabut buradan kalkdığı vakitde, soğan bir tarafında, yamalık bir tarafında tabutla beraber gidiyordu, onları gördüm, gayr-ı irâdî güldüm" demiş. 
Onun için tabutlar boş gitmez âhirete. Tabutun içerisi doludur ama görmeye göz gerek. Sonra, meyyit de seslenir, bağırır, ya der ki, "eyne tezhebûne", yâhud "kaddimûnî" der. Birincinin manâsı, "Beni nereye götürüyorsunuz, beni götürmeyin" diyor. Bunlar, îmânsızlar, âsîler, densizler, donsuzlar, izânsızlar, irfânsızlar, dünyâya yalnız yemek içmeye gelenler, tûl-i emel besleyenler, "nereden geldim nereye gidiyorum", "niçin geldim niçin gidiyorum" diye düşünmeyenler. Onlar, "Eyvaaah! Eyne tezhebûne, beni nereye götürüyorsunuz! Götürmeyin!" diye yalvarıyor, tabutun içerisinde yalvarıyor. "Götürmeyin beni! Aman götürmeyin beni! Yapmayın etmeyin, merhamet edin, şefkat edin bana" diyor. Sonra, ikincisi de, "kaddimûnî, kaddimûnî, beni yollarda eylemeyin, tutmayın yollarda beni, hemen yerime götürün" diyor. İşte bunlar kimler, "اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ innellezîne kâlû rabbünallahu sümme's-tekâmû tetenezzelü aleyhimü'l-melâiketü elleâ tehâfû velâ tahzenû ve ebşirû bi'l-cenneti'l-letî küntüm tûâdun". Ötekiler de, "eyne tezhebûne" diyenler, "وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ ف۪ي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَاسِطُٓوا اَيْد۪يهِمْۚ اَخْرِجُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِه۪ تَسْتَكْبِرُونَ". Yaaa böyle, bu şekilde. 
Onun için tabutlar boş gitmez, epey yüklüdür, ağırdır, çok ağırdır tabutlar. Öyle dört kişiyle taşınmaz o. Sonra, niye yüksek yere koyuyorlar cenâzeyi? Musallâya niye koyuyorlar cenâzeyi? Neden koyuyorlar musallâya cenâzeyi? Orası meyyitin vaaz kürsüsüdür. Ölüm en büyük vâizdir. Ölüm en büyük vâizdir, musallâ da kürsüdür, vaaz kürsüsü, meyyit o kürsüye çıkar, vaaz eder o. Anlayana!
Bir göz ki olmaya ibret anın nazarında
Ol düşmenidir sâhibinin baş üzerinde
Bir kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden
Akıt ana kurşunu hemen deliğinden
Bir el ki olmaya hayr u hasenâtı
Verilmez ana cennet ilinin derecâtı
Oraya çıkar, orada vaaz eder meyyit. Bizimki de gidiyor oraya bakıyor, ne yapalım. Bakar kelimesinden geliyor çünkü bakmak. Türkçeyle Arapça birbirine karışıyor. İş bakmakda değil, görmekdedir. Duymakda değil, anlamakdadır. Anlamakda değil, yapmakdadır. Yapmakda da değil, ihlâs ile yapmakdadır. 

Daha bir şeyler anlatalım mı? Şimdi bak Ramazan'ın kaçı oldu? 19 değil mi? 17'siyle hiç ilgilenmiyor bak Diyânet Riyâseti, olmaz ki. 17, Bedir Harbinin zaferidir, İslâm'ın ilk zaferidir, 17 Ramazan. Ve 17 Ramazan orucun farziyetidir, oruç farz olmuşdur, Bedir Harbinde farz olmuşdur. 17 Ramazan İmâm-ı Ali'nin şehâdetidir. Hazret-i Ali'yi mescidde vurmuşlar. 
Sabahleyin çıkmış, abdest almış, elini böyle mübârek ensesine sürdüğü vakitde, tebessüm buyurmuşlar. Sonra demiş ki, su döken kimse, "Yâ İmâm, niye tebessüm etdiniz?", "Yakında buralarım kana bulanır benim" demiş. Sonra dışarı çıkmış, kazlar önüne çıkmışlar, Hazret'in eteklerini tutmuşlar kazlar. Sonra mescide vardı.
İşte üç kişi aralarında taksîm etdiler, üç kişiyi öldürecekler, birisi Şam vâlisini, biri Mısır vâlisini, biri de İmâm-ı Ali'yi öldürecek. Üç tâne sûikasdçı. O vakit ilk çıkan sûikasdçılar. Ne diyorlar onlara şimdi? Terörist. Bu herif de, İmâm-ı Ali'yi vuran da, Hazret-i Ali'nin hizmetinde bulunmuş bir adam. Yakînen tanıyor İmâm'ı. Ve demiş ki bir gün Hazret-i İmâm ona, "Sen beni katledeceksin" demiş, "benim şehâdetim senin elinden" demiş ona. O da demiş ki, "Yâ İmâm, mâdem ki senin şehâdetin benim elimden, beni hemen katletdir" demiş, "benden böyle bir suç zâhir olmasın". O da demiş ki, "Yoook, suç icrâ edilir, sonra cezâ terettüb eder" demiş, "ben seni bu şekilde katletdirirsem zâlim olurum" demiş, "olmaz öyle şey" demiş İmâm-ı Ali. 
Sonra, Hazret-i İmâm'ı sabah namazında vurdular, namazda!, kulakları çınlasın Hazret-i Ali'yi sevenlerin, namazda vurdular İmâm-ı Ali'yi, huzûrda vurdular, huzûrda vurdular. Zâten mübârek, mihrâba geçeceği vakitde, bazen yüzü sapsarı olur, bazen bembeyaz olur, bazen kıpkırmızı olurdu, mihrâba geçeceği vakitde, Hazret-i İmâm'ın, Esedullah-i Gâlib'in, Hayder-i Kerrâr'ın.
İmâm-ı Ali, çok şakacıymış aynı zamanda, şakasından da bahsedelim.  
Resûl-i Ekrem'le oturmuşlar, hurma yiyorlarmış, Cenâb-ı Peygamber, yediği hurmaların çekirdeklerini Hazret-i Ali'nin önüne sürmüş, kendi önünde hiç bırakmamış. Dedi "Yâ Ali, ne kadar çok hurma yemişsin" demiş. O da şöyle durmuş, "Yâ Resûlallah" demiş, "siz de gâlibâ çekirdekleri yutdunuz" demiş, "önünüzde hiç çekirdek yok" demiş. 
İkincisi. Bir gün demiş ki Peygamber'e, "Yâ Resûlallah, Cebrâil size kaç defa geldiyse bana iki misli gelmişdir" demiş. Yaaa. Efendimiz demiş, "Neden?". Hazret-i Ali "E ben ilim şehrinin kapısıyım, çünkü kapıdan girer çıkar" demiş, "onun için size kaç defa geldiyse bana iki misli gelmişdir". 
Şakacıymış. Biz de şakacıyızdır, O'na bağlı olduğu için şeceremiz, meşrebimiz öyledir. 
Sormuşlar, "Niye böyle bazen yüzünüz bembeyaz oluyor, bazen kızarıyorsunuz, bazen sapsarı oluyor yüzünüz?" demişler. "Huzûrullaha çıkıyoruz" demiş. 
Alâ rivâyetin, bu hikâyden dolayı, Vâiz Hüseyin Efendi'yi parçalamışlar, Fâtih kürsüsünde. Bu anlatacağım hikâyeden dolayı Vâiz Hüseyin Efendi'yi katletmişler zâhidler.  
Uhud Harbinde ayağına ok batmış, İmam Ali'nin, çıkaramıyorlar, acısına tahammül edemiyor. Demiş, "Ben namaza durayım, öyle çekin" demiş. Namaza durmuş, çekmişler, sarmışlar. Namazdan sonra  sormuş, "Çekdiniz mi oku?" demiş. Demişler, "Yâ İmâm, duymadın mı?", "Vallahi duymadım" demiş. 
Bunu bir vâiz anlatmış vaktiyle Fâtih Câmisinde, bizim o mutaassıb sofular, öldürmüşler adamı, Kızılbaş oldu diye, Ali'yi medh ediyor diye. Evet, târihde kayıtlı. 
www.muzafferozak.com

1 yorum:

  1. Rıdvânullahi teâlâ 'alâ âli Resulillahi ve ashâbihi ecmâ'îne bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn.

    YanıtlaSil