Sayfalar

27 Mart 2024 Çarşamba

Ramazan Latîfeleri - Sohbet - 15 Haziran 1984

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir Ramazan akşamı, terâvihden sonra yapdıkları sohbetde peşpeşe latîfeler anlatmışlardı :

Nasreddin Hoca görmemiş aldığı kadını. Nikah bitmiş, bekliyor filan. Kalabalık dağılıyor, giden işte, "Allah rahatlık versin", "Allah mesûd etsin", "Allah saâdet versin", giden gidene filan. Hoca kalmış, bir de çirkin kadın oturuyor orada. Hoca, "Acaba bu mu bizim hanım" demiş. Aldığı kadını görmezlermiş o vakitler. "Acaba bu mu değil mi" diye bakarken kadına, kadın hemen Hoca'ya laf atmış, "Hocaefendi" demiş, "Kime görüneyim kime görünmeyeyim?" demiş. Yani senin âilen benim demek istiyor. "Sen bana görünme de, kime görünürsen görün" demiş.

Bektâşi tramvaya atlamış, Ramazan gecesi, Bektaşi'nin kafası kıyak. "Ver bir Edirnekapı" demiş, biletçiye. O vakit tramvaylar Eminönü'nden dönerdi, Bahçekapı'dan. Bir kısmı Bebek'e gider, bir kısmı Edirnekapı'ya gider, Şişli'ye gider filan, böyle. "Ver bir Edirnekapı" demiş Bektâşi. Demiş, "Erenler, Edirnekapı'ya gitmiyor bu tramvay" demiş, "Bebek'e gidiyor" demiş. Tın tın durdurmuş, "in aşağı" demiş. İndirmiş Bektaşi'yi aşağı. Arkadan bir araba daha gelmiş, atlamış gene arabaya, "Ver bir Edirnekapı". "Bu Yedikule'ye gidiyor" demiş biletçi, tın tın aşağı indirmişler gene Bektâşi'yi. Üçüncü arabaya atlamış. Sofu duruyor kapıda. Biletçiye iş kalmadan, "Erenler" demiş, "nereye gidiyor bu araba?" demiş. "Cehenneme!" demiş sofu. "Yaaa öyle mi, uğurlar olsun size öyleyse" demiş, aşağı atlamış. 
Bektâşi, oruç yemiş, atmışlar içeriye. Pencerede oturuyor. Ne yapacak içeride, karakolun penceresinden dışarı bakıyor filan. Karşıdan bir adam geliyor, elinde bir karpuz, göbekli filanmış herhalde, faş faş yiyerek böyle geliyor. Hemen Bektâşi bağırmış, "Şışşt! Ulan ne yapıyorsun! Görürlerse içeri atarlar seni!". "Bana kimse bir şey yapamaz" demiş karpuz yiyen. "Neden?" demiş. "Ben Ermeniyim, gavurum ben" demiş. "Vay anasını, sahi mi söylüyorsun! Ulan keşke gavur olsaydım ben de" demiş.  

Efendi Hazretleri o akşam iftara davetli oldukları yerde kısa bir sohbet yapmışlar fakat terâvihe yetişmek için sohbeti kısa kesmek mecbûriyyetinde kalmışlar, anlatmak istedikleri bir hikâyeyi anlatamamışlar. Ondan bahisle, o iftarı tertîb eden zevâtdan Emin Işık Hoca'ya hitâben buyurdular ki : "Bu akşam güzel bir hikâye vardı size orada ama vakit bitdi, zor geldik buraya, yetişdik". Bunun üzerine merhûm peder, "ama o son hikâye çok güzel oldu, çok tatlı bağladınız" deyince, Hâfız Âsım Bey, "Orası niyetiyle burada anlatsanız olmaz mı o hikâyeyi" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Yok. Her şey yerinde. Helâda yemek yenmez hocaefendi, namaz da kılınmaz. Her şey yerli yerinde olursa, tatlı olur. Ben bazen hikâye anlatıyorum çocuklara, yersiz anlatırım ama ders veririm onlara ben, haberi olmaz onun. Onu ezberler o, sonra zamanı geldiği vakitde, yerine koyduğu vakitde, o konuşduğu söz yüz bin lira kıymetine çıkar, bir milyon lira kıymetine çıkar. Yerine koymak lâzım hikâyeyi, komprime yapacaksın. Bir sohbet, insanın hatırında kalmaz fakat bir hikâye, o sohbeti adamın kafasında tutmaya sebeb olur. Yani komprime yapar hikâye sohbeti 

Sultan Mahmud Han, musâhibi Said Efendi'ye demiş ki, "Said" demiş, "hiç Ramazan tiryâkisi var mı bildiğin, gidelim kızdıralım" demiş. Çocukluğu tutmuş pâdişahın. "Vallâ pâdişahım, cennetmekân mübârek peder-i âlînizin türbedârı tiryâki bir adamdır, istesen gidelim kızdıralım" demiş. "Peki haydi gidelim" demiş. Birinci Abdülhamid Hân, cennetmekân, onun türbedârı. Pâdişahla beraber Said Efendi, akşamüstü tebdîl kıyâfet, işleri yok, sarayın arka kapısından çıkmışlar, oyun çıkaracaklar, doğru türbeye. Evvelâ Said Efendi içeri girmiş. Türbedar nargile tiryâkisi, hazırlanıyor. Bir saat evvel başlamış adam hazırlanmaya. Tömbekiyi sıkıyor, koyuyor. Takıyor, olmuyor, çıkarıyor. Bir daha yapıyor filan, vakit geçsin diye. Said Efendi süratle içeri girip, "Pâdişah geliyor!" demiş. Adam hop kalkmış ayağa. Sultan içeri girmiş, başlamış dolaşmaya. Aşağı yukarı dolaşıyor. "Sen burada ne yapıyorsun bakayım?". "Şevketli pâdişahım, ben türbedarım burada". "İyi de ne yapıyorsun burada, nedir türbedarlık, türbedarlığın manâsı nedir, onu anlayamadık? Cenâze mi kalkıyor yerinden, nedir? Ölene hizmet mi ediyorsun?". "Evet efendim, sabahleyin kalkarım, türbeyi süpürürüm, Kur`ân-ı Kerîm okurum, hatim okurum, Buhârî vakfı var burada, Buhârî-i Şerîf okurum, Şifâ-i Şerîf okurum". "Ama bak süpürürüm diyorsun ama şuraya bak, bak toza bak, görüyor musun tozu, hııı, gördün mü tozu?". Mıcır çıkarıyor, damarına basıyor. "Bak bak toza bak, bak, sil bakayım burayı, sil". "Sileyim efendim", hemen siliyor. O taraf gidiyor, "Burada da toz var, buraya gel, gel gel gel, sil bakayım buraları da". Zavallı türbedar koşuyor, orayı da siliyor. Oraya buraya derken, sandukanın önüne gelmişler. "Destâr-ı şerîfi kim sardı?" demiş, "böyle destar sarılmaz, pâdişah destarı böyle sarılır mı, eğri büğrü! Kim sardı bunu!". "Efendim bendeniz sardım". "Sök! Yeniden sar!". "Aman pâdişahım, bu üç saatden aşağı sarılmaz, şimdi top yaklaşdı, on beş dakîka var topa, bırak şu top patlasın, ondan sonra sarayım". "Hayır! Şimdi saracaksın!". Türbedara olanlar olmuş ve türbedar kalkmış ayağa, elini beline koymuş. "Pezevenk baban on beş dakîka sonra selamlığa mı çıkacak! Namazdan sonra olsa ne olur!". Pâdişah kahkahayı koyvermiş ve hemen çıkmış türbeden.  Tabii top patlamış, türbedarın da dudağı patlamış. Sonra sultan bir torba altun göndermiş, demiş, "Bu hâdiseyi dışarıda yaymasın, orada Sultan Mahmud Han yokdu, arkadaşı vardı, şaka yapdım" demiş.

Eskiden her köşk bir imam tutarmış, Ramazan imamı. Hocanın birisi gitmiş zavallı aramış aramış bulamamış. Hep dolmuş köşkler, herkesin imamı var. Dönmüş garîb fukarâ, orada bekliyor, iskelenin kenarında. Veli Efendi de kayığına binmiş geliyor. Kayıkçıya demiş ki, "Hocaefendiye seslen" demiş, "Efendi'yi ben karşıya götürüyorum, gelsin, buyursun kayığa. Nasıl olsa Efendi'den yevmiyeyi aldım, karşıya sizi götüreyim de, o gelir" demiş. Çağırmış. "Hocaefendi" demiş, "Efendi kayığı tutdu, gidiyor karşıya nasıl olsa, gel seni de alayım kayığa götüreyim" demiş. "Hay Allah râzı olsun" demiş, "benim param yok zâten" filan demiş. Kayığın baş tarafına oturtmuşlar hocayı, Veli Efendi arkasında, beraber geliyorlar. "Hocaefendi" demiş Veli Efendi, "sen orada ben burada olmaz" demiş, "yanıma gel de sohbet edelim biraz, yol konuşa konuşa tükenir" demiş. "Peki efendim" demiş, kalkmış gelmiş oturmuş. "Merhabâ". "Merhabâ". "Nereden geliyorsun?". "Efendim, işte Ramazan münâsebetiyle Çamlıca'ya gitdim" demiş, "köşklere müracaat etdim, her sene imam tutarlar onlar beni bazı köşklerden, bu sene her taraf imam tutmuş, yer bulamadım kendime, dönüyorum İstanbul'a" demiş. "Yaaa öyle mi! Ayol iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş, ben de İstanbul'a gidiyorum hâfız aramaya, terâvih kıldırmak için hoca aramaya gidiyorum" demiş, "Allah gönderdi seni bize" demiş, "Haydi dön gerisi geriye". 
"Kaça kıldırırsın terâvihi?". "Beyefendi mürüvvete endâze olmaz" demiş, "Öyle şey olur mu, siz ne verirseniz ben kabûl ederim". "Haa bak dinle beni. Benim paşa gönlüm isterse elli altun veririm, yüz altun veriririm, iki yüz altun veririm. Gönlüm istemezse on para vermem, kabûl eder misin?" demiş. "Tabii efendim" demiş, "namaz parayla olur mu?" filan. İçinden, "Bu adam beni mahrûm etmez ya" demiş hoca. "Ben gideyim eve, çamaşır getireyim" demiş hoca. "Yoook" demiş, "ben İstanbul'a gitdikden sonra nice hâfızlar bulurum orada, döneceğiz buradan" demiş. Dönmüşler. 
Almış getirmiş köşke, köşkün kahyasına demiş ki, "Sakın hocaya iyi odalardan oda vermeyin" demiş, "aşağı katdan bir rutûbetli oda, bir testi su, önüne zeytin çıkarırsınız, peynir çıkarırsınız, o kadar. Katiyyen yemek vermeyeceksiniz" demiş, "artanları dökün fakat vermeyeceksiniz". Hocaefendiye bir oda göstermişler, rutûbetli, berbat bir şey. "Hocaefendi, şimdilik burada otur, biz yukarıdan bir oda temizleyeceğiz, seni oraya alırız" demişler, oturtmuşlar hocayı oraya. 
Neyse. Akşama terâvihe durmuşlar, kılmışlar. Sahur olmuş. Sahurda kuru ekmekle, zeytin tânesi gelmiş, biraz da su hocaya. Demişler ki, "Hocaefendi, kusura bakma bugün yemekler iyi olmadı, döküldü, siz bununla idâre edeceksiniz". "Eyvallah" demiş hoca, yemiş kuru ekmekle zeytin tânesini. İftarda kuru ekmek, zeytin tânesi. Sahurda kuru ekmek zeytin tânesi. Bir hafta böyle devam etmiş. Hoca zayıflamış, dal gibi olmuş. Gidiyor bakıyor mutfağa, üüüüüf, yemekler pişiyor, pilavlar, etler, "Ayol aşçıbaşı, bunlar kime pişiyor?". "Köşke" demiş. "Yâhu bunlar artmıyor mu?". "Artıyor". "Ne yapıyorsunuz?". "Döküyoruz" demiş. "Bana verin yâhu!". "Yok veremeyiz" demiş, "emir var. Senin ismin çıksın listede, hepsini verelim" demiş. "Beyefendi ver demeyince ben sana nasıl verebilirim, bir habbe veremem" demiş. "Allah Allah fesübhânallah!" demiş hoca, "Beyefendi burada yok mu?", "Yok". "Bey gelsin sorarız, ver derse hepsini vereyim, gel ye, hepsini ye" demiş. "Ulan ayın onu da geçdi, Ramazan'ın on günü geçdi, sabredelim biz" demiş hoca. Velhâsıl bayrama kadar hoca seksen kilo gitdiyse, kırk kilo olmuş. Kuru böyle kupkuru bir şey. 
Bayram sabahı bayram namazı kılındıkdan sonra herkes sırayla içeri giriyor. O vakit köşklerde yetmiş seksen adam var. Seyis var, ahretlik var, ayvaz var, şu var, bu var, bir alay adam var. Hepsi sıraya dizilmişler. Veli Efendi oturuyor böyle. İçeri giriyorlar, "Iydiniz saîd ömrünüz mecîd olsun Efendi Hazretleri", " "Allah uzun seneler sizi muammer eylesin, sizden memûnum". Elli altun, bir kürk, filan veriyor böyle gönderiyor sırayla. Hoca da araya girmiş, "Şu para keselerinden birini de ben alsam, bakalım ne çıkacak, anam ağladı açlıkdan" demiş hoca. "Iydiniz saîd ömrünüz mecîd olsun efendim" demiş. "Oooo hocaefendi maşallah! Zayıflamışsın yâhu. "Evet efendim, ne yapalım, Ramazan biraz tesir etdi". "Yaaa etmiş ya. Çok memnûn oldum senden, seneye beklerim inşallah. Güle güle". "Tanımadı mı acaba beni" demiş hoca. Çıkmış, tekrar dönmüş haydi içeriye arkadan gene sıraya girmiş. "Efendim ıydiniz saîd ömrünüz mecîd olsun". "Allah mübârek etsin hocaefendi hazretleri, maşallah maşallah, nurlandı yüzünüz". Gene tekrardan sıraya girmiş hoca, "ıydiniz saîd ömrünüz mecîd olsun" deyince, "Hocaefendi kaçıncı bayramlama bu?" demiş. "Efendim" demiş, "beni getirdiniz buraya, işte terâvihi kıldık, şu oldu, bu oldu, neyse, o tarafını açmayacağım, sizi göremedik, yemek yiyemedik" demiş, "kumanya çıkmadı bize" demiş, "vermedi aşçıbaşı, bir pirin. tânesi tattırmadı. Kuru ekmekle zeytin tânesi yedik yâhu!". "Evet?". "Zât-ı âlîniz teşrîf etmemişsiniz buraya, aşçıbaşı vermedi. Rutûbetli odada oturdum. Şu hâlime bak, ne hâldeyim. Verem oldum" demiş. "Ben böyle mi geldim buraya yâhu! Şu şalvara bak ne oldu, yok oldum şalvarın içinde" demiş. "Bak hocaefendi" demiş, "ben seninle konuşdum buraya gelirken, paşa gönlüm isterse sana iki yüz altun veririm, yüz altun veririm, elli altun veririm dedim. Paşa gönlüm istemiyor. Senden memnûn oldum ben. Seneye inşallah, buna tahammül edersen, böyle şeylere, gene buyur, burası senin" deyince hoca fenâ hâlde bozulmuş, açmış ağzını yummuş gözünü, ağzına geleni söylemiş, "Seni pezevenk seni! Seneye geleceğim hâ! Nah gelirim, nah! Sen benim yüzümü görebilir misin! Deyyûs! Pezevenk! Senin vezâretin başına, köşkün tepene yıkılsın. Allah belânı versin! Fukarâyla alay etmeye utanmıyor musun!". "Bak hocaefendi yapdığına pişman olacaksın sonra! Bir daha bu kapıya gelemezsin sonra, yapdığına pişman olursun". "Ben pişman olmam. Nah! Nah! Nah! Seni pezevenk seni!". 
Gitmiş hoca. İnmiş zavallı oradan, sadakayla İstanbul'a geçmiş, Koca Mustafa Paşa'da Çınar'da oturuyormuş. İsmi de Edhem Efendi. Gelmiş hoca evine, aaa, evi yok hocanın. Fesübhanallah! Şaşıyor hoca, gidiyor tır tır tır tır yürüyor yukarıdan aşağı doğru, sayıyor, burası Sefer Efendi'nin evi, burası Hâfız Âsım'ın evi, burası Hüseyin Bey'in evi, burası Albay Mustafa Civelek'in evi, hani imam efendinin evi! Yok. Evim yok! Haydi aşağıdan yukarıya doğru sayıyor. Böyle aşağı yukarı dolaşırken o aralık cam vurulmuş, kadın pencereden, "Hocaefendi ne dolaşıyorsun, gelsene eve" demiş. Yeni bir ev orada. "Ayol sen başka kocaya mı vardın?". "Yok. Sen bir beyin yanında kalmışsın, terâvih kıldırmışsın, işte o bey geldi bizim evi yeniden yapdırdı" demiş. "Bir ay zarfında, içeriye halılar, kilimler, beş yüz altun, bir senelik yiyecek, iki cübbe sana, iki tâne kürk". "Ne ne ne ne!" demiş hoca. "Eyvah ben ne bok yediiiim! Herif bana söyledi. Pişman olursun dedi. Ulan Edhem sen ne bok yedin!". "Bari gideyim ben". "Git" demiş karısı, "git özür dile, ayıp". Hoca yolda konuşarak gidiyor, "Ben sana ne kadar nah nah dediysem benim olsun. Ben sana pezevenk dedim ya ben pezevengim". Söyleniyor kendi kendine. Görmüş Veli Efendi hoca geliyor, suratını asmış. "Beyefendi içeride mi?". "İçeride" demişler. Hocanın yüzüne bakmıyor. Hoca sağına geliyor, sola tarafa dönüyor, hoca soluna geliyor, sağ tarafa dönüyor. "Beyefendi ben sana ne kadar nah nah dedimse hepsi bana olsun. Pezevenk de benim, dürzü de benim". "Ulan pezevenk!" demiş "seni buraya aldım tuttum hiç bırakır mıyım ben? O kadar sabretdin sonunu da beklesene bunun. Seneye gene beklerim buyur istersen" demiş. Adamın yüzü yok ki gitsin bir daha. Yapacağını yapmış, Veli Efendi bu.

Bir kazasker var onunla çok uğraşıyor o. En uğraşdığı bir kazasker var bir tâne. Bir kazasker var, onunla pek uğraşıyor. Hattâ iftarda tere çıkartıyor, tere, "Bu Anadolu teresi, bu Rumeli teresi" diyor. Rumeli Kazaskerine, "Rumeli teresi" diye tereyi gösteriyor, "bu Anadolu teresi" diye tereyi gösteriyor. 
Bu Anadolu Kazaskeriyle sevişiyorlar ama onu takılıyor hep, pek takılıyor. Gelmiş Anadolu Kazaskeri, dedi, "Veli Efendi, seni iftara bekliyorum yarın akşam" dedi. "Hocaefendi" demiş, "Ben gelemem" demiş. "Canım hatırım için gelmeyecek misin?". "Hatırın büyük, gelirim ama söyleyemiyorum. Gizli bir sırrım var benim. Bunu kimseye söyleyemem, sana da söyleyemem. Çünkü beni tahtie edeceksin" demiş. "Canım söyle nedir sırrın?". "Ben iftara gelirim ama ben mübtelâyım" demiş. "Neye?". "Ben iftardan sonra bir kadeh rakı alırım" demiş. "Bu küçüklüğümden beri âdetimdir benim, ilaç gibidir bu benim için" demiş. "Sarhoş olmam" demiş, "mutlakâ bir kadeh alırım" demiş. "Şimdi ben senin evine gelince, iftar edeceğim orada, rakı almayınca ben bombok bir şey olurum, berbat olurum ben" demiş. "Eğer bunu bana temin edebilirsen, geleyim". "Veli, Allahını seversen böyle şeyler çıkarma benim başıma. Ben bu sarığımla sana nereden rakı bulurum Ramazan gününde. Deli misin dîvâne misin!". "E peki, onun kolayı var, rakımı ben getireyim kendim". "E getir öyleyse, Allah cezânı versin" demiş. "Geçen seferde ben sana gelmişdim, o vakit gizli içdim ben, içerki odada" demiş. "E getir öyleyse" demiş.
Almış şişeyi yanına, şişeyle gidiyorlar, pul şişe. Giderken Bayezid Câmisinin orada arabayı durdurtmuş Veli Efendi. "Hocaefendi" demiş, "bir hâfız gelmiş Mısır'dan, Bayezid Camisinde mukâbele okuyormuş". Yalan değil ama doğru. "Nâmı arşa yükseldi" demiş, "o kadar güzel, tam da bu saatde okuyor" demiş, "girip dinleyelim mi?" demiş. "Zâten biri hizib okuyor" demiş, "hemen girer çıkarız" demiş. "Peki girelim" demiş kazasker. İçeri girerken, "Hocaefendi" demiş, "benim elbisem dar, rakı şişesi sığmaz, senin şalvarın geniş, şalvara koyalım bunu". Şalvara koydurmuş. Cübbeyle de kapatmışlari, içeri girmişler. Nerede hâfız, orada hâfız, burada hâfız derken elindeki bastonu, hocanın rakı şişesini koyduğu yere vurmuş. Çıngırrr, şişe kırılmış. Bir koku câminin içerisinde. Nasıl bir koku! Oruçlu kafayla rakı kokusu. Bütün câmi ayağa kalkmış, "Hangi zındık yapdı bunu! Arayın, bulun, tutun pezevengi!". Hoca da ortaya çıkmış, "Hangi pezevenk yapdı?" diyormuş  Hemen haçmış Veli Efendi. Veli Efendi kaçmış. Doğru Veli Efendi'nin evine hoca gelmiş, elinde silah, "Vallahi vuracağım seni Veli" demiş. 
Gene onunla uğraşıyor da bir akşam gene. Hocaefendi oturyormuş evinde iftar vaktini bekliyor. Bir de bakmış, şeyhülislam kapısının hocaları geliyor. İki yüz hoca, gidiyorlar böyle. Kazasker de pencerede oturuyor, "fesübhânallah! ilmiyeyi iftara davet etdiler, beni niye davet etmediler" demiş. Üzülmüş yani ona davetiye gelmedi diye. Gele gele iki yüz hoca kazaskerin kapısına gelmiş. "Haaa beni de alacaklar" demiş, hemen cübbeyi üstüne, sarığı başına, dışarıya çıkacak. Hepsi içeriye. "Selâmün aleyküm". "Ve aleykümselâm". Şaşırmış hoca, ne oluyor diye. Tabii bir şey de söyleyemiyor, "Buyrun" demiş. Doğru kadının yanına, "Hanım ne yapacağız?". "Valla mahcûbiyyet sana âid. Ben ne yapayım, bu kadar adamı nasıl doyurayım" demiş. Derken arkasından meşâyih geliyor, yedi yüz kişi. Haydi hocanın evine. Hoca içeride, yelliyorlar hocayı. Ruûs geliyor, beş yüz kişi. Deli olacak hoca. Neyse topa on dakîka kalmış, Veli Efendi zuhûr etmiş, "Buyrun yan bostanına" demiş. Yan tarafda bostan varmış, oraya sofraları hazırlatmış, halkı oraya çekmiş, iftarı kendi vermiş.
Onunla çok uğraşıyor, o kazaskerle. Bir gün de o kazaskerin sırtına semer bağlamış. Semer almış bir tâne, "Hocaefendi, benim sırtıma şu semeri vursana" demiş. "Ne olacak?". "Canım istiyor yâhu. Sırtıma semer takmak istiyorum ben". "Ulan Veli, deli misin sen, yapma, etme". "Yok, Allah'ını seversen semer vur benim sırtıma". "Peki ver öyleyse" demiş, semeri bağlamış. Veli Efendi dört ayakla yürüyor evin içinde, bir aşağı, bir yukarı filan. "Oldu" demiş, "tamam. Şimdi ben sana semer vuracağım". "Yâhu ben istemem!". "Olmaz. Sen bana semer vuruyorsun da ben niye sana semer vuramıyorum". Meğerse oraya bir alay adam toplamış, hocanın sırtına semeri vurunca, perdeyi açmış, hocayı göstermiş. 

Veli Efendi pâdişahı iftara çağırmış. Pâdişah demiş ki "Herkese malûmat verin, Veli Efendi'ye malûmat vermeyin, o ne zaman gideceğimi ben biliyorum" demiş. Bir akşam ansızın "Veli Efendi'nin evine iftara gidiyoruz" demiş. Ansızın. Pâdişah yâhu! VBir haber gitmiş Veli Efendi'ye, "Sultân iftara geliyor" demişler. "Yaa öyle mi, buyursun" demiş. Lâhûr şallar atmış pâdişahın ayağının altına. İçeri aldıkdan sonra demiş ki, "Haremin sofrasını selâmlığa getirin, selâmlığın sofrasını da hareme götürün" demiş. O kadar. Pâdişâh gelmiş, bakmış, hayrân olmuş, demiş ki, "Veli, bu saltanat sana helâl olsun" demiş. "Yalnız bir şeyin noksan" demiş, "o gözümden kaçmadı". "Nedir pâdişahım?" demiş. "Ben buzsuz hoşaf içmem" demiş, "buz yokdu sofranda" demiş. Malûm ya, o devirde buz meselesi mühim. "Aman pâdişâhım" demiş, "hoşaf kâseleri buzdandı" demiş. Meğerse kâseleri buzdan yapdırmış, içine hoşaf koydurmuş.

Said Efendi demiş ki pâdişaha, "Sultanım, benim bir Arabım var" demiş. O vakit Araplar İstanbul'da güzel dolma yaparlardı, zeytinyağlı dolma, pazarlarda satarlardı, saraydan çıkma Araplar. "Şöyle dolma yapıyor, böyle dolma yapıyor" pâdişaha medh etmiş. Pâdişah demiş ki, "Said, zamanı geldiği vakitde ben sana haber veririm" demiş. "Bir gün inşallah senin saâdethânene geliriz" filan demiş. Gizli bir emir Arab'a, siyâhîye. "Efendin sana dolma yap diyecek, dolmayı yapmayacaksın. Ancak seni taht-ı nikâhına alıp tefrîc edecek o vakit yapacaksın". Gizli emir veriyor pâdişah, irâde-i pâdişâhî. "Said Cuma akşamı sizdeyiz" demiş. Said Efendi doğru eve. "Dadı! Pâdişah geliyor, dolmayı yap, göster sanatını". "Olmaz" demiş. "Olamaz Efendim, hem ben söyleyemem de, üstüme varma benim". "Ne oldu, ne oldun?". "Benimle evleneceksin, tefric edecen beni, yatakda yatacağız beraber, sonra ben dolmayı yaparım". "Sen deli mi oldun? Sen benim annem yerindesin, beni sen küçükken salladın". "Salladım, malladım ama ben söyleyemem böyle şeyleri, benim üstüme varma valla Said". Anlamış Said Efendi işi, "Peki" demiş imam çağırmış, nikah kıydırmış. Arap'la yatağa yatmışlar, kalkmışlar filan. Pâdişah gelmiş, dolmayı yiyor, "Aman Saidçim" demiş, "Dolma hakîkaten dediğinden daha a'lâ. Gene sen dadına söyle bir dolma daha yapsın bana, Cuma akşamı geleceğim". "Valla sultânım, dolma helâl olsun ama şu Arap'la beni yatırma Allah'ını seversen" demiş.
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder