Büyük velî Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri diyor ki :
Çorak bir yerde, çıplak ayakla gezinen ve şöyle diyen birisini gördüm :
Seven bir kişinin, içi yaralıdır, bu yüzden onun hiç râhatı yokdur. Ve bu yara, onun hastalığını şiddetlendirmiş, hastalık da tedâviyi reddetdiğinden, ikisi birleşmişdir. Kalb ise, bir ona, bir ötekine sıçrayarak her ikisi arasında dolanıp durmakdadır.
Ona selâm verdim. Selâmımı şöyle aldı : "Sana da selâm olsun ey Zünnûn". Sordum, "Önceden beni tanıyor muydun?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki bu ferâset nereden geliyor?" dedim. "Bu benden değil, ferâsetin asıl sâhibinden. Ey Zünnûn, seni daha önce hiç tanımadığım hâlde, o benim kalbimi öyle nûrlandırmışdır ki seni bana tanıtmışdır. Vücûdum hasta, kalbim de O'nunla meşgûl. Çöllerde seyahat ediyorum. Tam yirmi yıldır çöllerde dolaşıyorum. Ne bildiğim bir ev var, ne kızgın güneşden beni gölgeleyecek, ne de rüzgar esdiğinde beni koruyacak bir çatım var. Eğer biliyorsan benim hâlime çare olacak bir reçete tarîf et".
Sonra oturdu, ben de oturdum. Ona dedim ki, "Kalb, hastalandığında onun içinde üzüntüler ve hastalıklar dolaşır. Ve kalbde dolaşan bu hastalıkların bir devâsı yokdur. Hastalığın uzun sürmesi, üzüntüleri doğurur. Bu da, bir şekvâ ve O'na şikâyet sebebidir".
Bunun üzerine bir çığlık atdı ve dedi ki : "Ben nerede, şikâyet nerede! Fakat beâa, ben ufalanıp toz olana kadar böyle uzarsa, bende, şikâyet etmek için yerinden kımıldayacak bir parça bile kalmaz". Dedim ki, "Rızâ ehlinin gönüllerine hikmetli düşünce dolunca, bu düşünce onları alıp götürmüş, içleri bitkinlikle sarsılmış, kalbleri parçalanmışdır, boyunlarını eğmişler ve böylece rızâ yolunu bulmuşlardır. Allah onlara, kendisiyle ülfeti ihsân etmiş, onlara karşılıksız nimetlerini hîbe etmiş, sonra onlara rızâ nimetini bahşetmiş ve böylece onların kalblerinin denizlerinde dalgalar meydana gelmişdir. Bu dalgalardan bir lezzet doğmuş, yok hayır, bilakis lezzet heyecânı doğmuş, böylece bağışladığı nimetlerinin halâvetini onlar için de gerçekleştirmiş, onlar da içlerindeki bitkinlik korkusuyla uçmaya başlamışlardır. Efendisine uçmakda olan gönüllerin uçuşundan daha güzel ne olabilir ki? Hiç şübhesiz onlar, rüzgarlardan daha süratli bir şekilde O'na kanatsız olarak uçmuşlar ve melekûta ermişlerdir. O, onları dâimâ kendisine çağırdığına göre; onları kim geri döndürebilir ki? O, süratle uçduklarında onlara kapıyı açmış ve onlar kapıyı çalmadan içeri dalmışlardır. O, onlar için bir hazırlık yapmış ve onlar, O'nun kudsî bahçesinin güzel kokuları içinde gezinmişlerdir. Nitekim onlar, O'nun içindir ve dâima O'nunla birlikdedirler".
Dedi ki, "Ey Zünnûn, yarayı daha da derinleşdirdin ve söylediklerin acımı daha da artırdı. Bu gün seninle yapmış olduğum bu arkadaşlık gibi bir arkadaşlığı hiç kimseyle yapmadım". "Haydi kalk gidelim" dedim ve kalkdık, hiç azıksız yürümeye başladık. Çöle daldık ve üç gün boyunca oruçluyduk. Bana "Aç mısın?" diye sordu. "Evet" dedim. "O'ndan isteyeyim, seni doyursun" dedi. Dedim ki, "Tohumu yaran ve varlıklara can veren Allah'a yemîn olsun ki hayır! O'ndan hiçbir şey isteme! O, dilerse doyurur. dilerse aç bırakır".
Bunun üzerine tebessüm etdi ve dedi ki, "Şimdi yürü, hiç şübhesiz bize yemeklerin en tatlıları ve içeceklerin en lezzetlileri yağdırılmışdır". Sağ sâlim Mekke'ye vardık. Sonra o benden ayrıldı, ben de ondan ayrıldım.
Diyorlar ki, Zünnûn-ı Mısrî Hazrertleri, ne zaman bu zâtı hatırlasa, hep ağlarmış ve onunla olan arkadaşlığına dâimâ hasret duyarmış.
Hasret de,arkadaşlık da tamam olmuş...
YanıtlaSilBöyle arkadaşlığa,böylesi hasret!