Sayfalar

4 Nisan 2025 Cuma

Çocukların Ana-Baba Üzerindeki Hakları - Hutbe - 3 Şubat 1984


HUTBE

Kâlallahu Te'âla fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
Sadakallahü'l-azîm.

Yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, güzellerin güzeli, ibâdete lâyık, her şeye fâik, zü'l-kemâl, zü'l-celâl, zü'l-cemâl olan Hazret-i Allah, kalblerinde nûr-i îmân, fuâdlarında muhabbet-i Muhammediyye olanlara hitâb ederek diyor ki, "Ey mü'minler, ey ismimle isimlendirdiğim kullarım". Allahu Teâlâ'nın bir ismi de mü'mindir, söylemişdik. "Ey ismimle isimlendirdiğim kullarım, nefislerinizi ve evlâd u ayâlinizi, âlinizi nâr-ı cahîmden koruyunuz".

Bundan evvelki hutbelerimizde, ananın ve babanın evlad üzerindeki haklarından bahsetmiş idik. Dinlemeyenlerin, onlara âk olan, âsî olanların, onlara ikrâm etmeyen, ihsân etmeyenlerin başlarına gelen felâketlerden birkaç da numûne verdik. Anlayan için tabii. Şimdi bugün de, analara ve babalara hitâb ederek, bir de baba namzedlerine hitâb ediyoruz. Ehlimizi ve evlâdımızı nasıl nâr-ı cahîmden vikâye ederek kurtarırız, koruruz.

Bunun bir maddî kısmı var, bir manevî kısmı vardır. Evlâd u ayâlini nâr-ı cahîmden kurtarmak isteyen, evvelâ evlenmeden evvel, belinde topladığı cevheri helâldan toplaması şart. Helâldan toplamazsa cevheri, yani çocuğun, olacak olan evlâdın aslı olan menîyi helâldan toplamazsa eğer, âlini ve evlâdını nârdan korumamış olur. Bir. Çocuğun ebeveyn üzerinde hakkı, baba üstündeki hakkı, ana üzerindeki hakkı. İki alacağı kadını, ehl-i iffet, ehl-i ırz, ehl-i hayâ olanından alacak, kadını. Bir tarlayı aldığın vakitde tarlanın sulak olmasını, verimli olmasını arzu ediyorsun, elbet ki böyle olması lâzımdır. O tarla ki senin elinden çıkacak. Gidecek elinden, başkalarının eline geçecek filan. Öyle bir tarla alıyorsun ki kıyâmet gününe kadar kürre-i ardda zürriyetin bâkî kalacak, o tarladan yetişen zürriyetin. 

Ufak bir şey çocuğun ahlâkını fesada uğratabilir, yapacağın ufak bir hareket. "Ne olur" deme! "Şimdiye kadar yapdım da ne oldu ki?", onu da deme sakın hâ! Dâimâ Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et ve vakt-i câhiliyyetinde Hakk'ı bulmadan, Hakk'ı bilmeden, Hakk yola yürümeden evvelki hâllerine tövbe istiğfâr edip, Cenâb-ı Hakk'dan rahmet ve mağfiretini ve lutfunu taleb et Allahu Teâlâ Hazretlerinden. Biraz sözlerimiz ağır gibi gelir ama tiryakdır.

Alınacak kız, yani alınacak tarla, nasıl ki maddî tarla alınırken, verimli olsun, havadar olsun, şusu olsun, busu olsun diye tarlanın menfaatlisini arıyoruz, kadını da aldığımız vakitde, kadını ve kızı, kimle evleneceksek, onun iffet, ırz ve hayâsı üzerinde duracağız. Hayâlı mı hayâ îmândandır. Hayâsız mı îmânın nûrunda noksanlık vardır. Bir adamda utanma yok mu, o adamın îmânı sarsılmışdır, nûru azdır, îmânın nûru. İnsan her şeyden hayâ etmelidir. Allah'dan, Peygamber'den, meleğinden, şeytanından. İnsan, insan! İnsan, insan, binâ-yı ilâhî. Hakk'a lâyık olan sıfatlarla muttasıf olması lâzım gelir, o sıfatlarla sıfatlanması lâzım gelir. Onun için anneleri de öyle, sütü sümüğü belli, sütü sümüğü belli, hayâ sâhibi, iffetli, ırzlı, böyle kimselerle evelenceğiz, çocuklarımızı evlendireceğiz. Babalar! Baba namzedi isen işte sana da söylüyorum, öğretiyorum böyle. Rastgeleni alıp koynuna sokmayacaksın. Sonra felâket olur. Bak ben sana bir misâlini vereceğim bunun şimdi, sonra geçeceğiz gene yukarı doğru yürüyeceğiz. Belki burda anlatmışımdır size ama gene söyleyelim işitmeyenler vardır. 

İstanbul'da bir cihet vardır, Vefâ ciheti, Vefâ. Hani bozası meşhûr. Bozadan kinâye değil o. Orda Şeyh Vefâ diye bir Hazret yatıyor. Fâtih Sultan Mehmed'in namazını kıldıran zât. Şeyh Vefâ Hazretleri yatıyor orda. Onun ismiyle o mahalle isimlendiği için boza da o isimle isimlenmiş. Biz Hazret'in kabrini türbesini bilmeyiz de bozayı biliriz. Çünkü her şeyimizi unutmuşuz biz. Her şeyimizi unutmuşuz. Ne mâzîmizden haberimiz var, ne târihimizden. Öyle işte yaşıyoruz böyle bir ot gibi. Târihini okuyacaksın, babanda bulunan güzel sıfatlarla sıfatlanacaksın. Onlar Allah ve Resûlullah'a bağlandılar, Allah dünyâyı ve âhireti yaydı böyle önlerine. Dört kıtada hükümran oldular. Dünyâya hükümlerini geçirdiler. Ne vakit ki işi bozdular Allah ile, sonra bakdılar ki bir papaz bile bize karşı geldi. Vaktiyle yedi kıral biraraya gelir bizle harb ederdi. Yedi kıral biraraya gelmezse bizle harb edemezdi, yedi kıral. Meselâ Yıldırım Hân'ın Niğbolu seferinden yedi kıral vardı karşımızda. Sonra bir papaz bile bizle mücâdeleye kalkdı filan. Onun için dâimî sûretde Allah müttakîleri, verâ sâhiblerini yüceltmiş, yükseltmişdir. Çünkü en kerîm olan Allah'dan korkandır. Her husûsâtda, her husûsâtda, "Bu işde Allah'ın rızâsı var mıdır yok mudur?" diye düşünerek işi icrâ eden Allah yanında makbûldür. Bir çok velîler ağızlarında taş taşımışlar, bakla taşımışlar, "Söyleyeceğimiz söz, Allah'ın gücüne gider mi, insanlara bir fenâlık dokundurur mu?" diye. Çünkü malûm ya, bir adam, ağzından zehir alırsa vücûdu ifnâ olur, kulağından zehir alırsa rûhu ifnâ olur. Yani rûhu ölür. Binâenalâzâlik böyle hareket etmişler. Adâletlerinden dolayı, kılıçlarından dolayı değil. Sakın hâ aklına öyle gelmesin, zorla zorbalıkla filan. Zorbalıkla hiç bir şey olmaz. Yıkılır zorbalar. Zorbalar yıkılır. Nihâyetleri felâket olur. âdiller, kâmiller, onları Cenâb-ı Hakk arda vâris kılmışdır, sâlihlere vâris kılmışdır ardı.

İşte o zât-ı muhterem Şeyh Vefâ Hazretlerinin haremi, hâmileymiş, komşuya gitmiş, komşusu ona bir şey ikrâm etmek üzere dışarı çıkdığı vakitde, aş erer kadınlar, hâmile oldukları vakitde, evliler bunu bilirler, evli babalar, konsolun üzerinde limon varmış bir tâne, limonu almış, utanmış söylemeye hâne sâhibine, şu limondan bana ver demeye utanmış, almış limonu, iğneyi sokmuş, suyundan emmiş limonun ve limonu yerine koymuş. Kim bu? Şeyh Vefâ'nın haremi. Komşusunun evinde oluyor hâdise. Sonra oradan çıkmışlar. Çocuk dünyâya gelmiş, oynayacak çağa gelmiş.

Çocukları oynatın, başlarına heyhûlât gibi durmayın. Çocukların hakkını verin. Oynayacak zamanda oynatın. Oynayacak zamanda oynatmazsanız , oynamayacak zamanda oynarlar sonra. Halkarını verin çocukların, oyuna bırakın. Fakat arkadaşlarına dikkat ediniz, kimlerle konuşuyor, ona çok dikkat edeceksiniz. İnsanları cemiyet yükseltir, cemiyet bozar. Cemiyetimiz bizim hastadır, li hikmetillâhi teâlâ, hastadır. Her husûsda hastayız. Onun için çocuklara bakacağız, kiminle oynuyor çocuk, ona bakacağız, ona dikkat edeceğiz. "Top da oynasın mı?". Top da oynasın, hepsini oynasın. Ama gene ibâdetini göster, Allah'ını öğret, bildir. Oyun zamanında onu oyuna gönder. Resûl-i Ekrem hutbe okurken, çocuklar oynarlardı, Peygamber'in hutbesi etrâfında. Siyerde yazılı. Gene Resûl-i Ekrem namaz kılarken, Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Hasan torunu olmak münâsebetiyle Efendimizin omuzuna çıkarlardı. Secdedeyken böyle, binerlerdi dedelerinin omuzlarına. Resûl-i Ekrem onları kaldırır kıyâma, sonra secdeye yatdığı vakitde indirirdi yere. Vurmazdı yani , "Vay namazı bozdun filan filan" diye yumruklamazdı, tokatlamazdı, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem. Onun için çocukların hakkını verin, oynatın. 

Kadınlarınıza da böyle bakacaksınız, kiminle konuşuyor, hangi komşuyla, dikkat edeceksiniz. Başdan çıkarırlar, yoldan çıkarırlar kadınları. Bazı insanlar Şeytan gibidir. Şeytan insanoğlunun yanında tekâüd olmuşdur bugün yani emekliye ayrılmışdır. Her kadınla konuşulmaz, her komşuyla konuşulmaz. Selamlaşırsın, kendini yüksek görme, selamlaşırsın, geçersin. Samîmiyet kurulmaz. Her kadınla karını konuşturmayacaksın, kadınını, âileni. Senin mukaddesâtın o. Çocuğun da öyle. Bakacaksın. Allah iyi yazılar yazsın. 

Çocuk oynamaya çıkdı sokağa, çocuğun elinde böyle bir temel çivisi. Dikkat buyur! 

O devirde su yok İstanbul'da böyle, Terkos yok. Şimdi nimet hepsi başdan aşağı. Allah çok şey verdi ama kıymetini bilmiyoruz. Gene ekmekler sokaklarda sürünüyor. Teneke dolusu ekmek! Yapmayın yâhu! Irzını satanları gördük biz, ekmek için. Yapmayın yâhu! Siz yapmazsınız tabii, berî kılarım ama bunu burada söylüyorum ki etrâfa yayınız ve yapmasınlar yani. Annelerimiz bizim, kuru ekmekleri papara yaparlardı bize, ondan yedirirlerdi filan yani, zâyi etmezlerdi. Böyle yüzlerce okka ekmek sokak kenarlarında, lokantalarda herif çatalını siliyor, dudağını siliyor, koyuyor ekmeği bu tarafa. Günah yâhu! Yapmayın yâhu! Yapmayın yâhu! "لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ le in şekertüm le ezîdenneküm". Allah'ın nimetine şükredersen Allah ziyâde kılar. Şükrün manâsı da "Şükür Yâ Rabbi" demek değildir. Elbiseyi de temiz kullanmak şükürdür. Ekmekse şükrü harâm etmemekdir, isrâf etmemekdir. Güzelliğin şükrü, iffet ve ırzını muhâfaza etmekdir. Vücûdun şükrü Allah'a secde etmekdir. 

O devirde su yok, çeşmelere gelen suları, sakalar kırbalarla evlere dağıtıyorlar suları, kırbalarla. Hayvan derilerini tabaklıyorlar, kırba yapıyorlar. Bu çocuk, Şeyh'in oğlu, elinde çivi, sakanın kırbasını deliyor, patlayınca, ağzını tutuyor oraya. Bir defa, beş defa, on defa filan, fakat utanıyorlar söylemeye. Çünkü çocuğun terbiyesizliği, babanın terbiyesizliğidir, ananın terbiyesizliğidir. Çünkü çocuk babanın sırrıdır, yâhud sınvânıdır. En sonunda sakanın birisi demiş ki "Ben bunu gidip haber vereceğim babasına, şeyh oğluysa şeyh oğlu, terbiye etsin evlâdını" demiş. Huzûra gitmiş, Şeyh'in elini öpdükden sonra demiş ki, "Efendim" demiş, "sizin şehzâdeden biz şikâyetçiyiz" demiş. "Ne oldu, hayrola?" demiş. "Sokağa çıkdığından bu tarafa elind ebir temel çivisi, bizim kırbaları deliyor ve patlayan suya, fışkıran suya ağzını tutuyor" demiş. "Yaaa öyle mi, niye bana haber vermediniz?" demiş Hazret-i Şeyh. "Utandık" demiş, "söylemeye hayâ etdik ama bıçak kemiğe dayandı". "Peki, kimin hakkı varsa gelsin hakkını vereyim" demiş, "benim oğlum kimin kırbasını deldiyse" demiş. Efendi, ağlamış, üzülmüş. Ondan sonra kadını çağırmış yanına. Çocuğa hiç bir şey söylememiş. "Niye kırba deliyorsun! Niye böyle yapıyorsun!" dememiş hiç. İyi dinle! Sana büyük ibret var bunda. Demiş ki, "Senin ne gibi kusurun var" demiş, "bir düşün bakayım" demiş. "Allah seni hesâba çekmeden sen kendini bir hesâba çek bakalım hanım, ne kusûr etdin sen" demiş. "Aman efendim, estağfirullah". "Bu çocuk üzerine ne kusûr etdin, bu çocuk üzerine". Demiş ki kadın, "Vallahi benim hiç bir kusûrum yokdur, bilerek, kasden ben bir şey yapmadım. ama bu çocuğa ben hâmileydim, komşuya gitmişdim, konsolun üstünde bir limon görmüşdüm, utandım istemeye hâne sâhibinden, iğnemi çıkardım, limonu deldim, ağzımla limonun suyunu içdim, yerine koydum". Dikkat ediyor musun? Aynını yapıyor çocuk. Annesi iğneyle limon deldi, emdi. Çocuk, kırbayı delip, ağzını suya tutuyor. Aynısını yapıyor. Hazret-i Şeyh buyurdu ki, "Hastalık teşhis olundu" dedi. "Git o kadına, söyle, senin limonunu ben böyle böyle yapmışdım, bana helâl et de yâhud ona bir limon götürüver". Gitdi kadın komşuya söyledi. Komşu dedi ki, "Aman efendim, ne kıymeti var".

Ne kıymeti olacak limonun, Allah zerre zerre diye arıyor. Koskoca âyet var. "فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ fe men ya'mel miskâle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskâle zerretin şerren yerah". Zerre kadar hayırı yapan hayırı görecek, zerre kadar şer yapan, kötülük yapan da kötülüğü görecekdir. Yaaa, zerreden büyük o elbette. Yani bir kimsenin arkasından şöyle hâinâne baksan, ya istihzâ etsen, ya şöyle yapsan, onun dahi hesâbı sorulcakdır yevm-i kıyâmetde. "مُكَٓاءً وَتَصْدِيَةًۜ mükâen ve tasdiye" âyet-i kerîmesinin tefsîrinde. Bazısı dünyâda sorulur. Şimdi azâblar tacîl oluyor. Eskiden Cenâb-ı Hakk geriye bırakır, tövbe için tehir ederdi. Şimdi bakıyorsun Allah böyle yapanların dünyâda belâsını veriyor. Kaç tânesini gördük. Bu yaşa geldim, çok şeyler gördüm ben. Gördüklerimi yazsam, insanlara büyük bir ibret kitâbı olur, meviza olur yani. 

Dürüst ol, özün sözün doğru olsun. Sana üsvetü'l-hasene olan Hazret-i Muhammed gelmiş, sallallahu aleyhi vesellem, Allah'ın sevgilisi, O'nun ahlâkıyla ahlâklan, elinden, dilinden ve sâir a'zâ ve cevârihinden kimseye bir fenâlık gelmesin. İyilik gelsin. İyilik yapamazsan, kötülük yapma hiç olmazsa. İyilik yapamıyorsan, kötülük yapma hiç olmazsa. 

Gitdi Valide Sultan komşuya, dedi "Böyle böyle, bir limon almışdım, ben çocuğa hâmileydim, aş eriyordum, senin haberin yokken, limonu deldim iğneyle emdim". "Helâl olsun" dedi. Ertesi gün çocuk sokağa çıkdı, sakalar geçiyordu fakat çocuk artık kırbaları delmiyordu, yeri çizip oyun oynuyordu. Hiç babası onu çağırıp da, "Sen niye kırbayı deliyorsun!" demedi. Acaba anlatabildik mi müslümanlar? Ârif olanlara kâfî geldi zannediyorum. 

Daha bir verâ kısmını anlatayım, onu da söyleyeyim size. O zât-ı muhteremin ismi hepinizin kulaklarında vardır. O da tulû' etdi şimdi. Onu anlatmayacakdım ama zuhûr etdi, söyleyeyim onu da. Meşhûr Muhammediyye sâhibi, Yazıcıoğlu Mehmed Efendi, Hacı Bayram'ın halîfelernden. Gelibolu'da yatıyor. Türbesi orada, Gelibolu'da. Boğazı bekliyorlar, rûhâniyyetleri. 

Sen gece hiç Çanakkale'ye gitdin vardın mı? Köylülere sorsana. Nısfü'l-leylde bağırıyorlar şehîdler. Sesleri geliyormuş gene hâlâ. "Ahmed!", "Muhammed!". "Düşman geliyor, silâhını al! Çat, hücûma geç!" filan diye, bu şekilde. Babaların, cedlerin orada yatıyorlar rûhâniyyetleri. Senin deden, senin baban, senin amcan. 

Domuzdan post olmaz. Koyundan post olur ve dost olur. Birbirinize sıkı tutununuz, birbirinize sıkı sarılınız. Vahdeti bozmayınız. Birbirinizi seviniz. Aradaki kırgınlıkları affediniz. Mü'mine lâyık olan budur. "Benim köpeğime hoşt demişdi", "Çocuğuma kışt demişdi" filan, bunları bırak, böyle şeyleri. O da Hazret-i Muhammed'e bağlı, sen de Resûl-i Ekrem'e bağlısın. O'na bağlı olması münâsebetiyle onu affet, Resûlullah hürmetine. Çıkar kalbinden kîni filan. Kîni olanın dîni olmaz. Dîni olmayanın donu olmaz. 

O Yazıcıoğlu Mehmed Efendi Hazretleri bir gün câmiye gelmiş, kardeşi Ahmed-i Bîcân Efendi kürsüde vaaz ediyormuş. Oturmuş kardeşinin dersine. Fakat bir aralık tebessüm etmiş, gülmüş ve kalkmış dersden. kardeşi de kürsüde bunu görmüş, bir şey anlayamamış bundan, "Acaba ben yanlış bir hareketde mi bulundum, ağabeyim bana güldü" demiş, içinden. Dersden sonra eve gitmişler, "Canım anneciğim" demiş, "bugün ağabeyim dersime geldi oturdu, fakat ders esnâsında, tebessüm etdi ve kalkdı ve yürüdü gitdi, dersden çıkdı. Bunun sırr-ı hikmeti nedir? Ben yanlış bir hareketde mi bulundum kürsüde" demiş, "yanlışım varsa söylesin, ben çıkar kürsüye halka tekrardan ne yaparım, yanlışımı söyler tashîh etdiririm yanlışımı" demiş. "Peki sorayım evlâdım" demiş, "Ahmedim" demiş o da. 

Annene öyle "Ana" demeyeceksin. Geçen gün bir ihtiyar kadın gelmiş de, "Oğlum hatırımı dahi sormuyor benim" diyor. Yâhu merhamet be! Dokuz ay on gün karnında taşımış seni, bir tekme vursan, vurduğun tekmenin hakkını, yetmiş sene hizmet etsen ödeyemezsin. Neyse. Hutbede yapılan duâlar müstecâbdır, Allah analarına babalarına âsî olanları ıslâh etsin ve mutî' eylesin. 

Sormuş annesi, "Oğlum Mehmed" demiş, "bugün Ahmed'in dersine gitmişsin, orada tebessüm ederek gülmüş ve dışarı çıkmışsın. Bunun sırr-ı hikmeti ne? Kardeşin soruyor, azıcık kırılmış sana" demiş. "Estağfirullah, bana kırılmasın" demiş, "cemiyetinde o kadar melâike vardı ki, birbirlerini çiğniyorlardı" demiş. "Aklıma şu âyet geldi" demiş, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, 'Ben bir halîfe yaratacağım' dünyâya dediği vakitde, 'Yâ Rabbi, kan dökecek, fesada uğratacak mahlûk mu yaratacaksın?' diye melekler söylemişlerdi. Şimdi kan dökecek, fesada uğratacak denen zât vaaz ediyor, melekler birbirlerini çiğniyorlar, onu dinlemek için" demiş. Âdemoğlunu yani. "Ona tebessüm etdim" demiş. "Peki". Kardeşini görmüş, küçük oğlunu, "Oğlum Ahmed" demiş, sana gülmemiş, mesele böyle böyle". Daha çok üzülmüş, "Niçin ağabeyim melekleri görüyor da ben görmüyorum. Âlimse, o da âlim ben de âlimim, ben de ilim var. Ama niye ben melekleri görmüyorum, o görüyor, bunu sor anne" demiş. Dikkat buyurunuz. Neden o görmüyor, o görüyor? Sorunca Mehmed Efendi'ye, Mehmed Efendi'ye sorunca bunu, demiş ki, "Anne, o kusûru ya kendinde arasın, ya sen kendinde ara" demiş. Kadın şöyle bir düşünmüş, "Mehmed'e ben hiç abdestsiz süt vermedim" demiş. "Mehmedim sana hiç abdestsiz süt vermedim". 

Halbuki şerîatda câizdir vermek. Ama insanlar dâimâ takvâ cihetine gitmelidir, ruhsata gitmemeli. Pek sıkıldığı vakitde ruhsata gitmelidir. Azîmet tarafını tutmalıdır. Çünkü şerîatın iki tarafı vardır, bir ruhsat tarafı vardır, bir azîmet tarafı vardır. Pek sıkışırsan, ruhsat tarafını tut. Fakat sıkışmazsan, azîmet tarafından git. 

"Mehmed oğlum, sana hiç abdestsiz süt vermedim. Ahmed bir gün beşikde uyuyordu, ben namaza durdum, komşu hanım da bizdeydi. Ben İkindi namazına durdum, çocuk ağladı. Ağlayınca, komşu kadın da sütlü, koşarak gitdi Ahmed'e süt verdi" demiş. "Hemen ben selâm verdim, koşdum, Ahmed'i kusturdum ama o kadının abdestsiz sütü onun kursağına gitdi". "Hah, işte bu perde oldu" demiş, "melekleri görmüyor" demiş. 

Size daha nice böyle şeyler burada verebiliriz. 

Şimdi, alacağın kadının iffetli, ırzlı ve sâhib-i hayâ olması lâzım. İffetsizlik, kadın için islâmda en büyük kabahatdir. Üç. Besmele'yle ana rahmine tohumu ekmelidir, tarlaya tohumu Besmele'yle. Abdestiz değil. Kafa dolgunken değil. Tımarhâneler hep kafası dolgun adamların çocuklarıyla dolu başdan aşağı. Gidin sorun bak, bana sormayın. Benim mesleğim, benim saham değil. Doktorlara sorun. Alkoliklerin çocuklarıyla dolu başdan aşağı. Benim Avrupa'yla temâsım var, biliyorsunuz. Amerika'yla da. Yüzde doksanı deli gitdiğimiz yerlerin. Çünkü ekseri babaları içkiyle meydana getirmişler. Yüzde doksanı deli. Zararsız deli yalnız. 

Vallâhi ben şaşıyorum, bizim milletin cevvâliyyetini, aklını, fikrini görüyorum, onların o kafayla nasıl ilerlediklerine hayret edip şaşıyorum yani, bizimkilerin de geri kalmasına. Ama onlarda sabr u sebat var, öğreneceğim diyor herif. Kafasına bunu sokmuş. Sabr u sebatla öğreniyor. Bizimkinin aklı fikri, terlemeden kazanmak, okumadan âlim olmak. Bu tarafa gidiyor, zekî olduğu için. Tavşanla kaplumbağanın hikâyesi gibi. 

Çocuğu Besmele'yle ana rahmine vaz etmek, yerine koymak Çünkü malûm ya, tekarrüb, Besmele'siz olmaz, Besmele çekmek lâzım. "Besmele olmazsa Şeytan araya girer" diyor  Peygamberimiz, sallallahu aleyhi vesellem. Çocukda şeytânî sıfatlar zâhir olur. 

Sonra? Sonra çocuk ana karnında büyüyor. Helâlla besleyeceksin, eve helâl getireceksin. Helâl, helâl! Allah ne diyor Kur`ân'da, "كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ külû mine't-tayyibâti va'melû sâlihâ, ey nebiyy-i zîşânım, tayyibâtı ye, helâlı ye". Maddî manevî helâlı. O vakit sâlihât meydana gelir, güzellik meydana gelir. Sen iyi tohum ekmezsen eğer, tarla da sana iyi mezrûât vermeyecekdir. Geçiyoruz.

Çocuk doğdu. Ona güzel bir isim koymak. Gâzîlerin, fâtihlerin, insâniyyete hâdim olan zevâtın ismini vermek. Allah resûllerinin isimlerini vermek, onların isimlerini. Yâhud insanlığa büyük faydası olmuş insanların. İnsanları kahretmiş, mahvetmiş kimselerin isimlerini koymamalıdır çocuklar üzerine. Bazı isimlerim tesîri olur çocuklar üzerine. 

Sonra sağ kulağına ezan, sol kulağın kâmet edilecek, kıbleye karşı dönüp. Üç defa ismi çağırılacak, sonra duâ edilecek. Baba yapabilir bu işi. 

Ezanı, kâmeti bilmiyorsa ayıp yâhu! Ezanı, kâmeti insan bilmez mi, müslümansın sen. Yani müezzin olmazsa ezan okumayacak mıyız? Öyle bir hâl oldu ki müezzinleri kaldırdılar, müezzinlere maaş vermiyorlarmış, kalkdı müezzinlik yâhud imamlık. Namaz kıldırmayacak mıyız, ezan okumayacak mıyız? Ezberle ezanı, kâmeti ki sünnet-i seniyyedir.

Sağ kulağına ezan, sol kulağına kâmet, sonra ismini üç defa çağırdıkdan sonra, güzel bir isim, insâniyyete hâdim olmuş, peygamberlerin isimleri, gâzîler, fâtihler, böyle isimlerden, âlî, şânlı, "Yâ Rabbi, bu ismin müsemmâsını kıl" diye neyse çocuğa koyduğun isim, onun müsemmâsının evlâdının üzerinde olmasını Allah'dan temennî edeceksin, hulûs-i kalb ile bir duâ edeceksin. Arapça et, Türkçe et, Fransızca et, İngilizce et, Allah her lisândan anlar. Dilinin döndüğü gibi. "Yâ Rabbi, evlâdımı dindar, vatana hayırlı, millete hayırlı, insâniyyete hâdim bir evlad yetiştir" diye duâ edeceksin. "Fenâlıklardan koru" diyeceksin. Dilinin döndüğü kadar. 

Sonra çocuğu helâlla besleyeceksin. Dört yaşında dört aylık on dört günlük olduğu vakitde, Kur`ân-ı Kerîm'e başlatacaksın. Evvelâ "Lâilâheillallah"ı öğreteceksin. İlk söz, "Lâilâheillallah". Konuşmaya başladı mı, bizde küfür öğretiyorlar. "Annene bir küfür et". "Dedene bir küfür et". "Babana bir küfür et". Öyle değil! Çocuk konuşmaya başladığı vakitde, "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" kelime-i tayyibesini çocuğun kalbine yerleştireceksin. Sonra dört yaşında dört aylık on dört günlükken Kur`ân-ı Kerîm'i okutmaya başlatacaksın, Kur`ân'dan sûreler ezberleteceksin. Namaz kılabilecek kadar. 

Sonra mektebe, tahsîle. Güzel sanatlar öğreteceksin, hâdim olacak insanlara. Okutsan dahi çocuğunu, büyük mektebde yetiştirsen dahi, bir sanat sâhibi yapacaksınız, sanat. Bir gün gelir, mektebde okuduğu para etmez, sanatıyla karnını doyuracak. Kimseye el açmasın. Mutlakâ bir sanat öğreteceksin çocuğuna. Meselâ ne gibi? İşte kunduracılık, saraçlık yâhud saatçilik, mücellidlik her hangi bir sanat kolunda bulunacak. İsterse üç tâne fakülte bitirsin, bir sanat sâhibi olacak. İki olursa daha hayırlı. Üç olursa daha hayırlı. 

Sonra yaşlı, dürüst, nâmuslu, insanlara önder olacak bir zâta göndereceksin onu dâimâ. Gidip onunla beraber oturacak, o amcayla beraber, onun elini öpecek, onun yanında bulunacak bir müddet.

Velhâsıl, ulemâ-i benâm hazerâtı, Allah hepsine rahmet etsin, ananın babanın üstünde çocuğun on altı hakkı olup, evlad üzerinde ananın babnın hakkı altıdır diyor. Fakat çocuğun ana baba üzerindeki hakkını on altıya çıkarıyorlar. Hepsini sayabiliriz ama vakit daraldı, belki memurlarınız var, geç kalacaksınız işlerinize. Yalnız ufak bir kıssa anlatacağım şimdi. 

Çocuğun eve bir şey getirdiği vakitde "Nereden buldun?" diye soracaksın, tahkîkât yapacaksın.

Bir soğuk gündü. Hoşuna gitdi, söylüyorum. Bir soğuk gündü, ayağında büyük kırk iki numara takunya beş yaşında bir kız çocuğu kasaba geldi. Ben de kasabda et alıyorum. Soğuk bir hava. Yüz gram et istedi. Yüz gram kıyma. Gece çok yiyip de hazmedemeyenler duysunlar diye söylüyorum. Karbonat yutuyor gece, hazmedeyim diye. Böyle insanlar var dünyâ yüzünde. Kim bilir kaç kişi yiyecek o yüz gram kıymayı? "Yüz gram kıyma" deyince ben kasaba işâret etdim arkadan. Affedersiniz, cömerdliğimi söylemek için değil. "Fazla ver" dedim, "parasını ben vereceğim" dedim. Kasab da tutdu çocuğa biraz fazla kıyma verdi. İki yüz elli gram yapdı meselâ kıymayı. Çocuk gitdi, ben de et alıyorum orada, bir de bakdım, kadın çocuğun kolundan turmuş, kasaba geldi, "Ben" dedi, "az bir kıyma istemişdim, bu kıyma çok. Bunu nereden aldı bu çocuk, çaldı mı bunu?" filan. Kasab, bir durdu, benim yüzüme bakdı, ben böyle yapdım, dedim, "Hanımefendi" dedim, "bir bey vardı burada, o bey evlâdınıza aldı bunu" dedim. "Yüz gram isteyince" dedim, "o işâret etdi kasaba". Kasaba dönüp, "Öyle değil mi?" dedim, "Evet" dedi o da. "Allah râzı olsun öyleyse" dedi, "ödüm patladı evlâdım çaldı diye" dedi, "korkdum" dedi kadın, çıkdı gitdi. Böyle insanlar var. 

Şimdi, çocuğun üzerinde, cebinde, elinde bir şey bulduğun vakitde, arayıp soracaksın, nereden buldu bunu. "O parayı nereden aldın?" Tahkîkâtına girişeceksin. Bir misâlini verip, derse son vereceğim. Kusura bakmayın.

Vaktiyle bir çocuk annesine bir yumurta çalmış bir yerden getirmiş. Dedik ya işte, terbiyeli, hayâlı, îmânlı olursa, soracak. "Anne sana yumurta getirdim". "İyi etdin evlâdım" demiş. Ertesi gün yumurta iki olmuş. Kadın sormuyor nereden buldun bunu diye. Sonra tavuk getirmiş çocuk. "Oh oh evlâdım sen hayırlı evlâdsın, bana bakıyorsun". Sonra kaz gelmiş, sonra hindi gelmiş, sonra efendim koyun gelmiş, keçi gelmiş, derken inek gelmiş, en nihâyetinde bu adam azılı bir eşkiyâ olmuş, büyüdüğü vakitde. Sormadı çünkü, terbiye etmedi.  

Evlâd, bir tohum gibidir. Tohumu ekeceğin vakitde o tohum sana yalvarır. "Benim suyumu vaktiyle ver, beni iyice yetiştir" diye. "Sana meyva vereceğim" der. Ama sen onun yalvarmasını anlamazsın. Kulağında gaflet pamuğu olmazsa anlarsın. En sonunda îdâma mahkûm etmişler, mahkemeye götürmüşler. Ve o devirde kâdî bunun îdâmına hüküm verince, annesi de orada. Çıkmış gelmişler, oğlu hapishâneye, annesi eve gitmiş. Ertesi günü sabahleyin asacaklar, meydana çıkarmışlar, o devirde. 

Yakın zamana kadar meydanda asarlardı. Halka ibret olsun diye. Bir defa da ben gitdim. Sakın hâ, gidip bakmayın öyle şeylere. Âfetü'l-ayndır o, âfetü'n-nazardır, iyi değildir. Bilmedim bir kere de ben gitdim bakdım. Bir burada gördüm îdâm edileni, bir de Suudî Arabistan'da altı kişinin kafasını vurdular, gitdim onu seyretdim Cuma günü. Göreyim diye. Çünkü vazîfe benim için, anlatmak için gitdim. İstemezdim gitmek. 

Koymuşlar sehbâyı, çocuğu getirmişler oraya, annesi de oraya gelmiş tabii. "Son sözün nedir?" demişler, "isteğin var mı?" demişler kendisine. 

Son sözü sorarlar ve çok ikrâm ederler asılacak adama akşamdan. Kurbân olacak koyuna da ikrâm ederler. Ne demek istiyorum, anlıyor musun? İkrâmlar çoğaldığı vakitde yağlanırsın, arkadan bıçak gelir. Anlayana söyledik, ne demek istediğimi. 

"Son sözün ne?" demişler, demiş ki, "Anneme söyleyeceğim" demiş, "anneme bir sözüm var" benim. "Peki söyle bakalım" demişler, kadını çağırmışlar oraya. Kadına demiş, "Anneciğim, çıkar şu dilini de öpeyim ben" demiş. "Peki" demiş kadın da. Hart diye annesini dilini koparmış. Kâdî birdenbire feryâd etmiş, "Utanmaz herif! Îdâma giderken dahi, insanlara kötülük yapıyorsun, bâhusûs annene yapdın" deyince. "Yok" demiş, "Kâdî Efendi, onun kopan dili kopmaya lâyıkdı" demiş. "O  bana eğer yumurtayı çaldığım vakitde sorsaydı, nereden aldın diye, belki bugün senin yerine ben kâdî olacakdım" demiş. "Ama ne oldu, o beni teşvîk etdi" demiş, "o dil" demiş, "onun için onu koparmak lâzımdı" demiş. Onu da îdâm etmişler ve bize de büyük bir ibret olmuş.

Kıssalardan ibret almayanlar, önümüzden geçenlerin kıssalarından ibret almayanlar, bizden sonra geleceklere kıssa olurlar, ibret olurlar. 

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.


Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 3 Şubat 1984 (30 Rebîulâhir 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder