Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Bir fukarâ, bir müslümanın ticârethânesine gitmiş, yardım istemiş. Böyle mübârek bir geceymiş. Ramazan gibi, Muharrem gibi. Fakat müslüman, şiddetle kovmuş gelen fukarâyı kapısından. Hacı efendi, fenâ hâlde terslemiş fukarâyı. Ama adamı da bıktırmışlar yani hacının kapısına gide gele gide gele gide gele illallah dedirmişler, buraya kadar getirmişler. Fukarâyı kovmuş, ters cevâb vermiş.
İnsan fukarâya bir şey vermese dahi, böyle bir şey olduğu vakitde, tatlı sözle savmak lâzım. "İnşâallah başka zaman veririm", "Allah versin", "Yanımda yok", "Başka gün inşâallah", "Allah'ın yardımı üstüne olsun" filan demek lâzım. Bazı adam da kovuyor fukarâyı. Doğru değil, doğru bir şey değil.
Şark tarafında bir yerde, Türkistan tarafında, bir kadıncağız, dilenciymiş, kapılara gidip dilenirmiş böyle sırayla. Ekseri ne yapıyorlar, "Allah versin" diyorlar kapıyı çalan fukarâya. Burada da öyle yapıyorlar, "Allah versin" diyorlar fukarâya. Böyle dilenirmiş, sonra ölmüşkadın. Götürmüşler bunu kabristana, melekler gelmiş, Hazret-i Münkereyn. "Ne getirdin?" diye sormuşlar. "Fesübhânallah! Dünyâda müslümanların kapısına giderdim, dilenirdim. Vermeyip, Allah versin derlerdi, beni kapılarından kovarlardı Allah versin diye. Burada da şimdi Allah'ın kapısına geldik, onlar da bize bir şey vemiyorlar, ne getirdin diye soruyorlar. Bu nasıl işdir?" deyince melekler şaşırmış. Hazret-i Allah demiş ki meleklere, "Çekilin oradan" demiş, "bırakın onu kendi hâline". Ve o kadıncağız oradan paçayı kurtarmış.
Oradan çıkmış fukarâ ağlaya ağlaya. O tüccarın yanında da bir Yahudi varmış, Mişon. Mişon, görmüş o manzarayı, ortaoyununu orada. Müslüman fukarâsını, müslüman hacısı kapısından kovduğunu, çağırmış yanına. Demiş, "Niye seni kovdu hacı efendi?" demiş. "Ulan kel Yahudi sen ne karışıyorsun!" demiş fukarâ. "O, müslüman, beni kovar da döver de, sana ne oluyor" demiş. "Yok, herhâlde yardım istedin, o biraz nekesdir, veremez" demiş, "böyle eli sıkıdır. Ben sana vereyim" demiş Yahudi. "Ben senin paranı almam" demiş o müslüman. Demiş ki, "Sen benim paramı alma. Eline geçerse getirir bana verirsin. Geçmezse helâl olsun" demiş. "İyilik değil mi, git işini gör" demiş, "bak bulamadın kaldın ortada" demiş.
Şimdi burada antreparantez, Hazret-i Abdullah el-Mübârek, Medîne-i Münevvere'de Resûlullah'ı ziyâret etmiş, sallallahu aleyhi vesellemi, o gece rüyâda Resûlullah Efendimizi görmüş. Demiş ki Abdullah el-Mübârek'e Efendimiz, "Git" demiş, "Bağdad'da filanca sokakda filanca yerde Behram nâmında bir mecûsî var, ona benden selâm götür" demiş Cenâb-ı Peygamber. Sabahleyin kalkmış Abdullah el-Mübârek.
Rüyâ gerçek, hak, doğru. Çünkü hadîs-i şerîfde var, "men reânî fi'l-menâmi fekad reânî" yani "bir adam beni rüyâda görürse" diyor Peygamberimiz, "mutlakâ beni görmüşdür. Şeytan beni temsil edemez" diyor. Ama sakallı gördü, sakalsız gördü, bıyıklı gördü, bıyıksız gördü. Eğer Peygamber'i sünnet bakımından noksan görürsek, o, rüyâyı görenin kendi noksanlığı. Çünkü Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, mir'ât gibidir, mir'ât-ı mücellâdır, her bakan kendini görür onda.
Meselâ Peygamberimiz bir gün oturuyormuş, Ebû Cehil gelmiş, kâfir, Efendimiz'e, "Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem, "senden daha acı sözlü, ekşi yüzlü bir kimse görmedim ben"demiş. "Sadakte Yâ Ebâ Cehl, Yâ Ebe'l-Hakem, doğru söyledin" demiş. O gitmiş. Sonra seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk, yâr-ı gâr-ı refîk gelmiş. Resûl-i Ekrem'in gârda arkadaşı olan Ebûbekir Sıddîk Hazretleri ki, birinci halîfesi, ilk îmân eden Peygamberimiz'e, o gelmiş, "Yâ Resûlallah, senden tatlı sözlü, senden güler yüzlü bir kimse görmedim" demiş. "Sadakte yâ Ebâbekir, doğru söyledin" demiş. İki zıd mütâlaa, ikisini de Peygamber tasdîk etdiği için orada bulunanlar sormuşlar, "Yâ Resûlallah, birisi sizi zem etdi tasdîk etdiniz, birisi sizi medh etdi yine tasdîk etdiniz. İki zıd mütâlaa, bunun sırr-ı hikmeti nedir?" demişler. Efendimiz demiş ki, "Ben bir ayna-yı mücellâyım yani parlak bir aynayım, her bakan kendini bende görür. Ebûbekir bakdı bende kendisini gördü, Ebû Cehil bakdı kendini gördü bende" demiş.
Meselâ Firavun'a gönderilen Mûsâ Peygamber'in asâsı niye yılan oldu? Fil olabilirdi, kaplan, pars, arslan olabilirdi, niye yılan oldu? Demişler ki, asâ bir ayna idi, Firavun'un ameli yılandı, çünkü zâlimdi Firavun, kendi amelini gördü o mir'âtda, yılan göründü.
Yine aynı husûsda, Peygamberimiz, sallallahu aleyhi vesellem, "Muhârebe zamanlarında" diyor, "düşmana eziyet cefâ yapmayın, böyle bi gayrı hak, çoluğa, çocuğa, kadınlara, hastalara, ihtiyarlara filan. Zîrâ yapdığınız zulümler tecessüm eder ve sizin önünüze çıkar ve mağlûb olursunuz" dyor, "sizi mağlûb eder" diyor. Geçdik, anlatdık.
Şimdi, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi sakalsız görse bir adam, bilsin ki, Resûl-i Ekrem'in ona o zuhûru, kendisinin sünnetdeki eksikliğini göstermekdedir. Sünnete ittibâdaki eksikliğini gösteriyor, sakalsız gördü Peygamber'i çünkü. Sebebi budur.
Şimdi, Abdullah el-Mübârek, gördü Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi ama Behram mecûsîye neden selâm göndersin Peygamber? Görülen rüyâ da hak ve gerçek. Abdullah el-Mübârek emri alınca oradan doğru Bağdad vilâyetine varmış. Bulmuş dedikleri yerde mecûsîyi. Kapısını çalmış, bir adam çıkmış dışarıya. "Ne istiyorsun?" demiş. Demiş ki, "Ben Medîne'den geliyorum, ismim Abdullah el-Mübârek. Resûl-i Ekrem, benim peygamberim sana selâm söyledi". "Aleykümselâm" demiş. "Sen ne dîndensin?" demiş Behram'a, "Ben mecûsîyim" demiş. Allah Allah fesübhânallah! Peygamber mecûsîye nasıl selâm göndersin? Abdullah el-Mübârek tabii büyük velî, hemen kafayı işletmiş, düşündü, tefekkür etdi. "Ne gibi hayır işledin sen bakayım?" demiş. "Ne gibi hayır?". "Valla büyük kızımı kendim aldım" demiş, "küçük kızı da bizim oğlana verdim" demiş, "iki kardeş onlar evlendiler".
Yaaa, kendi kızıyla, anasıyla, babasıyla yatar kalkar filan böyle, mecûsî, âteşperest. Eğer Peygamber gelmeseydi biz de öyle yapardık. Bizi hayvanlıkdan kurtaran peygamberlerdir, yoksa biz de kızımızı alırdık, anamızla yatardık filan, anamız oğluyla yatardı filan böyle, Allah muhâfaza buyursun, hayvan gibi olurduk. Bizi hayvanlıkdan kurtaran peygamberlerdir. Bize helâlı harâmı bildirmişler, Allah'ın ahkâmını. Hattâ İslâm'da süt kardeşini bile alamazsın. Şimdi zamânımızda alıyorlar başka. Ama alınmaz, haramdır. "حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ اُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَاَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالَاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْاَخِ وَبَنَاتُ الْاُخْتِ وَاُمَّهَاتُكُمُ الّٰت۪ٓي اَرْضَعْنَكُمْ". Süt kardeşini dahi alamazsın. Alınmaz, haramdır. "اَرْضَعْنَكُمْ erda'neküm" yok mu, "اَرْضَعْنَكُمْ erda'neküm" işte orada süt kardeş ma'nâsına geliyor.
"Bununla olmaz" demiş, "bunun için Peygamber sana selâm göndermez. Sen ne gibi bir hayır işledin bakayım?". "Valla başka bir hayrım yok, benim dînimde, benim itikâdıma göre en büyük hayır, insan kendi kızını almalı, iki kardeşi birbiriyle evlendirmeli" demiş. "Âdem zamânında iki kardeş birbiriyle evlenmiyor muydu?" demiş, "Yâ Abdullah el-Mübârek, biz de şimdi öyle devâm ediyoruz Âdem'in ahkâmıyla" filan demiş. "Değil" demiş, "onun için olmaz. O ahkâm kalkdı, değişdi şimdi. Şimdi vakt-i Muhammediyyetdir, bir suçdur bu" demiş, "kızınla yatmak, kendi evlâdını evlâdına vermek. Başka?". Demiş, "Bizim bir komşu var, müslüman, bunların babaları öldü, fukarâ bunlar" demiş.
Tam bu sırada dışarıdan bir ses gelince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Çan mı vuruyor? Ermeni kilisesi mi bu Rum kilisesi mi, bil bakayım. Ermeni kilisesi. "Dangalaklar" diye vuruyor. Eğer çanın sesi "Dangalaklar dangalaklar" diye vurursa Ermenidir. "Din bizim din bizim" diye vuruyorsa Rumdur. Öyle anlayacaksın. "Dangalaklar dangalaklar". Manevî kısmı da var ama söylemeyeceğim onu. Manevî tesbîhâtı vardır çanın. "Yâ Kadîm, Yâ Kadîm, Yâ Kadîm" dermiş. Esmâsı o.
Aç kalmışlar, anneleri demiş ki büyük kıza, "Yâhu komşu mecûsî zengin bir adam, biraz ekmek isteyelim" demiş. Mecûsî de bunları dinliyormuş. İftar vakti yanaşmış. Büyük kız demiş ki anasına, "Anne, ölürüm ben, o Allah düşamından ekmek istemem" demiş. "Açlıkdan ölürüm, Allah düşmanından ekmek istemem". Öteki kızlar da kalkmışlar, "Hayır anne! Sen ne yapıyorsun!". "Canım, komşu da insandır, isteyelim". "Yok, biz mü'min olmayana katiyyen el açamayız, boyun bükmeyiz, Allah bizim rızkımızı gönderir". "Böyle konuşunca, ben bunları mahcûb edeyim diye, güzel bir sofra donatdım, götürdüm kapıyı çaldım, kendim verdim. Verince aldılar" demiş. "Hah" demiş Abdullah el-Mübârek, "şimdi buldu selâm yerini". "Yaaa öyle mi! Demek ki Ümmet-i Muhammed'e, böyle iyilik sûretinde eziyet cefâ etsen, bu da mı makbûle geçiyor. Halbuki ben onları mahcûb edeyim diye yapdım bu iyiliği" demiş. "Evet, o da geçer" demiş, "o da zâyi olmaz. Resûl-i Ekrem onu dahi korur, o işi". "Yaaa öyle mi! Biz ne duruyoruz. Selâmın ne olduğunu ben şimdi anladım. O selâm bana islâm oldu" demiş. "Eşhedü an lâ ilâhe illlallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh" demiş, islâm ile müşerref olmuş.
Şimdi, müslüman da Yahudiye çıkışmış, "Ulan kel Yahudi, sen ne karışıyorsun! Müslüman kardeşim beni kovduysa kovdu" demiş. "Yâhu ihtiyâcını gör, al harca, sona getirirsen getir, getirmezsen getirme. Ben Yahudi oldumsa insanlıkdan dışarı çıkmadım ya. Ben de Mûsâ diye bir peygamberi tanıyorum. Tevrat diye de elimde bir kitâbım var. Bak senin de ihtiyâcın var. Sen de insansın, ben de insanım. Al şu parayı, git ihtiyâcını gör" demiş müslümana. Öyle deyince, fukarâ ağlaya ağlaya o parayı orada almış. Ağlamış, "Cenâb-ı Hakk bunu senin önüne çıkarsın yevm-i kıyâmetde" demiş müslüman, ağlayarak.
O gece bizim hacı efendi bir rüyâ görmüş. Bir saray ammâ, diller tarif edemez, kalmeler yazamaz, şâirler tahayyül edemez. Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalbler tahattura getirmiş. Bir tuğlası gümüşden, bir tuğlası altundan, kapıların üzeri zümrüdlerle, yâkutlarla işlenmiş, toprağı miskden filan böyle bir şey. Üzerinde ismi Hacı İbrahim yazılı. Bu konak Aşşah tarafından Hacı İbrahim'indir, bu kasır diye söylüyor, üzerinde yazıyor. Yani o hacının ismi İbrahim'miş. Hemen hacı efendi içeri dalmak istemiş, önüne iki melek çıkmışlar, demişler ki, "Sen buraya giremezsin" demişler, o hacıya. "Neden yâhu, benim ismim yazılı" filan. Demişler ki, "Düne kadar senindi, sen dün kaybetdin bu konağı". "Ne oldu?". "Kapına senin bir fukarâ geldi, o fukarâyı sen kapıdan kovdun, beş lira için. Beş lira için kapıdan kovdun, şimdi bu konağı sen kaybetdin beş lira için". Hemen oradan silmişler, üzerine Salamon oğlu Mişon, Yahudinin ismini yazmasınlar mı konağın üstüne!
Sabahleyin uyanmış hacı, tutuşmuş etekleri hacının. Koşa koşa doğru Yahudiye. "Mişon merhabâ, sabah-ı şerîfler hayrolsun", "Hayrolsun" demiş Mişon. "Sen dün müslümanlardan birini beş lira verdin mi?". "Verdim". "Al sana beş lira". "Yok" demiş "hacı efendi, olur mu, o hayrı ben yapdım" demiş. "Al on lira". "Olmaz". "Elli". "Hayır". "Yüz". "Olmaz". "Bin. Beş lira verdin bin alacaksın. Sen ticâreti seversin" demiş Yahudiye, "haydi al Mişon". "Yok" demiş. "On bin". "Hayır". "Elli bin". "Hayır. Yüz milyon versen, vermem" demiş Yahudi. "Neden?". "Senin gördüğün köşkü ben de gördüm dün akşam" demiş "satar mıyım hiç" demiş. "Yooo vermem. Ben müslüman oldum elhamdülillah, onun üzerine o köşk bana yazıldı. Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah" demiş.
Sadakalar ve iyilikler Ramazân-ı Şerîf'de, kat kat ed'âf u mudâ'af olur. Oku bakayım, hâfız efendi sen oku. "مَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ ف۪ي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍۜ وَاللّٰهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ". Her sünbülede yüz aded varmış. Bire on, bire yetmiş, her bir tânesinde yüzer var, yedi yüze çıkartıyor yani yedi yüz başak. Allah dilerse daha ed'âf u mudâ'af kılıyor onu Ramazân'da, bindiriyor üstüne. Ehlini bulup vermek lâzımdır yalnız. Fukarâ-i müslimîni kapınızdan boş çevirmeyeceksiniz. Yok, olur ya, insanda olmayabilir, bir davâ değil.
Hazret-i Âişe, ümmü'l-mü'minîn radıyallahu anhâ vâlidemiz, Hazret-i Hümeyrâ, Efendimizin sevgili zevcesi, sevgili annemiz, Ebûbekir Hazretlerinin kızı, kerîme-i muhteremesi yemek yiyormuş, Ramazân değil, başka bir zamanda, bir fukarâ gelmiş, "Şey'enlillah Yâ Ümmü'l-mü'minîn" demiş. Yarım hurma, yarısını yemiş, yarısını vermiş, "Al" demiş yarısını. Demiş, "Yâ Âişe, bundan da sadaka mı olur?" demiş, "yarım hurmayı veriyorsun bana". "Sen Kur`ân'da görmedin mi âyet-i kerîmeyi, ve men ya'mel miskâle zerratin hayran yerah, ve men ya'mel miskâle zerratin şerran yerah. Bu zerre kadar değil, kocaman şey, yarım hurma".
Çünkü sadaka belâyı ve kazâyı def' ve ref' eder, sevâbı ed'âf-ı mudâ'af kılar, insanı Allah'a tekarrüb etdirir, Huzûr'a vardırır iyilikler.
Bir köylücük, yemek yiyormuş, köylü kadın...
Bunu da şeyde gördüm, Üsküdar'da Mahmûd Azîz Hüdâyî Efendimiz var ya, veliyyullahdan bir zât-ı muhterem yukarıda, o zâtın kitabında gördüm. Onun kitabını okudum. Bendeniz kitapçıyım, orada kitapsızlara kitap satıyorum. Kitapsızlar bana gelirler, kitap alırlar benden. Onun kitabında gördüm.
Köylü yemek yerken, fukarâ gelmiş, dedi, "Bana da versene" dedi. Bir lokma var" demiş, "bir lokma kaldı başka yok". "Olsun, açım ben çok" demiş fukarâ. Kadın vermiş, bir lokma. Yemiş bir lokma ekmeği fukarâ. "Allah önüne çıkarsın" demiş, çıkmış gitmiş.
Ertesi günü gelmişler, ekin biçiyorlarmış, bir ağacın altına salıncak yapmışlar. Çocukları varmış kundakda, o çocuğu kundağın içine koymuşlar. Adam ekini biçiyor, kadın arkasından demet yapıyor, kocasına yardım ediyor, böyle giderken bir de geri dönmüşler, bakmışlar bir kurd. Aç kurd gelmiş, kapdığı gibi çocuğu oradan, beşikden, yavruyu, çocuklarını, almış gitmiş. Haydi peşinden bunlar. Ana baba değil mi, evlad bu. Peşinden koşuyorlar, kovalıyorlar, derken biraz kovaladıkdan sonra, karşılarına bir adam çıkmış, hemen kurdu yakalamış, kurdun ağzından çocuğu almış yere koymuş, kurdu almış bir vurmuş yere, kurdu öldürmüş adam. Sonra demiş ki onlara, "Dünkü lokma vardı ya, hani dün fukarâya bir lokma vermişdin" demiş kadına, o lokma buna bedel oldu, çocuğunu al" demiş.
Gene bir hac kâfilesi gidiyormuş.
Bunu İstanbul Müftüsü Bekir Hâkî Efendi'ye anlatdım ben, "Hocaefendi" dedim, "hocalar böyle şeylere pek inanmazlar ama sen inanır mısın?" dedim, "Ben inanırım" dedi bana. Allah rahmet eylesin. Sonra o da bana bir şey anlatdı. O da yerini gösterdi, "Burhân-ı Kâtı'da var" dedi, "Fârisî lugâtda" dedi bana. Mukâbilinde o da bana anlatdı.
Hac kâfilesi gidiyormuş, yolda giderken, kâfile durmuş. "Ne oldu?" filan. Demişler ki, "Görmüyor musun yâhu! Koca bir ejderhâ, minâre gibi bir yılan, yolu kesmiş". Bir zât demiş ki, "Bu hayvan ne kadar büyük olursa olsun, insanın önüne çıkmaz bu hayvan, kaçar. Bunun ya karnı aç ya susuz bu hayvan" demiş. Oradan süt sağmışlar, su filan, almış koymuşlar hayvanın olduğu tarafda bir yere, çekilmişler. Yılan gelmiş, oradan sütü suyu içmiş. Sonra yol vermiş bunlara. Kervana yol vermiş, geçmişler. Hacca gitmişler, haccetmişler, dönmüşler, gelmişler bir yere, gece konaklıyorlar. O yılana süt veren adam, kervandan hâriç yerde yatmış.
Çünkü o vakit gece a'râbîler basıyorlarmış kervanları, hacıları basıyorlar, hacıları soyyorlar, öldürüyorlar. Ve seviniyor a'râbî, soyuyor, öldürüyor, sonra seviniyor, "Şimdi bunu ben öldürdüm, şehîd oldu" diyor, "yarın âhiretde bana şefâat eder, kurtarır beni" diyor.
Çok hacı öldürmüşler Arabistan'da. Şimdi gene öldürmeye çalışıyorlar ama şimdi başka türlü. Bu hacılar hiç bir türlü paçayı kurtaramaz. Herkes hacıya kazık atar. Ben gitdiğim için biliyorum. Nereye gidersen kazık yersin. Kimi kuru atıyor, kimi yağlı atıyor filan böyle hep. Mutlakâ hacı bir kazık yiyecek. Bunun de sebebi ne biliyor musun? İnsanların içinde hased ateşi vardır. Hacı da zengin olduğu için hacca gider. Onun netîcesidir o.
Orada yatmış o adam, zekî adammış o. Uyumuş. Sabahleyin kalkmış bakmış, ne kervan var ne bir şey, gitmişler. Kalmış orada tek başına. Atı da yok, kalmış yaya. Eyvâh! "Ben burada oturayım biraz, belki kervandan arkadaşlar beni ararlar, göremezler, geriye belki bir pişdar gönderirler filan, aratırlar beni. Çünkü ben gidersem, yolu kaybedeceğim, onlar da bulamaz beni, oturayım" demiş. Oturmuş, beklemiş. Bir saat, iki saat, güneş iyice çıkmış. Yok gelen giden. Ümîdini kesmiş. Bir de bakmış karşıdan bir hayvan geliyor, boş üstü, insan da yok, bir hayvan peydâ olmuş, bir beygir. Gelmiş, bunun yanına gelmiş, "Selâmün aleyküm" demiş, insan lisânıyla. "Ve aleyküm selâm".
Hoca efendiye onun için söyledim ya, müftüye, dedim, "bu hikâyeye inanır mısın?", "inanırım" dedi. "Atla benim sırtıma" demiş, "seni kervana yetiştireceğim" demiş. Atlamış hayvanın sırtına o adam ve süratle yola çıkmışlar. Demiş ki adam, "Allah aşkına sen nesin? Hayvansın sen insan gibi konuşuyorsun". Demiş ki, "Hacca giderken sen bir yılana süt verdin ya", "Eee?", "işte o yapdığın iyiliği Allah benim şeklime koydu, beni sana gönderdi, burada kalmayasın, seni kervana yetişdireyim, belâdan kurtarayım diye". Ve yetiştirmiş kervana.
Ben bunu anlatdım Bekir Hâkî Efendi'ye, İstanbul Müftüsüydü, Allah rahmet eylesin. "İnanır mısın hoca efendi, hoca efendiler böyle şeylere inanmazlar pek" dedim ben. Dedi ki bana, "İnanırım ben" dedi. O da bana mukâbilinde bir hikâye anlatdı. Ben de onu anlatacağım şimdi, rûhuna Fâtiha okutacağım hocanın.
Nûşirevân-ı Âdil, kapısına bir zil yapdırmış. Şimdi bu, İstanbul Müftüsünün anlatdığı hikâye bu. Bekir Hâkî Bey. Ben bunu anlatdım ona, o da bana bunu anlatdı. Yılan hikâyesi bu da. Kim gelirse, bilâ tevakkuf, gelip o zile asılıyor, çalıyor, kapıyı açıyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor ve derdini anlatıyor. Öyle kapıda memur filan yok, geleni durdurmuyorlar, bekletmiyorlar, gelen doğru şâhın huzûruna çıkıyor. Nûşirevân-ı Âdil ki peygamberimiz onun zamanında dünyâya geldi. Kapıya bir zil yapdırmış. Kim gelirse, bilâ tevakkuf, o zile asılıyor, çalıyor, kapıyı açıyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor, derdini anlatıyor. Öyle memûr falan durdurmuyor, bekletmiyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor. Öyle emretmiş, Nûşirevân-ı Âdil. Ki Peygamberimizi onun zamanında dünyâya geldi.
Bir gün kapı çalınmış, kapıyı açmışlar, koca bir yılan. İçeri sürüne sürüne gelmiş, Nûşirevân-ı Âdil'in önünde durmuş. Askerler süngülerini çıkarmışlar, "Bırakın" demiş, "Bu hayvan bu kapıyı çalamaz, bu nedir, bunda bir iş var" demiş. Uzakda durmuş böyle. Geliyor, başını yere sürüyor, sonra geri gidiyor filan. Anlamış, "Beni takîb edin" diyor. Şâh askerlerine emir vermiş, yılanın peşine düşmüşler. Bu kıssa, Burhân-ı Kâtı' diye bir lugat kitâbı var, Farsça, onda varmış. Hoca efendi yerini söyledi bana. Bende yerini söyledim ona, ben de nerede gördüğümü söyledim. Efendime söyleyeyim, gitmişler beraber, yılan önde, onlar arkada. Bir mağaraya gelmişler. Göstermiş yılan mağarayı. O mağara yılanınmış. Başka bir yılan gelmiş oraya, onun dişisini zabt etmiş, elinden eşini almış, bunu dışarı atmışlar. Bu pâdişaha şikâyet ediyor, âdil olduğu için. Devlet reîsi âdil olursa eğer bütün mahlûkât ona ilticâ eder. Hazret-i Ömer de öyle işte. Yaaa, kurd koyuna saldırmıyor, Hazret-i Ömer zamânında. Ne vakit kurd koyuna saldırmış, "Eyvah!" demişler çobanlar, "Mâte emîrü'l-mü'minîn" demişler, "Emîrü'l-mü'minîn bugün öldü" demişler. Öyle bilmişler yani Hazret-i Ömer'in öldüğünü. Sonra göstermiş. Gösterince, görmüşler zâten benziyor dişisi, öteki yılanı öldürmüşler, o ejderhâyı, dönmüş gelmişler. Birkaç gün sonra tekrar o yılan gelmiş, kapıyı çalmış, ağzında bir ot. Otla gelmiş, pâdişahın huzûruna otu koymuş ve geri çekilmiş kendisi. Böyle bir ot. Sultan derhal kavramış. "Alın o otu" demiş. Meğerse Nûşirevân-ı Âdil'in sık sık burnu kanarmış, doktorlar çâre bulamazlarmış. "O otu yakın bakayım" demiş, yakmışlar, dumanına durmuş, kanı kesilmiş. Şimdi, Burhân-ı Kâtı'da bu hikâyeyi anlatdıkdan sonra o otun ismini söylüyormuş, "Burnu kanayanlar bu otu yakıp da dumanına durursa, burundan akan kanı keser" diyormuş. Bunu da müftü efendi bana anlatdı, bu kıssayı. Rûhu için Fâtiha!
Öyle olmayacak şeyler oluyor ki, insan inanamıyor. Bazı olmayacak şeyler oluyor böyle, insanın aklı, idrâki filan erişmiyor o işlere. Bazen öyle şeyler oluyor. Akılla değil her şey. Bazı şeyler, bazı esrâr-ı ilâhî var böyle, kimse onun içinden çıkamıyor, çıkılmıyor içinden.
Dedem oturuyormuş tekkesinde, otururken bir adam gelmiş, "Selâmün aleyküm, Tanrı misâfiri" demiş. "Hoşgeldin" demiş, kalkmış ona dedem, bir oğlak kesmiş. Oğlak kesmiş, pişirmiş, kızartmış. Önüne koymuş, yesin diye. "Bu böyle yenmez" demiş. "Nasıl yenir?". "Bunun yanına şarap ister" demiş. Dedem de fenâ hâlde bozulmuş, "Sen o şarabı kendin ara bul" demiş. "Yok ben bulamam" demiş. "Şeyh efendi, bu işi sen yapacaksın". "Fesübhânallah" filan. İbrâhim Peygamber'in bir kıssası var, oradan biliyor dedem. "Hem de eskisi olsun" demiş, "sen içmediğin için bilmezsin" demiş, "eskisi iyi olur" demiş, "Bulgar köylerine git bak" demiş. Dedem gitmiş, ata atlamış gitmiş. Bulmuş getirmiş. Utanıyor da bir tarafdan Bulgarlardan, "Şeyh efendi itikâdı mı bozdu" diye filan. Bir de gelmiş eve, adam yok. O kızaran kuzu, tepsinin içinde dolaşıyor, "Meee meee" diye. Yaaa! Bir de aşağı inmiş, pekmez küpleri ve yağ küpleri taşıyor böyle. Yere dökülmüyor ama. Taşıyor böyle. Meğerse Hızır aleyhisselâmmış gelen, yaaa. Efendime söyleyeyim, öyle dermiş, "Taşsın dökülmesin" dermiş, "Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin" diye duâ edermiş böyle. Öyle rastgelmiş dedeme.
Gene bir gün Hazret-i Ahmed el-Bedevî'ye, o da hoşuma gidiyor, onu da anlatayım da öyle gidelim bâri, kalkalım, Ahmed el-Bedevî Hazretlerine birisi buğz etmiş, "Sen evliyâlıkdan bahsediyorsun, cemâate gitmiyorsun, câmiye gitmiyorsun" derken Hazret-i Şeyh ona bir tokat atmış adama, adam bir dağ başında bulmuş kendini. Dağ başı. Sağa sola bakıyor, ne insan var ne cin var. Yalnız tâ karşıda gözün görebildiği yerde, ufukda, bir kubbe, câmi kubbesi gibi bir kubbe görünüyor. "Allah Allah! Burası neresi Yâ Rabbi?". Mısır'da oluyor hâdise, Tanta'da oluyor vukûât. Dolaşırken derken bir zât zuhûr etmiş. Büyük başlı, kolları uzun, iri kemikli böyle. "Selâmün aleyküm" demiş tokdaı yiyen. "Aleykümselâm". "Yâhu neredeyiz biz, burası neresi?" demiş. "Sen ne arıyorsun burada? Nerelesin sen?". "Tanta'lıyım" demiş adam. "Eyvâh! Sen nasıl geldin buraya" demiş, "Tanta buraya altmış senelik yoldur" demiş. "Sen buraya nasıl geldin?" demiş. "Vallâ ben gelmedim" demiş "bizde bir Hazret var" demiş, "ben ona biraz çıkışdım" demiş, "sen evliyâlıkdan bahsediyorsun, cemâate, câmiye gitmiyorsun diye, bana bir tokat atdı, kendimi burada buldum". "Kim o?" demiş. "Ahmed el-Bedevî". "Sen gidemezsin Tanta'ya, kaldın burada" demiş. "Yapma yâhu!". "Vallâhi kaldın" demiş, "gidemezsin, imkânsız. Git onu bul, elini ayağını öp". "Nerede bulayım, Tanta'da kaldı". "Yok" demiş, "şu kubbeyi görüyor musun, namaza oraya gelir" demiş, "karşıkı câmiye. Git oraya, kendisini gör, eline ayağına kapan, seni Tanta'ya iâde etsin" demiş. Gitmiş oraya, İkindi namazına hazırlanıyorlarmış. Bu da hazırlanmış, namazı kılmış. "Ulan köftehor!" demiş, "Biz cemaate gelmiyor muyuz zannediyorsun, biz cemâatle burada kılıyoruz" demiş. "İnadın seni buraya getirtmeme sebeb oıldu" demiş, "göresin diye" demiş. Sonra tövbe istiğfâr etmiş adam.
Öyle olmayacak şeyler oluyor bazen.
www.muzafferozak.com
"Bendeniz kitapçıyım, orada kitapsızlara kitap satıyorum. Kitapsızlar bana gelirler, kitap alırlar benden..."
YanıtlaSilKim bilir-Hû bilir-ne sırlar yükledi bu kelâma...