Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Envârü'l-Kulûb adlı eserinde nefsin yedi kötü sıfatından biri olan hubb-ı câh yani makâm sevgisi hakkında şöyle buyuruyorlar :
Cenab-ı Hakk'ın bir lutuf ve keremi olarak yükseldiği makâma ve onun şöhretine mağlûb olan kimseler, asıl görevleri olan adâlet ve istikâmet yolundan ayrılırlar, sırasında kendilerinden daha yüksek makâmlarda bulunanlara yaranmak için halkı ezmekden, haksız yere zulmetmekden çekinmezler, buna mukâbil o makâmı işgâle devam edebilmek uğrunda şeref ve haysiyetlerinden fedâkârlık yapmak bahâsına dahi olsa, olur olmaz herkese yaltaklanırlar ve bu davranışları ile bir çok nifak, fitne ve fesadlara yol açarlar.
Nefsin kötü ve çirkin sıfatlarından birisi de hubb-ı câh yani makâm sevgisidir. demişdik. Makâma muhabbet de, insanı helâk edici ve hüsrânda bırakıcı bir illetdir. Târih sahifelerinde korkunç ve kanlı izler bırakan, hırs ve saltanatları uğruna dökdükleri mazlûm kanları içinde isimleri asırlarca lanet ve nefretle anılan, sözlerinin edildiği yerlerde bile zulüm ve vahşetleri leş gibi kokan bir çok zâlimler, makâm hırsı ve sevgisi yüzünden bu fecî âkıbete düşmüşlerdir. İnsanlık târihinin ibretle ve dehşetle hayay hikâyelerini yazdığı bu canavar rûhlu insanların, Nemrudlarla, Firavunlarla ve isimlerini anmak dahî insana tiksinti veren diğer zâlimlerle birlikte cehenneme atılacakları muhakkak ve mukadderdir.
Makâm sevigisi illetine dûçâr olan kişinin, bu uğurda işleyemeyeceği habâset ve göze alamayacağı rezâlet ve denâat yokdur. Şeytan'ın bile akıl edemeyeceği bin bir çeşit hîle, dalavere ve palavra ile işbaşına geçer ve o makâmı elinden kaçırmamak için hiçbir fedâkârlıkdan çekinmezler. Babasını ve hattâ öz evlâdını katlettirmekden çekinmeyen bu alçaklar, işgâl etdikleri makâmda kalabilmek için binlerce ocağı söndürmekden, on binlerce masûmu yetîm ve öksüz bırakmakdan pervâ etmezler. Kendilerinden daha kuvvetli olanlara yaltaklanarak, kendilerinden zayıf olanları ezip kırarak, şeref, haysiyet, nâmûs ve vicdan mefhûmlarını hiçe sayan bu canavar rûhlu insanlar, gerekirse kendi ırz ve iffetlerini ve hattâ kendi millet ve memleketlerini yabancılara peşkeş çekmekden kaçınmazlar. Onların tapdıkları makâmlarıdır ve o makâm, kendilerine âdetâ bir put olmuşdur. O puta taparlar, o puta kul ve köle olurlar. Onun için makâm sevgisi illetine tutulanlarda, dîn ve îmân da bulunmaz. Sûretâ dindar görünseler bile, bütün fiil ve hareketlerinde olduğu gibi bu görünüşlerinde de samîmiyyetden eser yokdur. Bulundukları makâm öyle gerekdirdiği için dindar görünmek isterler ve kendilerini öyle gösterirler. Oysa dîn ve îmândan zerre kadar nasîbleri olsa, Allahu Teâlâ'ya ve âhiret gününe inançları bulunsa, bir makâm uğruna bu derece fedâkârlık yapabilirler mi?
Ebû Cehil, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin hak ve gerçek peygamber olduğunu elbette herkesden daha iyi bilenlerdendi. Fakat makâmını ve Kureyş kabîlesi üstündeki itibârını yitirmemek için iki cihan serverine îman getirememişdir.Firavun, kâhinlerin haber verdiği çocuğu bulabilmek ve rakîbinden kurtulabilmek, makâmında tek ve müstakil kalmak için annelerinin kucağından aldırdığı on binlerce masûmu katlettirmiş, ana ve babalarına gözyaşı dökdürmüş ve netîcede o gözyaşlarından meydana gelen denizde orduları ile birlikte mahvolup gitmişdir.Yezîd-i pelîd, makâmını kaybetmemek için Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'nın torunu İmâm-ı Hüseyn ve yetmiş iki yârânını Kerbelâ'da susuz şehîd etdirmiş, kıyâmete kadar lanet ve nefretle anıldıkdan başka, mahşerde de ebediyyen cehennem ateşinde azâb görmek üzere ateşini bizzat kendisi hazırlamışdır. Kezâ anasının oğlu Ziyâd ibn Ebîh Kûfe vâliliği makâmı, Ömer ibn Saad, Taberistan vâliliği makâmı uğrunda, Yezid melûnun bu korkunç cinâyetine ortak olmuşlar, onlar da efendileri gibi lanete ve nâra kendilerini mahkûm etmişlerdir. Sinân ve Şimr laînleri de yine makâmlarını muhâfaza kaygusu ile dînlerini dünyâya ve îmânlarını dînâra satmışlar ve iki cihânda da hüsrânda kalarak bütün insanlığa ibret olmuşlardır.
Hangisini sayayım ve hangisini söyleyeyim?
Beyinsiz Nemrud, makâm hırsı ve sevgisi uğrunda Allahu Teâlâ ile cenge kalkarak helâk olmadı mı İnsanlık târihi yazılalıdan beri bir çokları makâm muhabbeti yüzünden hüsrâna uğramadı mı? Ama ne var ki hepsinin de hevesleri kursaklarında kaldı, elleri işledikleri zulüm ve cinâyetlerin kanları ilekirlendi, yüzleri kara, hâlleri harâb, her biri birer şekilde yastıkları yumruklayıp, tahtaları tırmalayarak ebediyyet âlemine intikâl etdiler, lanet ve azâb kervanını da peşleri sıra iletdiler. Neronlar, Sezarlar, Dârâlar, Şeddâdlar, kayserler, şâhlar, pâdişahlar, hânlar, hâkânlar, paşalar, beyler ve bunlara yaranabilmek için halkı inim inim inleten daha küçük makâm sâhibleri, büyük bir azâb ve ıztırâb içinde o büyük hesâb gününü beklemiyorlar mı?
Asıl makâm, makâmların en ulusu ve en yücesi kulluk makamıdır, yani Allah'ın kulu olduğunu, fânî olduğunu, gelip geçici ve bu dünyâdan göçücü olduğunu, burada yapdıklarının hesâbını bir gün vermek zorunda bulunduğunu unutmamakdır. Makâm, Allahu Teâlâ'nın kuluna bir emâneti, bir vedîasıdır. Bunu böylece bilenler, emâneti bir gün başkalarına devredeceklerinin şuûruna varırlar ve o makâmı Allahu Teâlâ'nın ve Resûl-i Müctebâ'nın emir ve irâde buyurdukları mutlak bir adâlet ve hakkâniyetle idâre ederler, halka hizmeti en büyük görev bilirler, zâlime karşı mazlûmun yanında yer alırlar, zayıfı ve âcizi korurlar, makâmlarını değil, Allah ve Resûlünü severler, o fânî makâma değil, Allah ve Resûlüne bağlanır ve güvenirler ve muvakkaten işgâl etdikleri o makâmları cennete girmeğe, rızâya ermeğe, cemâli görmeğe vesîle ittihâz ederler.
Çünkü bilirler ki işgâl etdikleri makâmda, kendilerinden önce de birisi vardı ve binâenaleyh ona bâkî kalmadığı gibi kendisine de bâkî kalmayacak ve bir gün bir başkasının olacakdır. Bu sebeble, kendilerinden önce gelip geçenlerden ibret alarak, kendileri başkalarına kötü ibret ve örnek olmazlar.
Nitekim, târih sahifelerinde böyleleri de vardır ve insanlık kendilerini dâimâ takdîr ile anmakda ve hâtırasını tebcîl etmektedir. Dünyâ hayatında böylece temiz bir nâm ile tatyîb olundukları gibi, âhiret hayatında da rahmet-i ilâhiyye ile taltif olunacakları muhakkakdır. Makâm sevgisi, ne büyük bir felâket ve musîbet ise, işgâl etdikleri makâmları halka hizmet yolunda kullananlar için de o kadar büyük bir nimetdir. Dîn, dil, cins, ırk, mezheb farkı gözetmeksizin idâresi altında bulunan herkese eşit muamele eden, hak ve adâletden ayrılmayan, zâlimden mazlûmun hakkını alan ve zâlimlere göz açdırmayan, ağlayanları güldüren ve sevindiren, çâresizlerin derdlerine dermân olmağa çalışan, yetîmlere ve öksüzlere şefkat, dul ve kimsesizlere merhamet besleyen, yaşlı ve kocamışlara destek olan ve bütün bunları kullara yaranmak, övülmek, sevilmek, alkış toplamak için değil, ancak Hakk rızâsı için yapanlar Hazret-i Ömerü'l-Fârûk'a komşu, Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'e yoldaş ve Hazret-i Ali ile sırdaş olurlar. Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn.
Makâm sâhibleri, ordularını dîn ve millet düşmanlarına, kamçılarını hâinlere ve zâlimlere, servetlerini Hakk yoluna kullanırlar, hak ve adâletden ayrılmazlar ve istikâmetden sapıtmazlarsa iki cihânda da azîz ve kerîm olurlar. Makâm sâhiblerinin böyle davrandıkları devirlerde, milletimiz cihâna hâkim olmuş ve üç kıtada asırlar boyu hüküm sürmüşdür. Sonradan bazı fırsat düşkünleri, birer vesîle ile o makâmlara geçip oturunca, şahsî hırs ve menfaatleri uğruna hem memleketi, hem de milleti harâb etmişlerdir. Müslüman Türk milletine lâyık olan, doğru olan ve doğru yoldan ayrılmayan atalarımızın izlerinden gitmek, milleti ve devleti felâketlere sürüklemekden kurtarmakdır.
Cem' eylerse her kim bu dört hasleti
Hakk'a ta'zîm halka vardır şefkati
Biri îmân birisi sâlih amel
Dîn-i mübîn için bunlardır temel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder