Sayfalar

27 Nisan 2025 Pazar

Kur`ân'a Davet - Sohbet - 19 Mayıs 1982 ABD

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:
Allah bizi yokdan vâr etdi, kendisine kul, cümle enbiyâya ümmet, bâhusûs peygamberlerin seyyidi olan Muhammed Mustafâ'ya ümmet eyledi ve cümle kitâbları tasdîk etdirdi, yüz suhuf, üç büyük kitâb, Tevrat, Zebur, İncil ve bu yüz suhuf ile üç kitâbın da cem'ini Allah Kur`ân-ı Kerîm'de bize beyân etdi, haber verdi. Kitâbların en kudsîsi olarak, dördüncü kitâb olan Kur`ân'ı indirdi. Ve diğer üç kitâbı ve yüz suhufu da onun içerisine cem' etdi. Kur`ân-ı Kerîm'in de cem'ini Allah Sûre-i Fâtiha'da cem' etdi. Sûre-i Fâtiha'nın bir çok isimleri var. Seba'l-Mesânî, Ümmü'l-Kitâb, kitâbların anası demek yani. Sûre-i Fâtiha'nın da manâsını Bismillâhirrahmânirrahîm'in içine cem' etdi. Besmele'nin manâsını da Be harfinda cem' ettdi. Be'nin manâsını da Be'nin noktasında. Arabî harflerden Be harfinin noktası vardır altında. Yirmi sekiz harf olan Kur`ân-ı Kerîm'in harflerinin, her bir harfin, ayrı ayrı manâsı vardır. 
Kur`ân-ı Kerîm'in yedi bâtın ma'nâsı insanlara bildirilmişdir. Bir zâhir ma'nâsı, yedi bâtın manâsı vardır. Kur`ân-ı Kerîm'in bâtın ma'nâsına nihâyet yokdur ama insanlara bildirilen ma'nâ yedi. İnsanların, bu yedi ma'nâdan gayrı olan ma'nâlara idrâkleri kâfî gelmez. 
Çünkü akıl her şeyi tartamaz. Bazı esrarı akıl kantarı, tartmaz. Akıl kantarı kırılır. Aklın bulabildiği, bir mertebeye kadardır. Bazı esrâra akıl ermez ve kâfî değildir. İşte Kur`ân-ı Kerîm bu esrâra câmi'dir. Çünkü akıl aldanabilir. Durgun suyun içine bir sopa soksak, sopa kırık görünür. Bunu hiç görmeyen bir adama yapılsa bu iş, sopanın kırık olduğuna kâil olur. Akıl aldanır yani.
Gene akılla ölçecek olsak, karpuzun büyük ağaçlarda olması, cevizin de küçük fidanlarda olması lâzım gelir, akılla olsa. Değil mi? Ağaç kocaman ama meyvası bu kadar. Kıl kadar bir fide, ucunda yirmi okka karpuz bağlı.

Bektâşinin birisi, demiş, "Yâ Rabbi ne acîb işlerin var" demiş. Karpuz tarlasının kenarında oturmuş, tepesinde de ceviz ağacı var. Demiş, "Ne akla muhâlif işlerin var. Bu koca karpuzun bu ağaçda olması lâzım gelir. Bu ağaçdaki ufak meyvaların da fidanın ucunda olması lâzım gelirken, sen ne yapdın, büyük karpuzu bir incecik fidana bağladın, koca ağaca da ufacık bir cevizi koydun" dedi. Dedi ama, söz bitmeden yukarıdan aşağı bir ceviz düşdü, Bektâşinin kafasına, trak böyle. Başına düşünce dedi ki, "Estağfirullah Yâ Rabbi, eğer sen bu karpuzu bu ağacın üstünde yaratsaydın, karpuz benim başıma düşseydi, beni helâk ederdi. Her şeyin yerli yerince" dedi.

Gene bir gün, bilmiyorum burada var mı, tahta kurusu vardır, elinle vurdu böyle Bektâşi ensesine, tahta kurusu ezildi, kokladı pis bir koku. "Yâ Rabbi, bunu yaratdın, kokusunu hiç koklamadın mı?" dedi. Dedi ama Bektaşi'nin ensesinde bir çıban çıkdı. Doktorlara gitdi, tabîblere gitdi, dolaşdı, dolaşdı ve nihayet helâkine sebeb olacak. Yara bir türlü iyi olmadı, ne yapdıysa azdı. Sonra dedi ki ona bir ârif-i billah adam, Allah'ı bilen yani, Allah'ı bilen, Allah'ı bulan, Allah'la olan adam, dedi ki ona, "Sen yedi tâne tahta kurusu alacaksın, onları yutacaksın. Yedi tânesini de ezeceksin, çıbanın üstüne koyacaksın. O vakit geçecek" dedi. "Ve ağzına atacaksın, çiğneyeceksin böyle". Ve Bektâşi mecbûr oldu yapmaya ve yapdı ve yarası iyi oldu.

Günlerden bir gün bir gemiye binmişdi, büyük bir fırtına çıkdı, gemi batacak. Herkes duâ ediyor, bağırıyor, çağırıyor.

İnsanlar dâimâ böyledir, sıkıntıya düşdükleri vakit Allah'ı çağırırlar. Bazı münâfıklar sıkıntıya geldi mi Allah der, refaha çıkdı mı Allah'ı unutur. Allah da bunları Sûre-i Lokman'da zemmediyor zâten. "Beni inkâr edeni"diyor, "denize bırakın, denizde dağlar gibi dalgalar gelmeye başladı mı beni bulacakdır" diyor, "fakat karaya çıkdı mı inkâr eder" diyor Cenâb-ı Hakk. İnsan Allah'ı hem râhatda, hem zahmetde, her ânda anmalıdır. Benim müntesib olduğum pîr der ki duâsında, "Yâ Rabbi beni dar zamanda Allah diyenlerden etme yâ Rabbi" diyor.

Evet, denize çıkdı, başladı dalgalar vurmaya. Bütün herkes Allah'ı çağırıyor, ihlâsen böyle, "Allah Yâ Rabbi! Bizi kurtar bu felâketden". Bektâşi hiç ses çıkarmıyor, bir cigara yakmış, çubuğunu takmış içiyor cigarasını. Dediler "Baba, sen de duâ etsene". "Etmem" dedi. "Neden?" dediler. "Bir kere işine karışdım, bana tahta kurusunu yedirdi" dedi, "onun için onun işine karışmıyorum ben" dedi.

Onun için, Allah ne yaratdıysa kâinâtda, hepsinin sebeb-i hilkati vardır, hepsinde bir esrâr vardır. Görmeye göz gerekdir. Görenedir görene! Köre nedir köre ne!

Dedik ki, zâhir kısmında bir ma'nâ var, bâtın ma'nâsı yedidir dedik. Ama insanların idrâki kadardır o. Yetmiş bin ma'nâsı vardır. Çünkü Allah'ın kitâbına, kelimâtına nihâyet yokdur. Yani şöyle tarîf edelim, bu Bahr-ı Muhît-i Kebîr ve bu Atlas Denizi, hepsi, bütün denizler yani, seba'te ebhur, yedi deniz, şimâl denizleriyle beraber bütün denizler, hepsi mürekkep olsa, ağçalar da kalem olsa, gökler ve yerler kağıt olsa, insanlar ve zî-rûh mahlûkât-ı ilâhiyye, melekler kâtip olsalar, yazsalar, kalemler kırılır, tükenir, mürekkep tükenir, kağıtlar tükenir, fakat kelimetullaha nihâyet yokdur. Hikâye ile anlatayım, daha güzel anlarlar. Komprime olur. 

Osmanlı sultânlarından Yıldırım Han, Bursa'da büyük bir câmi yapdırdı. Türkiye'ye gelen ve Bursa'yı ziyâret eden Amerikalılar biliyorlar, gördüler. O câmi yaplımışdı, sonra o devirde bulunan bir veliyyullah ki Emir Sultan Hazretleri, pâdişahın dâmâdıydı. Pâdişah ona dedi ki, "Câminin resm-i küşâdında kürsüye çıkıp, siz vaaz edin halka". Yani câminin resm-i küşâdını yapalım dedi. Dedi ki Emir Velî Sultan, "Benden daha büyük bir adam var burada". Çünkü ilimde Allah bir seviyede yaratmadı, herkes birbirinin üstündedir ilimde. "Benden daha üstün bir zât var" dedi, "o da Somuncu Baba" dedi. "O varken" dedi, "biz burada vaaz edemeyiz. Zîrâ su varken teyemmüm olmaz" dedi, "teyemmüm câiz olmaz" dedi. "Ben teyemmüm gibiyim, o su gibi" dedi.

Geçenlerde burada birisi bana sordu, melâmet nedir diye. Bu zât-ı muhterem de kendini saklamışdı, gizlemişdi. Herke bunu ekmekçi biliyor, fırında ekmek pişiriyor zannediyorlar. Kendisini onunla örtmüşdü. 
Evet, ona gitdiler. Pâdişah gitdi, ricâ etdi, dedi, "Caminin küşâdında geliniz câmiye, siz halka vaaz u nasîhat ediniz". Somuncu Baba geldi, kürsüye çıkdı. Câmi lebâleb insanlar doluydu. Âlimler, câhiller, havâss, havâssu'l-havâss, bir çok insan vardı orada, bir çok velîler de vardı. Sûre-i Fâtiha'dan başladı anlatmaya. Bir ma'nâ verdi, herkes anladı. Âlim de anladı, câhil de anladı. Orada bulunanların hepsi anladılar. Sonra ikinci bir ma'nâ verdi. Câhil olanlar anlamadılar. Onlardan daha âlim olanlar ve onlardan yüksekde olanlar anladılar. Sonra aynı âyete bir ma'nâ daha verdi. Biraz ders görenler anladılar. Diğerleri anlamadı. Bir ma'nâ daha verdi aynı âyete. Yüksek talebeler anladılar. Sonra bir ma'nâ daha verdi. Âlimler anladılar. Bir ma'nâ daha verdi, âlimler de anlamadılar. Orada Molla Fenârî oturuyordu, yani imparatorluğun şeyhülislâmı, dedi ki, "Şu direğin arkasında bir zât oturuyor, bunu o anladı, başkası anlamadı" dedi. Yedinci bir ma'nâ daha verdi. Dedi, "Şimdi o da anlamadı bu ma'nâyı, kara dayı anladı" dedi, kendini gösterdi. Ve ders bitdi, herke çıkdı kapıdan. Hazret-i Şeyh câminin dört kapısı vardı, dört kapısından çıkdı. Dört tâne oldu çünkü, öyle göründü. 
Dört tâne olduğu gibi, kırk tâne de olur. Evliyâullah tâifesinden bunlara büdelâ  derler. Yerine bedel bırakan demek. Kırk tâne olabilirler. Kırk yerde kırk tâne görünür. İşte Rûhu'l-Beyân sâhibi İsmâil Hakkı, onlardandı. Herkes diyor ki, "Ben bu kapıdan çıkdım, Şeyh'in elini öpdüm". O diyor ki, "Ben bu kapıdan çıkdım, Şeyh'in elini öpdüm". Şaşırdılar. Yani dört kapıdan dört tâne Şeyh çıkdı dışarıya. Yani gözleri şaşı değildi, biri iki görmediler. Çünkü gözleri şaşı olanlar, biri iki görürler. 
Hoca dedi ki talebesine, "Dolabda bir şişe var, onu bana getir" dedi. Çocuk dolabı açdı, bakdı şişe iki tâne var orada. Dedi, "Efendi, burada iki şişe var". "Hayır bir tânedir" dedi. "İki efendim". "Bir oğlum" dedi. "İki" dedi. "Öyleyse kır şişenin bir tânesini" dedi. Kırınca ikisi birden kırıldı. Meğerse şişe bir tâneydi ama çocuğun gözü şaşı olduğundan iki gördü. 
Onun için Hazret-i Muhammed'e inanmayan, "İsâ'ya inanıyorum" diyenin, gözü şaşıdır onun, Muhammed'i kırdı mı Îsâ'yı kırar. Îsâ'yı kırdı mı Muhammed'i kırar. Onlar nûr-ı vâhiddir. Şaşılar iki gördüler. Yoksa hakîkatde bir. Geçiyoruz dersimize. 

Molla Fenârî Hazretleri, gördü bunu ve şeyhülislâm olduğu için gizli yollardan Şeyh'in tekkesine gitdi. Gitdi, daha Şeyh gelmemişdi, dervîşlerin arasına oturdu. Oturdu oraya. Ve sırtında şeyhülislâm elbisesi vardı. Sonra Hazret-i Şeyh geldi, bir de bakdı ki, dervîşlerin arasında şeyhülislâm efendi oturuyor. "Oooo efendi, hoş geldin" dedi, "şimdiye kadar hiç gelmediniz, sebeb-i ziyâretiniz nedir?". "Efendim bize de ulûm-i âliye okuduk", yüksek tahsîl gördük yani, "ama bu Sûre-i Fâtiha'yı siz yedi ma'nâ verdiniz, altı ma'nâya kadar anladım, yedinci ma'nâyı anlamadım, bunu bana talîm eder misiniz?" dedi. Dedi ki, "Ben sana bunu talîm edebilirim ama şartım var" dedi, eşeğini gösterdi, merkebini. "Üstüne bin bu elbiseyle, bir dolaş şehrin içerisini ve sarayın önünden geç, pâdişahın sarayının önünden, gel buraya sana talîm edeceğim". Onun kibrini kırmak istedi. Sonra o nefsiyle konuşdu ve dedi ki, "Efendi, sana karşı yalan söylemek olmaz, ben nefsime danışdım, nefsim buna râzı olmuyor benim".
Ekseri enbiyânın binekleri eşekdir. Neden? Çünkü tevâzu gösterir. Onun için enbiyâ ne yapdı, eşeğe bindiler. Hazret-i Îsâ'nın da bir eşeği vardı. Hazret-i Muhammed'in de bir eşeği vardı. Hep onlar eşeğe binmişlerdir. Neyse. 
O dedi ki, "Nefsime danışdım, çünkü efendi bu kıyâfetle bu eşeğin üzerine binersem, sarayın da önünden geçersem, benim kıçıma tenekeyi bağlarlar, kuyruğuma" dedi. Anladınız mı, herkes deli oldu bu diyecek yani. "Mâdem ki tevâzu etdin, benim dervîşlerimle oturdun, sen git şimdi bir Fâtiha tefsîri yaz. Sana evliyâullahın himmeti olacak, o tefsîri yaz" dedi. "Tevâzu etdin, dervîşlerimle oturdun, şimdi git bir Fâtiha tefsîri yaz" dedi, "sana müsâade ediyorum" dedi. Öyle deyince, Molla Fenârî kalkdı, cebinden kesesini çıkardı. Kesesinde altunlar vardı. Çıkardı Şeyh'in önüne koydu. "Bu altunları alın, bu fukarâ dervîşlere yedirin bunları" dedi. Dedi ki Hazret-i Şeyh, Somuncu Baba, "Bizim dervîşlerimizi o parayı yiyemez. Eğer dervîşler onu yerse sonra onların maneviyyatı kapanır". "Haaa anladım efendim anladım, niye yemiyorsunuz. Devletden aldığım maaş zannetdiniz siz bunu. Onun için böyle konuşuyorsunuz" dedi. "Halbuki vallâhi yemîn ediyorum ki ben devletden aldığım maaş değil bu para, benim babamdan kalan çiftlikden gelen benim gelirâtımdır". "Yaaa, helâl mı bu para?" dedi. "Tabii efendim, hepsi helâl". "E bir deneyeyim bakayım ben" dedi. Açdı torbanın içinden bir altun çıkardı, dervîşin birinde verdi, "Git biraz arpa ve saman getir buraya" dedi. Dervîş gitdi, saman getirdi, arpa getirdi, mısır getirdi oraya ve onu Şeyh aldı, eşeğin önüne koydu. Eşeğin önüne koydu, yesin diye. Eşek kokladı, yemedi, döndü gerisi geriye, üzerine işedi. Dedi, "Sen bana helâl diyorsun ama bu parayı bizim merkeb bile, bizim karakaçan bile yemedi, üzerine işedi" dedi, "nasıl ben dervîşlerime yedireyim bunu, eşeğim bile yemedi". 
Ondan sonra gitdi, Molla Fenârî Hazretleri, bir tefsîr yazdı, Arabiyyü'l-ibâre. Fevkalâde. Kur`ân'ın esrârından bahsetdi onda. Şimdi belki içinizde Kur`ân-ı Kerîm'i okuyan var İngilizceden filan, diyeceksin ki bana, "İşte okuduk biz onu öğrendik, ma'nâsı bu kadar" diyeceksin. Öyle anlaman senin, gökyüzündeki, güneşi baklava tepsisine benzetmene benzer. Güneş ne kadar büyük! Ama bu kadar görünüyor. Kur`ân da öyle. Ufak bir kitâb görünüyor, halbuki ma'nâsına nihâyet yok. Güneş gibi. Kur`ân, Şems-i Hakîkat-i Muhammediyye'nin nûrudur. Allah'a hamd ederiz ki bizim kitâbımız Allah'ın kitâbıdır. Ki Allah'ın hablidir o, ipidir, ona kim tutunursa Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına nâil olur. Kim bırakırsa helâke mahkûm olur. 
Bu sözlerimin kıymetini yakın bir zamanda rûhun çıkdığı vakitde anlayacaksın. Anlayacaksın fakat anlamanın hiç bir faydası olmayacak. Çünkü şimdi lâzım olan, rûh vücûd üzerine binmişken, hayâtdayken, rûh kuşu beden kafesinden uçmadan "Lâilâheillallah" de ve "Muhammedü'r-Resûlullah" de, kendi canını nâr-ı cahîmden koru, kurtar. Bu bir kelimedir ki, cehennemin yedi tabakasını kilitler, cennetin sekiz kapısını açar, cemâl-i Hakk'a karşı olan senin hicâbını, perdeni yırtar. Cennete âşık olanlar, bu kelimeyle cennete varırlar. Allah'a âşık olanlar da bu kelimeyle Allah'a mülâkat ederler, vuslat ederler.

Yâ Rabbi, burada bulunan cümle halkı affınla taltîf et, bizi buradan boş çevirme. Bâb-ı rahmetine geldik, kapından bizi boş çevirme. Merhametlilerin en merhametlisi sensin, her merhametlinin gönlüne merhameti veren gene sensin. Senin merhametine sığındık. Rahmet deryânı arzu etdik. Bizleri cennetine giren, cemâlini gören zümreye dâhil et. Burada bulunan, bizi dinleyen cemaatin, gönüllerinden hubb-ı sivâyı ihrâc et. Allah demekden zevk duyur. Tâatdan zevk ver. Sana karşı kıyâm eden, rükû' eden, secde eden zümreye dâhil kıl. Günahkârları da affet. Yollarını kaybetmiş, dalâletde bulunanları da hak yola ve hidâyet yoluna getir. Bizlere lutfunla muâmele et. Adâletinle muâmele etme. Adâletinle muâmele edersen, hiç birimiz yakayı kurtaramayız. Lillahi'l-Fâtiha! 
www.muzafferozak.com

2 yorum:

  1. Allah razı olsun. Hasretimizi gidersin.

    https://nasihatyayinlari.com/yayinlar/molla-fenarinin-fatiha-tefsiri/

    YanıtlaSil
  2. Allah razı olsun.Bizleri de nefsimizin esiri olmaktan muhafaza buyursun

    YanıtlaSil