Sayfalar

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Şeyhü'l-Ekber'in Fahreddin Râzî'ye Nasîhatları

Bismillahirrahmanirrahim

Allah'a hamd olsun. Allah'ın seçkin kullarına ve benim Allah yolundaki dostum Muhammed Fahreddin'e selâm olsun. Allah onun himmetini daha da artırsın ve yücelere erdirsin, Allah kendisine rahmetini ve bereketini bol bol ihsân eylesin.

Gelelim sadede. Biz, senin için Allah'a hamd ediyoruz ki O'ndan başka ilâh yokdur. Ve Peygamber Efendimiz "Biriniz din kardeşini seviyorsa, bunu ona bildirsin" buyurmuşdur. Ben de seni seviyorum. Allahü Zü'l-Celâl de "وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ ve tevâsav bi'l-hak = birbirinize hakkati tavsiye ediniz" buyuruyor.

Ben senin kaleme almış olduğun bazı eserleri gördüm, dikkatle okudum. Allah'ın sana ihsân etdiği hayâl gücünün kuvvetine ve o güçle ortaya koyduğun sapasağlam fikirlere de vâkıf oldum.

Nefis, kendi elinin emeği olan kazançdan gıdalanmaya başlayınca, artık hîbe ve ihsân kabîlinden olan ikrâmlardan lezzet alamaz olur. O zaman da "ayağının altındaki gıdalardan beslenen" kimseler arasına girmiş olur. Oysa kendi "üst"lerinden beslenen Allah kulları da vardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk bunlarla ilgili olarak buyurmuşdur ki, "وَلَوْ اَنَّهُمْ اَقَامُوا التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَاَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْۜ şâyet onlar Tevrat ile İncil'i ve Rableri katından kendilerine indirilenleri hakkıyle yerine getirmiş olsalardı, hem kendi üst taraflarından, hem de ayakları altından beslenirlerdi".

Benim dostum, Allah kendisini başarılı kılsın, şunu iyi bilmelidir ki, verâset denilen şey, bütün yönlerden birlikte olursa kâmil verâset olur. Yoksa sadece bir yönden olursa, o tam ve kâmil bir verâset sayılmaz. "El-ulemâ veresetü'l-enbiyâ, (Âlimler peygamberlerin vârisleridir- Hadîs-i Şerîf)". Bundan dolayıdır ki, akıllı insana yakışan şey, sadece bir yönden değil, bütün yönlerden ona mîrasçı olmaya çalışmakdır Nâkıs himmetli kişilerden olmamakdır.

Dostum, Allah kendisini başarılı kılsın, şunu gâyet iyi bilir ki, insanın değeri ve manevî güzelliği, onun ilâhî ma'rifetden elde etdiği müktesebât derecesindedir. Çirkinliği de bundan mahrûmiyyeti yüzündendir. Himmet sâhibi birine yakışan da ömrünü, olmuş bitmiş şeylerle ve onlara âid ayrıntılarla uğraşarak boşa harcamamasıdır. Çünkü bu gibi uğraşlar, kendisine Rabbinden gelecek feyz ve nasîbi kaçırmasına sebeb olur. Yine dikkat edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da kulun kendi nefsini, kendi fikirlerinin baskısından kurtarıp, selâmete çıkarmasıdır. Çünkü o fikirlerin nereden kaynaklandığı bellidir. Oysa ulaşılmak istenen hakîkat o fikirler değildir. Zîrâ Allah'ı bilmek, Allah'ın vâr olduğunu bilmekden apayrı bir şeydir. Bu ikisi çok ayrı özellikde bilgilerdir, birbirine karıştırılmamalıdır.

Akıl, Allah'ın varlığına, O'nun vâr olması gerekdiği açısından hüküm verebilir. Ancak bu O'nun varlığını isbât demek değildir. Akıl selb yoluyla bir sonuca varabilir, fakat isbât bakımından bir şey ortaya koyamaz. İsbât yolu, akılcılara ve kelamcılara aykırı bir yoldur. Ancak Seyyid Ebû Harnîd, Allah rûhunu takdîs eylesin, bu konuda bizimle aynı görüşdedir. Bu da şudur : Allahu Teâlâ, mü'minin gönlüne ve aklına sürekli olarak tecellî eder. Bu tecellîler yoluyla kendisini aklın tanımasını ister. Öyleyse akıllı kişiye düşen görev, kalbini bir takım fikirlerden boşaltmakdır. Eğer o kişi, müşâhede yoluyla Allah'ı tanımak istiyorsa bu irâdeyi göstermelidir. Burada yüce himmet sâhibine düşen bir görev daha vardır ki, o da bu noktada hayâl âleminden gelen hiçbir telakkiye gönlünde yer vermemekdir. Bununla o şekillenmiş nûrdan hayâllerin arkasındaki manâyı kasdediyorum. Gerçekden de hayâl, duygu kalıpları içinde akılda beliren manâlardır. İlmin süt şeklinde, Kur'ân'ın ip şeklinde ve dînin düğümlenmiş bir bağ şeklinde tasvir ve ifâde edilmesi gibi.

Yüksek himmet sâhibi olana yakışan şey, mualliminin ve şâhidinin küllî nefisden kaynaklanan ve nefse bağımlı olan zayıf ve dişi şeylerden olmamasıdır. Yine ona yakışır ki, bu muallim ve şâhidlerin zayıf ve köksüz temellere dayalı olmamasıdır. Herhangi bir şeyin eğer kemâli kendinden kaynaklanmıyor da kendi dışındaki bir sebebe dayanıyorsa o şey fakîr demekdir. Bu da Allah'dan başka her varlık için geçerlidir. Öyleyse Allah hakkındaki gerçek bilgiyi doğrudan doğruya ve keşif yoluyla Allah'dan almak ve O'ndan başka hiçbir şeyden almamak konusunda gayret göstermeli ve himmeti yüce kılmalısın. Zâten hakîkat ehline göre O'ndan başka fâil-i mutlak yokdur. Onlar, işte bundan dolayı bilgiyi keşif yoluyla yalnızca Allah'dan alırlar. Allah ehli ilme'l-yakîn mertebesini aynen muhâfaza etmekle beraber ayne'l-yakin mertebesine ulaşmadıkça kendilerini asla başarılı olmuş kabûl etmezler.

Şunu bil ki, akılcılar, kendi fikirlerince nihaî sonuca vardıkları zaman, çok çok o fikirleri, kendilerini samîmî bir taklidçi durumuna düşürür. Oysa hakîkat, bu tür fikirlerle ulaşılabilecek hedeflerin üstünde ve ötesinde çok daha muhteşem bir şeydir. Söz konusu fikirlerin sürekliliğini ve durmadan daha ileri noktalara vardığını, bir noktada sükûnet bulup mutmain olacağını bir emr-i muhâl olarak kabul etsek bile, aklın tasarruf ve tefekkür gücü devâm etdiği sürece, "işte aradığımı buldum" deyip sıkı sıkıya sarıldığı şeyden vazgeçip daha ileri hedeflere ulaşmak için başka arayışlara girmeyeceğini ve olduğu yerde kalacağını nasıl iddiâ edebilirsin? İşte bundan dolayıdır ki, akıl sâhibine düşen görev, gönlünü ilâhî ikrâmın güzel kokulu esintilerine terketmekdir. İçinde, o ilâhî esintiler gönlüne dolmaya başlayınca, daha önce kendi fikrî gayretiyle elde etdiği ve hakîkat diye sıkı sıkıya bağlanıp kaldığı o hayâllerden ve düşüncelerden hiçbir iz kalmadığını görecekdir. Daha önceki bütün fikirlerinden şübhe etmeye başlayacakdır.

Senin yakınlarından olan ve senin hakkında çok iyi niyet taşıyan güvenilir birinin bana anlatdığına göre, bir gün seni ağlarken görmüşler. Yanında başkaları da varmış. Onlar sana niçin ağladığını sormuşlar. Sen de onlara, "Otuz seneden beri doğruluğuna inandığım bir mesele vardı. Şimdi elde etdiğim bir delîl sebebiyle iyice farkına vardım ki, doğruluğuna kâni olduğum şeyin tam zıddı doğru itniş. İşte bunun için ağlıyorum" demişsin. Bu senin itirâfındır. Ben de sana diyorum ki, bir başka kesin delîl bulsan, belki yine aynı duruma düşeceksin. Ârifler için aklın ve düşüncenin bu gibi verilerine güvenip onlarla yetinmek ve onlarla sükûnete ermek muhâl bir şeydir. Özellikle îmân ve marifetullah konusunda. Hakk'ın mâhiyetini nazar yoluyla anlayabilmek de yine muhâldir.

Kardeşim, sana ne oluyor da böyle anaforlar arasında bocalayıp duruyorsun. Riyâzât, mücâhede ve halvet yoluna girmiyorsun. Aslında bu yolların her birini Allah Resûlü şerîatın birer ilkesi olarak bize göstermişdir. Bu yola girince Allah'ın kitâbında sözü edilen kişinin nâil olduğuna sen de nâil olacaksın : "فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا". İşte senin gibi birinin bu çizgide yol alması, yüce ve muhteşem mertebelere varması gerekir.

Dostum şunu iyi bilsin ki, her varlık bir sebebe bağlı olarak meydana gelmişdir. Ancak o varlık gibi onu meydana getiren sebeb de muhdesdir. Burada iki ayrı bakış açısı vardır: Birincisi sebebe bakmakdır. İkincisi onun mûcidine bakmakdır. O varlığı da, onun sebebini de yaradan Allahu Teâlâ'dır. Bununla beraber insanların çoğu yalnız olayları meydana getiren sebeblere bakarlar. Hikmet ehli, filozoflar ve başkaları da hep böyledirler. Ancak peygamberler, velîler ve melâike-i kirâm gibi gerçek manâda hakîkat ehli olanlar, olayların meydana gelişinde âmil olan sebebleri gâyet iyi bildikleri hâlde, yine de ikinci açıdan bakıp mûcidi görmeyi tercih ederler. Bunlardan bazıları sebeb cihetinden Rabbine bakar ve "Rabbimden gelen bir ilhâmla kalbim bana diyor ki" diye konuşur. Daha ileri kemâl mertebesinde olan diğer bir kısmı da, "Rabbim bana diyor ki" diye konuşur.

Bana sizin hakkınızda bilgi veren o ârif arkadaşımızın sözlerinin işâretinden anlaşılıyor ki, siz ilminizi, ölüden ölüye nakledilerek gelen yazılı kayıtlardan almışsınız. Biz ise ilmimizi hiç ölmeyecek olan gerçek diriden aldık. Kim olursa olsun eğer varlığı bir başkasının desteğine muhtâc olarak ayakda duruyorsa, o, bize göre bir hiç demekdir. Âriflerin Allah'dan gayrı muhtâc oldukları hiçbir şey yokdur.

İyi bil ki, dostum, hakîkat her ne kadar değişmez ve tek ise de, bizim açımızdan ona ulaşmak için pek çok değişik yol vardır. Bu konuda vâridât cinsinden kalbe doğan ilâhî ilhâm ve tecellîlere kendini kapdırmakdan da sakınmalısın. Çünkü besleyip büyüten anlamıyla "Rab" olarak, görüp gözeten anlamıyla "Müheymin" olarak, acıyıp kayıran anlamıyla "Rahîm" olarak ve intikam alıcı anlamıyla "Müntakim" olarak, ilâhı isim ve sıfatlardan senin kalbine yansıyan tecellîlerin hiçbiri, gerçekde Hakk'ın kendisi değildir. 

Yine bilmelisin ki, zât, kendisine âid olan bütün özellikleri şahsında toplar. Bunun gibi Zât-ı İlâhî'nin özel adı olan "Allah" ismi de Allah'a âid olan bütün isim ve sıfatları içine alır. Allah ismi böylesine kapsamlı bir isim olduğu için, müşâhede ânında dikkatli olmalı ve O'ndan korunmalısın. Zâten sen O'nun mutlak zâtını aslâ müşâhede edemezsin. Allah'dan sana birtakım esintiler ve fısıltılar gelmeye başlayınca, sen o gelen şeyin ne olduğuna ve Allah'ın hangi isminin gereği olan bir esinti veya görüntü olduğuna çok dikkat etmelisin. Bak bakalım, o anda Allah'ın isimlerinden hangisi sana doğru bakıyor. İşte o ânda seni hedef tutan o isim ve o ismin tecellîsinden dolayı senin müşâhede etdiğin şey, doğru algılanır ve yorumlanırsa bir sonuca varılır.

Meselâ suda boğulan biri "Allah!" diye feryâd etse, bu "Ey kurtarıcı!" demek olan, "Yâ Gıyâs, Yâ Müncî" manâsına gelir. Hastalık dolayısıyla acı çeken biri "Allah!" dese, "Yâ Şâfî" yani "Ey şifâ verici" demiş olur. Diğer bütün isim ve sıfatların durumu da bunun gibidir. Diyeceğim o ki, değişkenlik şekilde ve sûretde kendini gösterir. Nitekim İmâm Müslim Sahîh'inde şu hadîsi zikreder : "Hakk Teâlâ, bazen öyle bir tecellî eder ki, o tecellîye muhâtab olan kul, onu inkâr eder ve ondan Allah'a sığınır. Sonra kulun bildiği bir başka şekilde tecellî eyleyince, aynı kul, daha önce inkâr etmiş olduğu o şeyi, bu sefer ikrâr eder". İşte burada sözünü etdiğimiz müşâhedenin, yani rabbânî sırlara ve hitâblara nâil olmanın incelikleri budur.

Akıl sâhibine yakışan şey, bilgiyi yalnız zâtında mükemmel olandan ve nereye giderse gitsin kendisiyle berâber olandan almakdır. Bu da müşâhedeye dayanan, Allah'ın bağış ve ihsânı demek olan ilimden başkası değildir. Meselâ, senin sâhib olduğun tıp ilmi, hastalıklar ve sakatlıklar hakkındaki malûmât. Şâyet hiçbir hastalık ve sakatlık olmayan bir yerde yaşamış olsan, o bilgilerle kimi tedâvi edeceksin ve öyle bir yerde senin o bilgilerin neye yarayacak? Akıllı insan, haber yolu ile elde edilmiş bilgilerin arkasından gitmez. Sahîh rivâyetlere dayalı olmaları da mutlakâ onların arkasından gidilmesini gerekdirmez. Sana haber yolu ile gelen o ilimler asılları itibariyle vehbî olsa bile. Ârif olan, böyle ilimlerle yetinmez, bilgiyi Allah'dan almak ister.

Hendese ilmi de aynen tıb ilmi gibidir. Çünkü söz konusu ilim, kendisiyle ilgili bir alan varsa işe yarar. O bilgi, mutlakâ o alanın varlığına muhtâcdır. O alan olmayınca veya sen o alanın dışına çıkınca, o bilgileri de orada bırakır gidersin. Rûh da ölümle başka bir âleme geçince, bu dünyâya âid bütün bilgileri burada bırakıp, sadelik içinde ve saf hâliyle tek başına kalacak. O zaman yanında bu dünyâya âid hiçbir şey bulunmayacak.

Her çeşit bilginin geçerli olduğu ve olmadığı alanlar bunun gibidir. Rûh öbür âleme intikâl edince bütün bu ilimleri terkedecekdir. Akıl sâhibine gereken, gideceği yerde kendisine lâzım olacak çok zarûrî şeyler dışında yanına fazla yük almamak ve sadece beraberinde götürebileceği ilimleri tahsîle çalışmakdır. Bu da şu iki ilimden başkası değildir. Biri, Allah'ı bilme ilmidir, öbürü de âhiret yurdunu tanıma ilmidir. Yani âhiret âlemine âid menzil ve makâmları ve o menzil ve makâmların gereği olan incelikleri bilmekdir. Tâ ki, orada bilmediği bir durumla karşı karşıya kalınca, yabancılık duymadan ve müşkilât çekmeden rahatça yoluna devâm edebilsin. Çünkü o nereye gitdiğini bilen bir irfân ehlidir. Yol bilmeyen bir yabancı değildir.

Burada sözünü etdiğimiz yurd ve makâmlardan maksadımız fark ve temyiz makâmıdır, yoksa doğru ile yanlışın iç içe girmiş olduğu ve birbirinden ayırd edilemediği yanlışlıklar yurdu değildir. İşte böyle karmaşık bir âlemde, oranın yabancısı olan birilerine Rableri katından bir tecellî geldiğinde, "Biz senden Allah'a sığınırız, sen bizim Rabbimiz değilsin, Rabbimiz gelinceye kadar biz burada bekliyoruz" derler. Rabbin tecellîsi onlann bildikleri bir şekilde gelince, ancak o zaman onu ikrâr ederler. Ne muhteşem bir hayret degil mi?

Akıl sâhibine yakışan, söz konusu iki ilmi, keşif yolunun bütün şartlarını yerine getirmek sûretiyle riyâzat, halvet ve mücâhede yoluyla keşfe çalışmakdır. Ben hep halvetin ve halvet şartlarının ne olduğunu ve orada vukûa gelecek tecellîleri, tertîb üzere ve inceden inceye dile getirrnek istiyordum, fakta zamâne denilen devrân müsaade etmedi. Devrândan maksadım, devrin ilim adamlarıdır. Onlar, bilmedikleri bir şeyi hemen inkâr ederler. Başda taassub olmak üzere, şöhret ve mevki tutkusu onlann iz'ân ve basîretlerini öylesine bağlamışdır ki, hakîkati kabullenmek ve ona teslim olmak konusunda neredeyse onları îmânsız bırakmışdır.

Burada rnektûbuma son veriyorum. Allah her şeye yeter. Evvel, âhir, bâtın ve zâhir hamd dâima O'nadır. Sonsuz saygı ve şükrânlarımızla birlikte salât ü selâm da O'nun nebîsinedir. 

Mektûbun Arapça aslını şurada bulabilirsiniz.




16 yorum:

  1. Yazının başında yazan,
    ("Peygamber Efendimiz "Biriniz din kardeşini seviyorsa, ona bilgi öğretsin.")buyruğa uyup günümüz kitaplarının çoğunda maalesef bulunmayan bu eşsiz bilgileri bu kadar özenli paylaşıp istifâdeye sunduğunuz için Rabbim râzı olsun.
    Bilginin başlığı bile dehşet güzel!
    Mektubun büyük bir ihtimal orijinal kopyasıdır yukarıdaki görsel bu da inanılmaz güzel bir ayrıntı.İçeriği kıyısından bucağından anlamak içinde Rabbim bize ilim,irfân nasîb eylesin.İçeriğin değerini anlatmaya çalışmak bile bizim haddimiz değil.
    Yazıda da yazılan gibi,ârifler ilmini hiç ölmeyecek Diriden alırlar.
    Ebedi diri olan,Hayy olan Allah,bizleri âriflere ilhâk eylesin!

    YanıtlaSil
  2. Alttaki bağlantı zararlı uyarısı veriyor maalesef.Giremiyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sizin cihazınızın ayarları ile ilgili herhalde. Bağlantı güvenilir, ISAM'ın arşivi

      Sil
    2. http://ktpmakale.isam.org.tr/detayilhmklzt.php?navdil=....engandidno=60921andtarama=hak%20di&midno=186841875&Dergivalkod=2114&YayinTarihi=2022&Sayi=5

      Sil
    3. Teşekkür ediyorum.

      Sil
  3. Bu insanları gerçekten çok merak ediyorum,çok etkileniyorum,çok hayran kalıyorum,seviyorum.Herkes farklı farklı şeyleri merak ediyor bu hayatta.Ben de velileri merak ediyorum.Bende mi bir acayiplik var acaba?

    YanıtlaSil
  4. "insanın değeri ve manevî güzelliği, onun ilâhî ma'rifetden elde etdiği müktesebât derecesindedir. Çirkinliği de bundan mahrûmiyyeti yüzündendir."

    Farz-ı muhâl 600 sayfalık kitap gibi sanki bu yazı.Allah dostlarının meşrepleri farklı farklı lâkin ortak noktalarından biri de söyledikleri yazdıkları kelâmlar o kadar derin ki az sözle(görünürde tabi),çok şey anlatıyorlar.Bunu keşfetmek bile çok heyecan verici.Bir de kelâmın ma'nâsı,ah ona ilmimiz yetse...

    YanıtlaSil
  5. İnsanlar gönül ateşini yakıp harlayacağına evleri,ormanları,birbirlerini yakıyorlar.Öfkenin ateşine teslim olmuş ekseriyet,herkes birbirine öfkeli.Hırsların,geçici heveslerin,günahların ateşine teslim insan;yanmaktan da,yakmaktan da gayet memnun.Müthiş bir şuursuzluk bu.Bu yangın yerinde bu ateşten kendini koruyabilene ne mutlu!

    YanıtlaSil
  6. "Yine dikkat edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da kulun kendi nefsini, kendi fikirlerinin baskısından kurtarıp, selâmete çıkarmasıdır. Çünkü o fikirlerin nereden kaynaklandığı bellidir. Oysa ulaşılmak istenen hakîkat o fikirler değildir."

    Kendini kendinden kurtarmak:Dünyânın en zor işi!

    YanıtlaSil
  7. "Zîrâ Allah'ı bilmek, Allah'ın vâr olduğunu bilmekden apayrı bir şeydir. Bu ikisi çok ayrı özellikde bilgilerdir, birbirine karıştırılmamalıdır."

    İnsanlardan, hayvanlardan ve diğer canlılardan da çeşitli renkte olanları vardır. Allah'ın kullarından yalnız "ilim sahibi olanlar" haşyet ederler. Kuşkusuz ki Allah, Mutlak Üstün Olan'dır, Çok Bağışlayıcı'dır.

    وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ

    Ve minen nasi ved devabbi vel en'ami muhtelifun elvanuhu kezalik, innema yahşallahe min ibadihil ulemau, innallahe azizun gafur.

    Fâtır/28

    YanıtlaSil
  8. "İlmin süt şeklinde, Kur'ân'ın ip şeklinde ve dînin düğümlenmiş bir bağ şeklinde tasvir ve ifâde edilmesi gibi."

    URVETU'L-VUSKA...

    YanıtlaSil
  9. "Bunlardan bazıları sebeb cihetinden Rabbine bakar ve "Rabbimden gelen bir ilhâmla kalbim bana diyor ki" diye konuşur. Daha ileri kemâl mertebesinde olan diğer bir kısmı da, "Rabbim bana diyor ki" diye konuşur."
    İlmel yakîn... aynel yakîn...hakkal yakîn...

    YanıtlaSil
  10. "Kim olursa olsun eğer varlığı bir başkasının desteğine muhtâc olarak ayakda duruyorsa, o, bize göre bir hiç demekdir."


    Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

    وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً

    Ve tevekkel alallah ve kefa billahi vekila.

    Ahzab/3

    YanıtlaSil
  11. "Akıl sâhibine yakışan, söz konusu iki ilmi, keşif yolunun bütün şartlarını yerine getirmek sûretiyle riyâzat, halvet ve mücâhede yoluyla keşfe çalışmakdı"

    Kâmil insân olmak...

    YanıtlaSil
  12. Kaddesallahu Sırrahu'l-Âlî...

    YanıtlaSil
  13. Burada kastedilen nedir efendim:
    "Burada yüce himmet sâhibine düşen bir görev daha vardır ki, o da bu noktada hayâl âleminden gelen hiçbir telakkiye gönlünde yer vermemekdir. Bununla o şekillenmiş nûrdan hayâllerin arkasındaki manâyı kasdediyorum. Gerçekden de hayâl, duygu kalıpları içinde akılda beliren manâlardır. İlmin süt şeklinde, Kur'ân'ın ip şeklinde ve dînin düğümlenmiş bir bağ şeklinde tasvir ve ifâde edilmesi gibi."


    Yine şurada:
    "Yüksek himmet sâhibi olana yakışan şey, mualliminin ve şâhidinin küllî nefisden kaynaklanan ve nefse bağımlı olan zayıf ve dişi şeylerden olmamasıdır. Yine ona yakışır ki, bu muallim ve şâhidlerin zayıf ve köksüz temellere dayalı olmamasıdır."

    Gönlünü ilahi esintilere terk etmek? Dünyayı gönülden ihraç etmek mi demektir?
    " İşte bundan dolayıdır ki, akıl sâhibine düşen görev, gönlünü ilâhî ikrâmın güzel kokulu esintilerine terketmekdir. İçinde, o ilâhî esintiler gönlüne dolmaya başlayınca, daha önce kendi fikrî gayretiyle elde etdiği ve hakîkat diye sıkı sıkıya bağlanıp kaldığı o hayâllerden ve düşüncelerden hiçbir iz kalmadığını görecekdir. Daha önceki bütün fikirlerinden şübhe etmeye başlayacakdır."

    Burada sözünü etdiğimiz yurd ve makâmlardan maksadımız fark ve temyiz makâmıdır, yoksa doğru ile yanlışın iç içe girmiş olduğu ve birbirinden ayırd edilemediği yanlışlıklar yurdu değildir. İşte böyle karmaşık bir âlemde, oranın yabancısı olan birilerine Rableri katından bir tecellî geldiğinde, "Biz senden Allah'a sığınırız, sen bizim Rabbimiz değilsin, Rabbimiz gelinceye kadar biz burada bekliyoruz" derler. Rabbin tecellîsi onlann bildikleri bir şekilde gelince, ancak o zaman onu ikrâr ederler. Ne muhteşem bir hayret degil mi?

    Yukarıdaki paragraftan da şunu hatırladım, efendi hazretleri KS mahşer günü herkes şok halinde ve kendi nwfisleri peşinde olacağı olacağı zaman, peygamber efendimiz sav secdeye kapanıp ümmeti ümmeti diyecek. Yani anladığım herkesteli " ne oluyor ne olacağız" hâli efendimiz aleyhisselamda olmayacak. Paragraf da buna benzer bir şeyi mi kastediyor? öldükten sonra merhale merhale olacak şeyleri bilmezsek her aşamada farklı bir şok hâlini yaşayabileceğimiz.

    Allah razı olsun, yazandan, paylaşandan, sebep olanlardan, okuyanlardan...

    Vesselam

    YanıtlaSil