Sayfalar

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Bayezid Câmi-i Şerîfinde Sohbet - 9 Temmuz 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, bir Ramazan günü, Bayezid Câmi-i Şerîfindeki sohbetine başlamadan evvel Hâfız Emin Işık Hocaefendi, Topkapı Sarayındaki Mukaddes Emanetler Dâiresinde şâhid olduğu bir edebsizlikden bahsedince Efendi Hazretleri çok üzüldüler ve şöyle buyurdular :

Bakın hepinize söylüyorum bunu! Vallâhi billâhi bu milletin iki yakası bir araya gelmez! Cenâb-ı Peygamber'e biz yan bakdığımız için başımıza belâlar gelmişdir yâhu! Kimse bilmiyor işin iç yüzünü. 

Bak sana söyleyeyim. Sana bir hakâret yapabilirim ben. Sen de kâmil bir adamsan benim bu hakâretimi çekersin, sabırla karşılarsın, temkinli hareket edersin, filan filan. Kâmil adamsan. Nâkıssan mukâbele edersin, döğüşürüz.  Ama senin mukaddesâtına ben tecâvüz edersen, bayrağına, dînine, îmânına, avradına yani mukaddesâtına, beni affeder misin? Soruyorum. Affedersen insan değilsin. Kâmil insan değilsin, nâkıssın. Allah'ın da nâmûsu Hazret-i Muhammed'dir. O'na hürmet edilmeyince, Allah'a hürmet edilmiş olmaz. O'na îmân etmeyince Allah'a îmân edilmiş olmaz. Gelmez bu milletin iki yakası bir araya. Ayıp be! Ayıp! Rezâletin büyüğü yani! Olmaz öyle şey! Hani asmaya götürseler beni, bak dikkat ederseniz ben hiç böyle şey konuşmam, hiç işitdiniz mi şimdiye kadar beni, asmaya götürseler, bunu söyleyeceğim. Ayıp! Günah! Resûl-i Ekrem'in yâdigârlarını sefîl etmeğe hakkımız yok bizim. Halısını almış, kilimini soymuş böyle, hakâret eder misâli, hakâret eder misâli.

Emin Işık Hocaefendi, "Kasıtlı değil efendim, cehâletden" deyince, Efendi Hazretleri üstüne basa basa "Kasıtlı!" buyurdular ve sözlerine şöyle devâm etdiler :

Cehâletle değil! Hiç alâkası yok. O cehâletle yapıyor dediğin pezevenk, boyunbağsız makâmına oturmaz, karşıma vâli gelecek diye. Ne cehâleti!

Vaktiyle bir Hasan Baba varmış, câminin önüne oturuyormuş. Oradan geçerlermiş, Hasan Baba'nın önünden, selâm verirlermiş : "Selâmün aleyküm!". "Ve aleyküm saman!". "Selâmün aleyküm!", "ve aleyküm saman!". "Hasan Baba ne yapıyorsun, Allah'ın selâmını veriyor" diyenlere, "Onlar müslüman değil" dermiş. Bir müddet sonra, "Hah şimdi geliyor müslüman" dermiş. "Selâmün aleyküm!", "Aleykümselam ve rahmetullahi ve berekâtuhû".
Asmaya götürseler söyleyeceğim. Îcâb ederse Ankara'ya gideceğim, yatacağım kapının önüne. Generallerden birisi benim tekkeme gelecekmiş. Topkapı Sarayında bulunan mimar bir hanımefendi var, o söyledi dün. "Süleyman Paşa'yla beraber geleceğiz" dedi. Gelsin general, söyleyeceğim. Ayıp be! Tuh! Yazık olsun! Allah cezânızı versin!

Emin Işık Hocaefendi, Mukaddes Emânetler Dâiresindeki eşyâları kasdederek, "Satacaklardı efendim" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Satsınlar!  Gavura versinler, daha hayırlı! Gavur bilir kıymetini! Ben gitdim Peygamber'in pabucunun nerede olduğunu gördüm British Museum'da İngiltere'de. Örtüler içerisinde, hürmetkâr.
Git de gör evkaf ambarlarını, şimdi belki toparlamışlardır, bilmiyorum. Kur`ân-ı Kerîm'leri almışlar, "Allah belânı versin, kurtulamadık!" der gibi yere vurmuşlar böyle Kur`ân-ı Kerîmleri, evkaf ambarlarında. Ulan kör olasıca! Al yerine koy. O cânım âvizeleri kaldırmış yere vurmuşlar, "Kurtulamadık sizden Allah belânızı versin" der gibi böyle. "Hâlâ bu câmiler kapanmayacak mı!" diye, vurmuş kırmış, kör olası herif! Şimdi 12 Eylül'den sonra biraz düzeltmişler, Allah râzı ola.
Her gün ölüyorum. Vatanımda parya!

Efendi Hazretleri, sohbetin devâmında Türklerin Medîne-i Münevvere'ye ve Ravza-yı Mutahhara'ya gönderdikleri kıymetli hediyelerin yazılı olduğu eski bir eserden bahsederken buyurdular ki : 

Onun içerisinde, Türk pâdişahlarının yapdıkları ve gönderdikleri hediyeler ve behiyeler kayıtlı. Yani binâ olsun, tamîrât olsun ve sâir menkûl kıymetli eşyâ olsun, hep yazılmış. Meselâ Cenâb-ı Peygamber'in muvâcehe penceresinde on altı okka inci ve üzerinde gâyetle mükellef büyük bir zümrüd ve üstünde günde on altı okka gül yağı yanmak şartıyla türbesinde. Zeytinyağı yakdırmıyorlar, gül yağı yakdırıyorlar, gül koksun diye. Öyle hürmet etmişler. Allah da onlara feth u fütûhât vermiş. Şimdi onların çocukları, sefâlet içerisinde. 
Bir şey daha var. Resûl-i Ekrem'in türbesinin örtüsünü aldım, iki yüz liraya. Ayakla böyle itiyorlardı. İki yüz liraya aldım onu. Öpdüm başıma koydum. "Ayağınla itdiğin ne biliyor musun?" dedim, ayağı kuruyasıca, kör olasıca! "Nedir?" dedi. "Resûl-i Ekrem'in türbesine örtülen örtü bu" dedim. Kabe'den daha efdal. Birisini Allah yapmış, birisini İbrâhim yapmış.

Efendi Hazretleri mevzuyu değişdirerek peşpeşe latîfeler anlatdılar : 

Pâdişah gelmiş, Sultan Mahmud Han, Bektâşî dergâhının önüne, bakmış üzüm çekiyorlar tekkeye dervîşler, küfe küfe üzüm çekiyorlar Bektâşî dervîşleri. "Buranın şeyhi kim bakayım?". Çıkmış bir tâne ama zekâ fışkırıyor kafasından. "Bendenizim efendim" demiş. "Bu üzümler ne olacak böyle, küfe küfe?". Pâdişah sivil ama. "Efendim dervîşler, tenâvül buyururlar". "Bu dervîşlerin yiyip bitireceği gibi değil ayol, kaç yüz okka üzüm bu". "Mihman yer efendim" demiş, "mihman geliyor". "Mihman da yiyemez bu kadar üzümü" demiş pâdişah. "Hımmmm" demiş pâdişah, "anladım ben" demiş. "Ne anladın?" demiş, "hımmm yapıyorsun". "Artanını küpe koyarız" demiş, "elimizi sürmüyoruz, ağızlarını tıkıyoruz, Allah ne takdîr etdiyse o oluyor, sonra içiyoruz" demiş, "Alah'ın takdîr etdiğini içiyoruz" demiş.

Hoca yazarmış hutbeyi, sarığına koyarmış. Hocayı zor durumda bırakmak için, kağıdı çalmışlar. Çıkmış hutbeye adam, "Elhamdülillaaaah, elhamdülillaaaah". Bakıyor, yok kağıt. İndirmişler aşağı hocayı. Ertesi hafta iki tane yazmış. Birini sarığını arasına koymuş birini de kuşağına. Külhanbey ikisini de almış. Çünkü görmüş koyduğunu. Hoca çıkmış hutbeye. O vakit makâmla okurlardı hutbeyi. "Elhamdülillaaaah" yok, "Elhamdülillaaaaah" orada da yok. Aşağı indirmişler. Üçüncü hafta üç tâne yazmış. Bir tânesini mestin içine sokmuş, göstermemiş kimseye. Onu evde koymuş. Anlamış mahsûs yapıyorlar. Çıkmış hutbeye.  "Elhamdülillaaaah" demiş sarığına el atmış, o yok, "Elhamdülillaaaaah" demiş kuşağına el atmış o da yok,  "Elhamdülillaaaah" mestine el atmış, o duruyor. 

Vâizin biri Bayram vaazını kağıda yazmış, kağıdı da kürsünün üzerine koymuş. Bir aralık müezzin gelmiş, bakmış kürsüden bir kağıt sarkıyor, almış, güzel bir mevıza var, almış, cebine koymuş. Vâiz namazdan sonra kürsüye çıkmış, "Sallû alâ resûlinâ Muhammed" dedikden sonra, "Allah buyurdu ki, Allah dedi ki, Allah buyurdu ki, Allah dedi ki" diyor bir tarafdan da kitabın içinde kağıdı arıyor. Kitabı altüst ediyor, "Allah buyurdu, Allah dedi" filan. Nihâyet kağıdı bulamayacağını anlayınca demiş ki, "Ne dedi biliyor musunuz? Bu kağıdı alanın belâsını versin" dedi. İnsan dâimâ dersi kafaya kaldıracak. 

Bayram sabahı geceden oturuyoruz, Allah rahmet eylesin İsmâil'le şema hazırlıyoruz. Hepsini yazamasın ki şema yaparsın. İşte şu şu hikâyeler anlatılacak dersin, işâret koyarsın yan tarafına filan. Bakınca hatırlatır sana ne anlatacağını, gerisi sana âid. Gitdik Nûruosmâniye Câmisine, çıkdık kürsüye, işte "Sallû alâ resûlinâ Muhammed" dedik, bakıyoruz kitâb yok. "Ulan İsmâil nerede kitâb?" Bizim anahtarcı Süleyman da karşıma geçmiş orada uyuyor. "Ulan İsmâil kitâb?". Kitâb da yok, yazı da yok. "Ver Kur`ân-ı Kerîm'i oradan bana". Açdık, "İnnâ a'taynâ ke'l-kevser, fe salli li rabbike venhar, inne şânieke hüve'l-ebter", anlatmaya başladık. "Ulan Süleyman Efendi! Dükkânda uyursun, namazda uyursun, Cuma'da uyursun, terâvihde uyursun, Bayram'da da mı uyuyorsun!" deyip bir vurdum kürsüye, Süleyman Efendi bir fırladı yukarı doğru, kaçdı. Meğerse Hâfız İhsân da uyuyormuş mihrabın içerisinde, o da sıçradı yerinden.

Üç akşamcı, Ramazan'ın geldiğinden haberleri filan yok, Ramazan'ın ilk gecesi kafaları çekmişler, tam ezân vaktinde sokağa çıkmışlar. Minârelerden ezân sesi yükselip de halk akın akın câmilere doğru gitmeye başlayınca, içlerinden biri cemaatden birisine sormuş, "Babalık, ne var bugün câmide, mevlid filan mı var?" demiş. "Evlâdım, bu akşam Ramazan, haberin yok mu" demiş o zât. "Yaa! demek Ramazan, öyleyse biz de namaza girelim" demişler ve kör kütük câmiden içeriye girmişler. Biri imamın arkasına durmuş, biri ikinci safa, diğeri üçüncü safa geçmiş ve namaza başlamışlar. Malûm ya eskiden terâvihlerde makâmât her dört rekatda bir değişir ve perde gitdikçe yükselirdi. İmam efendi, terâvihin on üçüncü rekatında eviç makâmına geçip de perdeyi iyice yükseltince, en öndeki sarhoş dayanamayıp "Yaşa ulan imam yaşaaa!" diye bir nara atmasın mı! Onun arkasındaki safda duran sarhoş, arkadaşının namazda konuşduğunu duyunca, "Ulan namazın bozuldu, ne bağırıyorsun be!" diye bağırmış. Üçüncü safdaki sarhoş da ikinci safdaki arkadaşına seslenmiş, "Ulan ne adamsın, senin namazın bozulmadı mı sanki" demiş.

Efendi Hazretleri tekrar asıl mevzûya dönerek buyurdular ki : 

Hazret-i Mûsâ ile sihirbazlar karşı karşıya çıkdığı vakitde, sihirbazlar Hazret-i Mûsâ'ya demişler ki, öyle diyor Kur`ân-ı Kerîm'de, Sûre-i Tâhâ'da, "Yâ Mûsâ, sen mi atacaksın, yoksa biz mi atalım?" demişler. Yani ma'nâsı şu, "Buyur yâ Mûsâ, sen at" demişler. O sihirbazlar, Hazret-i Mûsâ'ya öyle demişler. 
Tabiî mü'min olmak hasebiyle, evvelâ düşmandan taarruz bekliyoruz biz. Kâfire hücûm edemezsin. Üç şart koşacaksın kâfire. Zamanımızda değil o, eski islâmın kuvvetli zamanından bahsediyorum, şimdiki zamandan değil. İslâm ol, cizye ver yâhud harb.

İşte bak, Allah o sihirbazlara îmân nasîb etdi, Mûsâ Peygamber'e bu kadar hürmet etdiklerinden dolayı, "Sen at" dediler diye. Sihirbazların îmânının sebebi, Mûsâ Peygamber'e, sihir meselesinde, "Buyur sen yap, sen buyur" dediler. Onun üzerine Firavun diyor ki alt tarafda, "O sizin büyüğünüz" diyor. "Onun için ona buyur dediniz" diyor. "Size sihri talîm eden o, değil mi? Ondan öyle yapdınız" diyor. Halbuki değil.

Bak ne çıkarıyoruz ortaya. Saygıdan dolayı, sihirbazlar, "Yâ Mûsâ sen at" dediler, yani "yap" dediler, "asânı at". Halbuki hak onlarındı, onlar atması lâzımdı. Çünkü müslümanlar evvelâ tecâvüz etmezler. "Siz atın" dedi Hazret-i Mûsâ, onlar atdılar ve Hazret-i Mûsâ da atdı, onların yani sihirbazların sihirlerini yutdu. Ve onlar derhal secde etdiler. "فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى". Çünkü neden? İşlerinde mâhir insanlar, ancak mucizât ile onlar susdurulabilir, o adamlar. Ve bir de Hazret-i Mûsâ'ya hürmet etdiklerinden dolayı Allah onlara îmân nasîb etdi. Acaba anlatabildim mi?

Resûl-i Ekrem'e hürmet edilmeyince iş bozulur, bozulur iş. Onun için anlatdım sihirbazların meselesini, Allah o âyeti aklıma getirdi. Resûl-i Ekrem'e hürmet edilmeyince iş bozulur. Ufak bir hürmet gösteren adam, paçayı kurtarır.

Efendi Hazretleri mukaddes emânetlere saygıszılık yapanlara bir yûh çekdikden sonra şu kıssayı anlatdılar : 

Bir zât varmış, eskiciymiş. Ekseriyâ Allah dostları böyle insanların nazarında çirkin olan sanatlarla iştigâl ederler. Nefislerine zillet olsun diye. 
Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz bir gönülde tâ ki pür-nûr olmadan

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk
Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan

"Mûtû kable en temûtu" sırrını fehm eyleyen
Haşr u neşri gördü bunda nefha-i sûr olmadan

Hakk cemâlin kabesini kıldı âşıklar tavâf
Yerde Kabe gökyüzünde Beyt-i Ma'mûr olmadan

Mest olanların kelâmı kendinden gelmez velî
Pes "ene'l Hakk" nice söyler kişi Mansûr olmadan

Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçdiler aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan

Bir acâib derde düşmüş Şemsî yanıyor müdâm
Hakk'a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan
Cenâze geçermiş, bakarmış böyle, sorarmış, "Kim bu giden?" filan. Kötü bir adam ama halk arasında memdûh bir adam. "Filanca gidiyor", "Yuh onun ervâhına!" dermiş. Eğer sulehâdan bir adamsa, "Allah rahmet eylesin, menzili mübârek ola" dermiş. Her geçen cenâzede böyle yapıyor. "Kim bu?", "Eşrafdan bilmem kim", "Yuh onun ervâhına!". Bir fukarâ cenâzesi geçiyor yâhud herhangi bir sâlih adam geçiyor, işte "Şu efendi öldü" diyorlar. "Allah rahmet eyleye menzili mübârek ola" diyor.
Bir gün eşrafdan bir zât ölmüş. Çocukları filan var, torun tosun sâhibi bir adam, mütegallibe, cenâzesi giderken, "Kim bu?" diye sormuş. Demişler "filanca ağa", "Yuh onun ervâhına!" deyince, küçük oğlu kalkmış vuracak adamı, öldürecek. "Aman hâ!" demişler, "Ona ilişme sen, o meczûb bir adamdır, onun sözüne bakılmaz. İlişme sen ona, iyi olmaz senin için" demişler. Sözü dinlenen insanlar yani. Fakat çocuk içinden ahd etmiş, "Ulan bu yobaz benden evvel geberirse babamın intikâmını alırım ondan ben" demiş.
Sonra bir gün bizim Eskici Baba da göçmüş. Koymuşlar tabuta, dört beş kişi götürüyorlar. Çocuk biliyor onun öldüğünü ama bilmiyormuş gibi sormuş, "Kim bu?" demiş, "Eskici Baba" demişler. "Yuh onun ervâhına!" demiş. Der demez Eskici Baba kalkmış tabutun içinde oturmuş, "Bana bak" demiş, "Baban gibi gidiyorsam yuh benim ervâhıma. Ama baban gibi gitmiyorum. Yûh senin ervâhına!" demiş ve yatmış tabuta tekrar.

Hazret-i Niyâzî Mısrî'nin de var böyle bir kerâmeti. Bir de Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri. Zünnûn-ı Mısrî'yi götürüyorlarmış. Ezan okunmaya başlamış. Tabutdan parmağını çıkarmış, "Eşehedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed abduhû ve resûluh" diye bağırmış. Hattâ cenâzesinde bir takım hahamlar ölmüşler. Cenâzesini teşyi ediyorlarmış. Bu hâli görünce korkudan ölmüşler. Mısrî Niyâzî'de de var aynı şey. Mısrî Niyâzî'yi götürmüşler Limni'ye, eli zincirde. Affedersin eteklerini filan temizleyememiş. Böyle hapisde eli zincirde olan adam nasıl temizleyecek eteklerini filan. Sonra göçmüş. Gassal yıkarken, böyle bakmış, "Tuh! Bir de evliyâlık iddiâsındaydın. Şu hâle bak, şu pisliğe bak!" filan derken, hemen gassalin elini tutmuş Hazret. "Oğlum" demiş, "içimizi temizlemekden dışımızı temizlemeye fırsat kalmadı". Gassal düşmüş, korkudan ödü patlamış.

Gene bir veliyyullah geçiyor kabristanın önünden. Geçerken bakmış ki bir imam telkin veriyor cenâzeye. Gülmüş Hazret. Tebessüm etmiş. Tabiî gülünecek bir şey değil bu. Bir adam ölmüş, gömülmüş, imam telkin veriyor. Mürîdânı bir cemâlli zamanında sormuşlar, demişler, "Efendim, ölüye gülünmez, bugün bir cenâzeye telkin veriyorlardı kabristanda, siz güldünüz". Demiş ki, "Ölü diriye telkîn veriyordu" demiş, "imam ölüydü" demiş, altdaki diriydi" demiş. "Ölü diriye telkîn veriyordu" demiş. Ne diyormuş biliyor musun hocaefendi? İşte, "Kul rabiyallah". O  diyormuş ki, "Rabbim Allah", aşağıdan diyormuş o da. "Rabbim Allah dedim ama hocaefendi sorsana, Allah beni kulluğa kabûl etdi mi?" diyormuş hocaya aşağıdan. " Muhammedü'r-Resûlullah de diyorsun, Muhammedü'r-Resûlullah dedim ama Peygamber beni ümmetliğe kabûl etdi mi" diyormuş. Hoca duymuyor tabiî, imamefendi, kulakları sağır.
Rûh çıkar çıkmaz, semâya yükselir, yücelir. Kur`ân'da da var, semâ açılırsa ona, semânın kapısı içeriye girer ve huzûrullaha arz olunur. Allah gökde değildir. Makâm orasıdır, ervâh makâmı. Zâhidse eğer birinci kat semâda kalır, yukarı çıkamaz. Zâhidse. Âbidse eğer ikinci kat semâda kalır. Kâfirse felek-i kamerdedir, toprağa hapsolunur. Açılmaz semâ ona. Üçüncüsü âlimlerin makâmıdır. Dördüncüsü velîlerin makâmıdır. Beşincisi şehîdlerin makâmıdır. Altıncısı nebîlerin makâmıdır. Yedincisi resûllerin makâmıdır. En yüksek makâm Hazret-i Peygamber'indir, sallallahu aleyhi vesellem. O rûhlar öyle gider. 
Hattâ diyorlar ki, ard ile semâ arasında o kadar mahlûkât var ki, dünyâda yaşayanlardan daha fazladır diyorlar.Yani bugün yaşayanlar değil, tâ dünyâ yaratıldığından bu yana ne kadar mahlûkât-ı ilâhiyye yaşadıysa o kadar mahlûk var diyorlar semâ ile ard arasında. Söyleyen ben değilim, Bâzullahi'l-Eşheb Cenâb-ı Abdülkâdir söylüyor. 

Cemaatden biri, "Hazret-i Abdülkâdir'in ölüyü diriltdiğini söylüyorlar" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Kaç tâne hem de. Hazret-i Abdülkâdir'in öyle kerâmâtı vardır ki. Meselâ kayık batmışdır, on beş yirmi kişi boğulmuş, hepsini ihya etmişdir. "Kum bi iznî"yle hem de. "Kum bi iznillah"la değil, "Kum bi iznî"yle. Hazret-i Îsâ aleyhisselâm "Kum bi iznillah"la kaldırır, islâm velîleri, "Kum bi iznî"yle kaldırır. 
Yakın zamanda da olmuş aynı hâdise. Kuşadalı Hazretlerinin menâkıbında var. Bursa'da duruyor onun kabri, taşın üzerinde yazmışlar, dirilip tekrar ölen yani Hazret-i Kuşadalı onu ihyâ etmiş. İkinci kat semâdaymış rûhu almış onu, çevirmiş. Demiş ki, "Üçüncü kat semâya çıksaydı, ben makâm-ı Îseviyyetdeyim, üçüncü katdan alamazdım" demiş. Yaaa. 
Gene bir kıssa gördüm ki, hattâ bu kıssayı şîîler de almışlar kitaplarına, ehl-i sünnete karşı kullanmışlar. Bir şeyh efendi vefât etmiş, ölmüş, sonra Allahu Teâlâ onun rûhunu iâde etmiş, dirilmiş sonradan. Ölmüş dirilmiş. Var öyle. Ölüyor, diriliyor. 

Adam öldü, Receb Ağa geldi bana dedi ki, "Adam öldü, gel" dedi. Ben de gâyetle memnûnum cenâze çıkdı para alacağım diye. Kalkdık gitdik. "Sen otur" dedi, "ben mahalleyi dolaşayım, haber vereyim" dedi. Ağzına ayna tutduk, çenesini bağladık. Aynada buğu yok. Ufak bir şeyden, terden dahi buğu yapar ayna. Neyse, Receb Ağa gitdi, ben evde oturdum, dolaşdı mahalleyi geldi içeri girdi oturdu. Kenefe oturur gibi oturdu. Benimle konuşuyor, "Mahalleyi dolaşdım" filan derken birdenbire ölünün kolu kalkmasın mı! Receb Ağa oraya yığıldı. Benim de dermânım kesildi kalkamadım ayağa, öyle kaldım. Adam öteki elini de kaldırınca Receb Ağa fırladı kaçdı. Aşağıdan bakıyor. "Su verir misin hâfız efendi" dedi. Su verdik, içdi adam. Başından bağı çözdük, çenesini bağlamışdık çünkü. Dedi, "Bana bir şey mi oldu?". "Hiç bir şey olmadı. Biraz ağırlaşmışsınız, beni çağırdılar, Sûre-i Yâsîn okudum" dedim. Ama suratım benim bembeyaz. Kekeliyorum. Sonra kalkdı adam, üç dört sene yaşadı. 
İşte o bahsetdiğim zât de ölmüş ve dirilmiş. Sormuşlar "Ne gördün?" diye. Diyor ki, "Resûl-i Ekrem Efendimiz oturmuş, sağında ve solunda ashâbıyla beraber. Karşısına Ömer ibn Abdülaziz Hazretleri oturmuş ve dizlerini Cenâb-ı Peygamber'in mübârek dizlerine dayamış. Konuşuyorlardı" diyor. Hazret-i Ali gibi bir zât-ı muhterem Peygamber'in yanında, Hazret-i Ebâbekir Peygamber'in yanında. Ömer ibn Abdülazîz tâbiînden. Sormuş o zât, "Kim bu Peygamberimizin karşısında oturan zât?". Demişler ki, "Ömer ibn Abdülazîz. "Peki" demiş "bu kadar ekâbir sahabe var burada, onları karşısına almamış da böyle, onlar yanında duruyor, bunu rû-be-rû yüzyüze nasıl almış yani bu makâma nasıl erdi Ömer ibn Abdülazîz?" demiş. Rüşd sâhibi bir halîfedir o. Emevîlerden çıkan bir zâtdır. Muhterem bir zât. İkinci Muaviye ile Ömer ibn Abdülazîz, bunlar rüşd sâhibi halîfelerdir. Demişler ki, "Ömer ibn Abdülazîz o makâma şundan yükseldi. Dînin zayıf zamanında, fitne zamanında ehl-i islâma elini uzatdı, dîne sarıldı, dîne yardım etdi. Allah da onu o makâma çıkardı" demişler. Almış da bunu Şiîler bize karşı, "Siz hep ashâb-ı kirâmı medhediyorsunuz bazı böyle zevât da var sonradan gelmiş" diye bizim hikâye ile bizi mağlûb etmeye çalışıyorlar. 
Lillâhi'l-Fâtiha! 
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder