Sayfalar

5 Ağustos 2025 Salı

Bayezid Câmi-i Şerîfinde Sohbet - 17 Haziran 1984

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efrendi Hazretleri buyurdular ki :
Bir adam geldi Resûl-i Ekrem'e sordu, "Mete's-sâa, sâat ne vakitdir, kıyâmet  ne vakit kopar?". Sallallahu aleyhi vesellem hemen kalkmış, namaza durmuşlar. İki rekat namaz kılmış Efendimiz. Sonra dönmüş, "Eyne's-sâilü, soran nerede, sorucu? Soruyu soran nerede?" diye sormuş. O adam ayağa kalkmış. "Fe kâme'r-reculu" diyor, o adam ayağa kalkdı. Dedi, "Yâ Resûlallah, benim" dedi "soruyu soran". Demiş ki, "Kıyâmet bir emr-i mühimdir, olacağı muhakkak. Ama sen kıyâmetin vaktini öğrenip de ne yapacaksın? Sen kıyâmt için ne hazırladın?" demiş Cenâb-ı Peygamber. "Sen kıyâmet için ne hazırladın?" demiş. O emr-i mühimdir, mutlakâ olacak o, kıyâmet kopacak.

Malûm ya, doğduk öleceğiz, toplandık dağılacağız. Toplanmasaydık dağılmazdık. Doğmasaydık ölmezdik. 

Cenâze gidiyormuş, adamın birisi sormuş giderken cenâze, meraklı adamlar vardır öyle, "Neden öldü, kim?" filan. "Filanca efendi" demişler. "Neden öldü, neden öldü?" demiş. Oradan birisi ârif bir adam demiş, "Doğduğundan öldü" demiş. 

Cenâb-ı Hakk Celle ve Tekaddes Hazretleri Melekü'l-mevt'e kabz-ı ervâh emrini verince yani rûhları kabzetme emrini Melekü'l-mevt'e havâle edince, Melekü'l-mevt demiş ki, "Yâ Rabbi" demiş, "kullar kerih görürler beni" demiş. "Sevdiklerini alacağım, mamûr hâneleri harâb edeceğim". 
Servi boyları büküp eyler  kemân
Hâk ile yeksân eder vermez amân
Cenâb-ı Hakk buyurmuş ki "Ben hiç Yâ Melekü'l-mevt seni onların hatırına getirmem. Onlar hepsi bir illetden öldüklerini zannederler". İşte kanserden öldü, ülserden öldü, karnı patladı öldü, kıçı çatladı öldü filan. "Bir derdi kendilerine gösterirler. Sana o derd perde olur" demiş. "Hiç senden bilmezler" demiş. "Melekü'l-mevt geldi aldı demezler demiş. O pek ender işte, bilenler biliyorlar. Sonra bazen de yüzü asık bir adamı gördüğü vakitde, "Yâhu suratı ne gibi herifin, Azrâil gibi suratı" diyor. Sen öyle bir şey deme sakın hâ! Allah muhâfaza buyursun. En sonunda onunla görüşeceksin yani. En sonunda o gelecek. Yaaa. 
Hâfız İsmâil Efendi, "Efendicim, Azrâil ölürken bir insana îmânla gidiyorsa nasıl görünür" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Anlatacağız yâhu! Hepsini söyleyeceğim ben, açdım mı söylerim sırayla böyle, sırayla gider konuşuruz. Allah'ın bana nasîb etdiği kadar, bildiğim kadar, yâhud söyletdiği kadar söylerim ben. Benim tabîatım öyle, âdetim. 
Şimdi, Azrâil aleyhisselâm insanların ameline göre gelir. Bir adam dünyâda nasıl yaşadıysa, îmân, islâm yâhud sefâhat, felâket, küfür, ona göre zâhir olur Melekü'l-mevt. 
Meselâ bir hükümdar, ben sana güzel bir kıssa anlatayım bu husûsda, hükümdârın birisi gâyetle mütekebbir, zâlim, hâin milletine karşı, ibâdullaha kan kusdurmuş böyle. Bir gün ordusunun yanında gidiyor atın üzerinde, ordusu da arkadan geliyor. Böyle giderken, Melekü'l-mevt eski elbiseli olarak görünmüş ona. "Bir şey söyleyeceğim sana" demiş. Demiş, "Sen kimsin! Çekil önümden benim!" demiş, şimdi seni gadabımın ateşi yakmasın"  demiş. "Sen bana bir şey yapamazsın. Görmüyor musun bak titriyorsun" demiş, "tüylerin diken diken oldu. Ben kimim biliyor musun? Ben Melekü'l-mevt'im, rûhları kabzeden zât benim işte". "Yaaa öyle mi. Amân bana müsâade et, ben saraya kadar gideyim de orada vasiyetimi yapayım, şöyhle yapayım böyle yapayım filan filan". "Yoook, buraya kadar emir" demiş ve rûhunu kabzetmiş onun. 
Ama böyle hemen kısa değil. Üç yüz altmış melek gelir. "وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا * وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا ve'n-nâziâti garkan ve'n-nâşitâti neştâ".Üç yüz altmış melek gelir, üç yüz altmış damarından kâfirin, her damarına bir dikenli tel sokarlar. Öyle anlatayım ben sana. Dikenli tel var ya, üç yüz altmış damarının hepsine tel sokarlar, sonra onu böyle kuvvetle çekerler. Rûhun çıkması onun gibidir kâfire. 
Gene Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyurmuş, "Rûhun vücûddan ayrılması, üç yüz kılıç darbesi gibidir" demiş hadîs-i şerîfde. "E peki Yâ Resûlallah, a'mâl-i sâliha icrâ edenlere?". Onlara tereyağdan kıl çeker gibi. E nasıl oluyor bu? İkisine de üç yüz kılıç. Mü'mine de üç yüz kılıç, kâfire de üç yüz kılıç. Ama mü'min duymuyor, tereyağdan kıl çeker gibi, öteki duyuyor. Nasıl oluyor bu? Cenâb-ı Peygamber âlem-i cemâle gitdikden sonra ma'nâda sormuşlar, ehlullahdan birisi. "Kur`ân'da buna işâret var mı?" demiş. "Var" demiş Hazret-i Peygamber, "Sûre-i Yûsuf'u okuyun, orada var" demiş. Vaktâ ki Mısır sosyetesi işitdiler Züleyhâ'nın Yûsuf'a âşık olduğunu, başladılar kınamaya Züleyhâ'yı. "Aaa, kölesine vurulmuş, âşık olmuş, hiç yakışır mı bir sultana!". Böyle dedikodu dedikodu, sonra Züleyhâ dedi, "Ben sizi  çağırayım da siz görün bakalım ben kime âşık oldum". Bütün o kadınları topladı, çağırdı hânesine, büyük ziyâfet verdi. Bak alafranga yemek varmış o devirde, şimdi dedikleri gibi değil. "Çatal bıçak yok" diyorlar o devirde, var. Hepsine ayrı ayrı bıçak vermiş ellerine. Öyle diyor Kur`ân-ı Kerîm'de. Yaaa, hepsinin ellerine bıçaklar vermiş, çatallar, kaşıklar, tabaklar. Kur`ân'da da var, "اَنْ تَأْكُلُوا جَم۪يعاً اَوْ اَشْتَاتاًۜ". "İster ferden ferden yemek yersiniz, ister cemiyetle bir tabakdan hepiniz yersiniz" diyor Kur`ân-ı Kerîm'de, tabiî. Efendime söyleyeyim, kadınların önüne meyvaları koymuşlar. Altın saplı bıçaklar filan. Kadınlar meyva soyacaklar. "Yâ Yûsuf, gel" demiş Züleyhâ. Tabîi herkesin kulakları zâten kirişde, Züleyhâ'nın âşık olduğu köleyi görecekler. Der demez,  Yûsuf aleyhisselâm kapıyı açmış bir girmiş böyle, kadınlar bir görmüşler Yûsuf'u, parmaklarını kesmişler, duymamışlar. "مَا هٰذَا بَشَرًاۜ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا مَلَكٌ كَر۪يمٌ mâ hâzâ beşer, in hâzâ illâ melekün kerîm" diyorlar Kur`ân-ı Kerîm'de. "Mâ hâzâ beşer, bu insan değil bu, bu kerîm bir melek" diyor kadınlar. Parmaklarını kesmişler, acısını duymamışlar. Diyor ki Cenâb-ı Peygamber, "İşte Yûsuf'un güzelliğini görenler parmaklarını kesdiğini duymadığı gibi mü'minlere tecelliyât olur ölüm ânında". 
Cennetdeki makâmını görür. Şeyhini görür. Mürşidini görür. Peygamber'in görür. Allah'ı görür. Derecâtı neyse, derecâtı, ona göre bir muâmele görür. Öyle bir güzellik ki o, vücûduna üç yüz kılıç değil üç yüz bin kılıç darbesi vursalar, vücûdunu çimdik çimdik koparsalar böyle vücûdunu duymaz. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini gördüğümüz vakitde, matlab-ı a'lâ maksad-ı ra'nâ. Hep duâ ediyoruz ama burada âşık yok ki bizim Ümmet-i Muhammed'in içerisinde. Dün Fâtih Câmisinde ben dinliyorum Mevlid okunuyor böyle, öyle bir şey okudular ki hâfız efendiler, hâfızın bile okuduğundan haberi yok ama neyse ziyânı yok, halk mezar taşı gibi böyle. Ölmüş. Farkında değil. O Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini görmek meselesi filan, onu der demez âşık olan rûhunu Allah'a. teslîm eder. Onu gören adam öyle üç yüz bin kılıç vurulsa duymaz. Kâfir görmüyor bunu, görmeyince, bıçakla karşı karşıya geliyor, Azrâil'in kılıcıyla. Mü'min görüyor, gördüğü vakitde, duymuyor bile hiç. Aaaa  bir de bakıyor kendisi musallâ üzerinde yâhud kendisini yıkıyorlar. Mü'mine bir gül veriliyor kendisine, "Şunu kokla" diyorlar. Melekü'l-mevt cennetden bir gül koparıyor, veriyor. "Kokla bunu" diyor. Bir de bakıyorsun, aaa kendini görüyor yıkanıyor teneşirin üzerinde, yâhud musallâda namazını kılıyorlar. Mü'minlerin hâli bu. 
Kâfirler için öyle değil. "وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ ف۪ي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَاسِطُٓوا اَيْد۪يهِمْۚ ". Gene bir yerde, "وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۙ الْمَلٰٓئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْۚ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ"."Sen görsen kâfirlerin ölümünü" diyor Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem'e hitâb, bize hitâb, "Onların yüzlerine arkalarına vurarak böyle rûhları kabz olunur" diyor. Ve onlara azâb-ı harîki, yakıcı azâbı tatdırırlar. Harîk yakıcı demek, yakıcı. Tahammül edilmiyor. Harîk demek o demek. Yangın manâsına geliyor ama tahammül edilmeyen bir şey. Allah diyor zâten kâfirlere, "İster sabredin, ister sabretmeyin". "Yâ Rabbi" diyorlar, "biz sabredemeyeceğiz ateşe" diyorlar kâfirler, "ister sabredin, ister sabretmeyin" diyor, "öyle olacak" diyor. Bitdi o kadar, mesele yok. O yok mu o "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah", o kurtarıyor adamı işte bundan. 
Efendi Hazretleri, "Sonra?" deyince birileri "Nerede kaldık?" diyor zannıyla bir yarım kalan mevzûları hatırlatmaya kalkınca buyurdular ki :

Anlatacağız, geliyoruz canım. Ben unutmama öyle kolay kolay, dağıtırım toplarım sonra dersi: Cenâb-ı Hakk bana o kudreti vermişdir. Nasîbiniz neyse, onlar çıkar böyle konuşurken. Kıral hemen ne yapdı, dedi, "Gel dedi saraya". Onu anlatıyordum, kâfiri. "Saraya gel benimle" dedi kıral. "Hayır! Burada alacağım". Ve oracıkda öldü. Tabiî askeri görmedi, "Kıral öldü" dediler, götürdüler. O üç yüz darbeyi yedi. Götürdüler. Şimdi, kâfire böyle. 

Mü'mine geliyor Melekü'l-mevt, pazar yerinde görüyor mü'mini. Pazara gitmiş mü'min yâhud câmiye. Yâhud bir yere gitmiş filan. "Selâmün aleyküm". "Buyrun aleyküm selâm". "Ene Melekü'l-mevt, ben Melekü'l-mevt'im, Allahu Teâlâ selâm etdi, rûhunu kabzedeceğim ama istediğin vakitde". 
İstediğin vakitde! "فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ fe izâ câe ecelühüm lâ yeste'hîrûne sâ'aten velâ yestakdimûn" âyet-i kerîmesinde Ümmet-i Muhammed'e burada bir iltifat var. O umûmî kâide o. Okuduğum âyet-i kerîme.
"İstediğin vakitde rûhunu kabzedeceğiz. Allah öyle söyledi, selâm söyledi sana". O, "Amân ben onu bekliyordum" diyor o mü'min, "gel, gel işini gör. Ama senden bir şey ricâ edeceğim". "Nedir?". "Ben namaza durayım. Mü'minin mi'râcı namazdır, namazda rûhumu kabzet benim". "Tabiî, elbet. Allah öyle dedi, ben sana tâbi' olacağım". Koca Melekü'l-mevt mü'mine tâbi' oluyor yani. 
Kâfire muâmelesi böyle mü'mine böyle, müslümana, âşık-ı sâdıka. Bir de âşıklar var, âşık-billah olanlar, Allahu Teâlâ'yı sevenler, Allah'ın sevdikleri zevât-ı âlî-kadr var. Sulehâ var, ubbâd var. Rûhlar nereye çıkıyor biliyor musun? Birinci kat semâya zâhidlerin rûhu, ikinci kat semâya âbidlerin rûhu, üçüncü kat semâya velîlerin rûhu, dördüncü kat semâya büyük velîlerin, kutubların rûhu, beşinci kat semâya nebîlerin rûhu, altıncı kat semâya resûllerin rûhu, yedinci kat semâya Cenâb-ı Peygamber'in makâmıdır. Makâm-ı İbrâhim, halîliyyet ve habîbiyyetdir. Kâfirlerin rûhu, onlara semâ açılmaz. Götürüyorlar, semâ açılmıyor, felek-i kamere gönderiyorlar, getirip toprağa, berzaha onu hapsediyorlar. Allah muhâfaza buyursun, çok korkunç.
Hazret-i Osman ibn Affân radıyallahu anh Hazretleri, kabir anıldığı vakitde, ağlarmış. Titrer, ağlarmış. Demişler ki birgün, "Yâ Emîre'l-mü'minîn, Yâ Zinnûreyn, mahşer anlatıldığı vakitde o kadar müteessir olmuyorsunuz da kabir anıldı mı çok müteessir oluyorsunuz" demişler Hazret-i Osman'a. Hazret-i Osman şu cevâbı vermiş, demiş ki, "Kabirde yalnızız" demiş, "mahşerde umûmî" demiş, "orada tevahhuş yok, kalabalık. Kâfir, mümin hepsi beraber. Ama kabirde ferden ferdâ" demiş, "onun için tevahhuş ediyorum" demiş Hazret-i Osman ibn Affân Zinnûreyn.
Hazret-i Osman kim biliyor musun? Söyleyeyim sana bir parça, menâkıbından bir tânesini. Sahabeden biri diyor ki, ismini söylemeyeceğim, "Gelirken güzel bir kadın gördüm yolda" diyor, "bakdım kadına" diyor. Olur ya, insanlık hâli, isterse sahabe olsun. "Nazarım değdi" diyor. Bir daha bakarsan günah. İlk nazar günah olmaz. Hemen kafanı çevirmen lâzım. Eğer şehvetli bakıyorsan eğer. Bakdın gördün güzel, bir daha bakdın böyle, o vakit günahkâr olursun. Birincisinde günah yok. Çarpar çünkü o, rastgele o. İstek ve arzu yok, niyet yok. Fenâ nazarla bakmış. "Huzûr-ı Osmân'a geldim, Hazret-i Osman şöyle durdu". "Kalk sen yıkan da gel" demiş. Demiş, "Ben temizim Yâ Emîre'l-mü'minîn". Demiş, "Gözler zinâ eder, sen gözünle zinâ etmişsin, yıkan da gel huzûruma" demiş. "Oradan kalkdım gitdim yıkandım" diyor, "istiğfar etdim, tövbe etdim geldim" diyor. Hazret-i Osman ibn Affân, Zinnûreyn bu. İki nûr sâhibi. Niye iki nûr sâhibi diyorlar? Efendimiz'in iki kızını aldı. Hazret-i Ali bir kızını aldı ama en mühim kızını aldı Cenâb-ı Peygamber'in. Efendimiz sevdiği, çok seviyor Hazret-i Fâtıme'yi ve "Benim parçam" demiş, "Yâ Fâtıme, enti bid'atin minnî, sen benim parçamsın" demiş Cenâb-ı Fâtıme'ye. Ondan zürriyyet-i Muhammedî geliyor. Hasan ve Hüseyin, hep o zürriyyetden gelmiş Âl-i Muhammed, seyyidler ve şürefâ. 

"Sen bu soruyu sordun bana. Bu emr-i mühimm, olacak bu". 
Hepimizin başına gelecek. Bu câmi doldu ve boşaldı, ben biliyorum bunu. Cuma namazında doldu boşaldı değil, terâvihde de değil, bayramda da değil. Bu câminin cemâati hepsi öldüler. İmâmından, vâizinden, müezzinine kadar. Tekrardan yeniden cemaat geldi buraya. Cemaat hepsi öldüler. Kaç defa boşaldı. Ben bu câmiye bundan kırk beş, kırk altı sene evvel burada müezzindim ben. Bu câmide kırk altı sene evvel müezzindim. Bak buralarda oturan insanlar vardı, ekâbir insanlar. Kimisi Mekke mollası, kimisi vâli mütekâidi. Burada otururlardı. Hepsi öldüler. Müezzinler öldü, imamlar öldü, vâizler öldü. Biraz konuşalım bak bu husûsda.

Hacı Hayrullah Efendi vaaz ederdi öldü. Hacı Necîb Efendi vaaz ederdi burada meşhûr Hacı Necîb Efendi, o. Meşhûr Sadreddîn Efendi vaaz ederdi, o. Besim Efendi vaaz ederdi, Abdülhakîm Efendi vaaz ederdi, Manisalı Mustafa Efendi vaaz ederdi. Sonra Rizeli Hacı Bilâlzâde Mustafa Âsım Efendi vaaz etmeye başladı. Hacı Cemâl Efendi vaaz ederdi. Buranın hatîbi Hâlid Bey idi. Sonra Akreboğlu Hâfız Osman Efendi geldi. Muammer Efendi vardı, babadan kalmaydı imâmeti, onu şuradaki Mimar Hayreddin Câmisine imam verdiler, oraya gitdi. Hep boşaldı bu câmi yani.

Dört yüz seksen altı minder vardı. Halkın oturması için değil, hâfızlar mukâbele okuyorlardı. Dört yüz seksen altı minder! Mindersiz okuyanlar da ayrı. Burada her cenâhda her ânda hâfızlar mukâbele okurdu. Sabahleyin saat onda başlardı mukâbele. İşte bu vakitler, bundan sonra 
Yeraltı Câmisi Hatîbi Hâfız Ali Efendi, mihrâbda okurdu. Bundan sonra gelirdi, kimse kalmazdı. Akşam ezanında, bir okka zeytin dağıtırdık burada biz, namaza kalanlara, şimdi kimse yok, oruç açması için. Şimdi kimse yok! 
Dolup boşalıyor dünyâ. yalnız câmi dolup boşalmadı, bütün dünyâ da boşaldı. 50 senesinden bu tarafa, hepimiz 50'ye yetişmiş insanlarız, ufak çocuklar müstesnâ. Bir düşünün bak, ahbâb u yârânınızdan ölenleri. Ne başvekil kaldı, ne reisicumhur kaldı, ne ordu kumandanı kaldı, giden gidene! Kimse önüne geçemiyor. Akın akın millet o tarafa doğru yürüyorlar. 

Onun için, "Sen şimdi" diyor Cenâb-ı Peygamber, "kıyâmetin vaktini öğrenip ne yapacaksın? Sen kıyâmet için ne hazırladın?" diyor.
Bazı zavallı adamlar var, kendilerine mezar yapdırıyorlar. O ayrı, bir de var ki ârif-i billah insanlar olur, ölümü dâimâ gözünün önünde dursun diye kendi kabrini yapar, gider üzerinde oturur, tesbîh eder orada öyle. Meselâ benim mürşidim öyleydi. Kabrini yapdırdı, üzerine her gün gider, gömülecek olduğu kabrin üzerinde oturur, orada tevhîdini, ism-i celâlini, ism-i hû'sunu, diğer esmâ-i ilâhîyi orada çekerdi, onun üstünde çekerdi, kabrinin üzerinde çekerdi filan, ayrı. Bazı gâfil adamlar var, namazla ilgisi yok, abdestle yok, îmânla yok, dînle yok, hiç bir şey yok. Zavallı. Yanlız işi şu, ye, iç, sıç. Türkçe konuşayım ben seninle biraz. Hayatı bu zannediyor. Kendine mezar yapdırıyor.

Askerî kumandan anlatdı. İyi dinle, kulağını benden yana ver! Bir askerî kumandan bana anlatdı, dedi ki, "Hocaefendi" dedi, "bunu sen câmide anlat cemaate" dedi. "Şâhid oldum" dedi, yemîn etdi. Bir albay. Adana'da bir zengin kendine mezar yapdırmış, elektirkli filan böyle, basıyormuşsun düğmeye kapı açılıyormuş filan. Gâyetle mükellef içeride odalar. Burada da yapmışlar Zincirlikuyu Mezarlığında. Aşağı iniyorsun odalar var, tabutları çekiyorsun, böyle bölük bölük yerler filan. Yapdırmış herif mezarı, bir delik bile bırakmamış. Demiş ki kumandana, bana anlatan kumandana, "Mezarımı yapdırdım, sana göstereceğim" demiş, "bak gör" demiş, "içine bir sinek dahi giremez" demiş, "öyle yapdırdım" demiş. Düğmeye bir basmış, kapılar açılmış. "İçeriye bir girdik" diyor, "ortada bir yılan" diyor "dikilmiş ayağa" diyor, "böyle domates sırığı gibi" diyor, "tam ortasında" diyor, "simsiyah bir şey, dikilmiş orada, dikine" diyor. Yılan dikine kalkar, sırık gibi böyle dikilir. Elif gibi yani böyle. Onu görünce adam, oraya düşmüş, tamam. Ağız burun köpürmüş. Albay anlatdı. Adana'da olmuş hâdise. Babacım, Allah'ın azâbından kendini nasıl kurtaracaksın. Sersem adam! Kabir yapmakla, elektrikli bilmemneyle filan nasıl kurtaracakssın kendini sersem adam!
Neyse, efendime söyleyeyim. Bazısı ahmak kendine kabir hazırlıyor. Kendini kabre hazırlasana! Kabir karanlıkdır, nûr ister, elektrik yakmakla değil, mum yakmakla değil. "E mum yakıyorlar evliyâya?". Velîlere yakarlar mumu. Sen bakma o yazı filan yazıyorlar demirlerin üzerine, "Ölülere mum yanmaz" diye. Ölülere mum yanmaz, ölüye mum yaksak, babamıza yakardık, mezarlığa. O büyük velîlerin kabirlerine mum yakarlar, kandil yakarlar. Vakıflar yapmışlar, şeyhülislâm fetvâ vermiş. Neden? Burada bir insan yatıyor, oradan geçerken bir Fâtiha oku bakayım. Halka önder olsun. "Bak ben de eğer sulehâdan bir zât olursam, bana da halk böyle Fâtiha okuyacak" diye halka önder olmak üzere mum yakarlar. Ona hakaret etmesinler, gece bir sarhoş gelir, işemesin duvarına diye mum yakarlar, kandil yakarlar. Sarhoş bile toparlanır. Yaaa oradan geçerken toparlanır. Efendime söyleyeyim, gâzîdir büyük fütûhâtlar yapmışdır, ona hürmet eder millet, riâyet gösterir. "Efendim, câiz değil bilmem ne". Sana bana göre câiz değil ama ona câiz. 
Resûl-i Ekrem'in Hücrer-i Saâdet'de Sultan Ahmed Hân'ın vakfı, Sultan Ahmed Câmisi var ya, onun sâhibinin vakfı, günde on altı okka gül yağı yanacak. On altı okka gülyağı! Bir kilo gülyağının fiyatı bir milyon dört yüz elli bin lira. On altı okka Peygamber'in türbesinde yanacak. Resûl-i Ekrem O! "Efendim, israf değil mi?". Değil. Bana yaprlarsa israf, bana yaparlarsa israf. 
Geçenlerde gördüm orada, bir koca taş böyle, koca taş, sarım marık filan, dedim hangi âlem bu, hangi sadrazam, hangi paşa gidip okuyayım şunun taşını, târihde yeri vardır. Atlayarak gitdim, okudum, Eğrikapı'da kasapmış adam. Allah rahmet eylesin. Gönlü istemiş, parayı vermiş  yapdırmış ama sen o taşı kaldıramazsın yevm-i kıyâmetde. Nasıl kaldıracaksın onu mahşer günü. Ne lüzûm var sana o taş maş filan. Hevesi kalmış herifin yapdırmış. Ona câiz değil, israf ona o. Onu öyle yapdıracağına fukarâya ikrâm etsin. Ama büyük zevâta lâyıkdır, elyakdır. Fetvâlar vermişler. Ahmak adamlar işte böyle îmândan bî-haber, namazdan bî-haber, abdestden bî-haber, zekâtdan bî-haber, hayvan gibi yer içer, kendine mezar hazırlamış, "Öyle süsletdik ki mezarı". Ama altı harâb, cehennem çukurlarından bir çukur. Allah muhâfaza buyursun. Üstü ne kadar süslü olursa olsun, altı cehhenem çukuru. Üstün ne kadar harâb olursa olsun, içerisi cennet bahçesi. Îmânlı gideceksin, hazırlayacaksın kendini. O da burada olur. Ramazan'dan Ramazan'a oruç tutmakla, Ramazan'dan Ramazan'a namaz kılmakla olmaz. Ona da teşekkür ediyoruz ya. Ben Bayram'da gelene de teşekkür ediyorum. İnşâallah istikbâlde gelirler diye. Babacım, Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet et. Her ân muhtâcız Allahu Teâlâ Hazretlerine. Her ânda! Her nefesde! Allah gözümün nûrunu söndürse, kim bize nûr verecek! Ayağımızı donduruverse, bak geçen gün birisi hop diye iniverdi. Haydi bitdi işte, kol ayak filan bitdi. Ne paran para eder, ne malın para eder, hiç. Bitdi iş. Lap idrarın durdu, ne yapacaksın! Misâl bunlar yani başdan aşağı. 
Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet et. Bak ben sana söyleyeyim. Unutma bu sözlerimi benim. Yâ Rabbi şâhid ol. Bizim bu son senemiz yani. Allah'a muhtâc olduğun kadar, Cenâb-ı Hakk'a ibâdet et. Ateşe dayanacağın kadar günah işle. Ne kadar tahammül ediyorsun ateşe, cehenneme, o kadar günah işle. Bol bol yap! Dayanacağın kadar ammâ! Git bu akşam elini koy bakalım sıcak şeyin üzerine bakalım ne kadar dayanacaksın. Kur`ân haber veriyor. Bitdi o kadar.

Birisi, "Sıcak çorba bile yenmiyor" deyince Efendi Hazretleri, "Yenir" buyurdular ve şu latîfeyi ablatdılar : 

Hoca Nasreddin'in karısı almış ağzına çorbayı, sıcak çorbayı, haşlanmış, gözünden yaş akıyor. Sormuş hoca, "Ne oldu kadın, niye ağlıyorsun?" demiş. "Annem bu çorbayı severdi rahmetlik annem, aklıma o geldi" demiş, "merhûm annem".  "Allah rahmet eylesin" demiş Hoca, o da almış bir kaşık. O da başlamış ağlamaya. Kadın soruyor şimdi, "Hocaefendi, sen niye ağlıyorsun?". "Niye ağlamayayım, annen öldü, sen sağ kaldın ona ağlıyorum" demiş, "ulan haşlandık". 
Neyse uzatmayalım işi. Ne hazırladın mahşer gününe? Kıyâmeti niye soruyorsun? Ölümünü öğrendin, ne hazırladın ölümüne, haydi bakalım. Ölecek miyiz? Soruyorum. Soruyorum be! E peki ne vakit? Belki bir sâat sonra, belki on dakîka sonra, belki yarın, belki on sene sonra, on beş sene sonra. Öleceğiz ama değil mi? Niye hazırlanmıyoruz? İnanmıyoruz ölüme. Ölenlere var, bize yok diyoruz. Bize hikâye geliyor. Hikâye geliyor. Neffsini inandıramıyorsun ölüme. Onlara var bize yok diyorsun sen. Gönül ise hiç ihtiyarlamıyor, hep genç ve dinç maşallah. Kurt gibi. İhtiyarlamış kurt gibi. Güzel bir şey görünce hemen böyle yapıyor. Kuzuyu gördü mü kurt, bir kıyâfet alır böyle. Güzeli gördü mü nefis, hemen böyle. Bir şey yok halbuki. 

"Ne hazırladın?". O zât demiş ki Cenâb-ı Peygamber'e, "Yâ Resûlallah, vallahi benim, fazla fazla pek ibâdetim yok" demiş, "beş vakit namaz kılarım ben". Daha ne yapacakdı. Bana gelip soruyorlar bazen, "Efendi, sen hacca gitdin değil mi?". "Gitdim". "O Vehhâbîler orada sünnet kılmıyorlarmış". Soran namaz kılsa, farz kılsa, canım yanmayacak. Soran farz kılsa. Kendi hiç namaz kılmıyor, duymuş, Vehhâbî sünnet kılmıyormuş, onu bana soruyor. 
Koyun atlamış sudan, koyunun kuyruğu kalmış, keçi gülüyor buradan. "Niye gülüyorsun?" demişler. "Koyunun kıçı göründü" demiş. Hep keçinin kuyruğu havadadır, kıçı görünür. Aynı bizimki öyle. Sersem herif! Vehhâbî sünnet kılmıyor, ulan senin farz kıldığın var mı! 
O zât diyor ki Cenâb-ı Peygamber'e, "Yâ Resûlallah, ben beş vakit namaz kılarım, sonra senede bir ay oruç tutarım, fazla tutmuyorum, nâfile oruçlarım yok". 
Halbuki bir müslümanın nâfile oruç da tutması lâzım Ramazan'dan sonra. Ramazan'da tutanlar tutuyor, maşallah ne güzel. Bereketli ay. Ve Allah bir sabır, metânet veriyor Ramazan-ı Şerîf'de. Ve oruçdan zevk alıyoruz elhamdülillah. Şikâyetçi değiliz elhamdülillah. Şifâ verdi elhamdülillah, şifâ oldu. Şekerim 480'di benim Amarika'dayken, indremediler bir türlü, o kadar ilaç yutduk bilmem ne yapdık filan, olmadı. Oruç tutdum, 160'a indi. 480, doktor uğraşdı, indiremedi. Oruç indirdi aşağı doğru. Şifâ. 
"Yâ Resûlallah, benim öyle fazla namazım yok, beş vakit namaz kılarım".
Nâfile oruç da tutmalı. Meselâ Pazartesi Perşembe günleri. Ramazan'dan hâriç zamanlarda. Senin kazâların vardır. Hem nâfile olur, hem kazâ olur. Kazâları yapın. Namazları da öyle. Sakın hâ Ramazan'dan sonra namazı terketmeyin, cemaate gelin. Ve kılın namazı. Sakın hâ sakın terketmeyin namazı! Allah'a da duâ edin, "Yâ Rabbi, bizi kabûl et huzûruna" deyin. Çünkü O kabûl ederse, gelebilirsin namaza. Kabûl etmezse, gelemezsin. Sen ben gelmedim zannedersin, sen gelmedin değildir o, Allah içeri sokmaz adamı.

"Beş vakit namaz kılıyorum Yâ Resûlallah. İşte oruç tutarım. Zekâtımı veriyorum. Yâhud işte sadakamı veriyorum. Yapdığım ibâdet benim bu. Ama...". Şart var. Nedir o? "Allah'ı ve Resûlünü yani Allahu Teâlâ'yı ve seni çok severim Yâ Resûlallah" demiş. Onun üzerine Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem demiş ki, "Ey a'râbî". İyi dinle, kulağını benden yana ver! "Ey a'râbî, kişi sevdiği ile beraberdir" demiş. Şimdi müjdeyi veriyoruz. Şöyle demiş, "El-mer'u me'a men ehabbe, kişi sevdiği ile beraberdir, ey a'râbî, sen de benimle berabersin" demiş. "Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de benimle berabersin". Sahabe diyor ki, "O güne kadar hep içimizde bir kurt, kafamızda bir istifham, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin makâmıyla bizim makâmımız cennetde bir olur mu, o bizden ayrı düşecek, o âlî makâmlara çıkacak, biz dûn makâmda kalacağız diye düşünüyorduk, anladık ki Cenâb-ı Peygamber'le olmak için Resûl-i Ekrem'i sevmek lâzım. Biz de seviyoruz. Peygamber'le beraber olacağız. Bu bayramı yapdık" diyorlar. O müjdeyi verdik size. 
Yeter mi? Haydi yeter.

Cemâatden birisi, "Hocam müsâade ederseniz bir şey sorabilir miyim?" deyince Efendi Hazretleri "Sor bakalım" buyurdular. O zât, "Bu Şeyh Bedreddin asıldı ya, idâm edildi ya, onun suçunun ne olduğunu duymadım" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Komünizm gibi. Şeyh'den ziyâde Şeyh'in adamları vardı, Torlak Kemâl vardı, Börklüce Mustafa diye bir adam vardı. Bunlar ikisi Şeyh'i âlem yapdılar, ekseri öyle olur, şeyhlerin başına gelen belâ, etrâfındaki adamlardan gelir. Şeyhi bayrak yaparlar, kendilerine onlar adam toplarlar. Bunların mezheblerine göre, ictihadlarına göre, Torlak Kemâl'le Börklüce Mustafa'nın ictihâdına göre, kadın hâriç olmak üzere emvâl-i müşterek kabûl ediyorlardı. Komünizmin prensibi yani. Ama Şeyh belki bundan bî-haberdi. Sonra Şeyh'e bunu gösterince, Şeyh dedi ki, "Mâdem öyledir, imzâyı ben edeyim" dedi, "getirin bana. Bunlar benim başımı yediler" dedi, kendi fetvâsını kendi verdi. Serez çarşısında asdılar Şeyh'i. Şeyh Bedreddin Simâvî. Simavna Kadısı Bedreddin. Kemikleri nerede bakayım? Biliyor musun? Bilmiyorsun. Türbe'de yatıyor burada. Sultan Mahmûd Türbesi var ya, şurada Çemberlitaş'da, oraya getirdiler, onun kemiklerini oraya getirdiler. Haberin olsun. Serez'de idâm edildi. Rumeli'de, Bulgar'la Yunan'ın arasında bir yer. Kendi verdi fetvâsını. Gâyetle âlim, kâmil bir adam, fevkalâde. Şeyhlerin başına gelen felâket odur. Bazı adamlar şeyhleri kendilerine alem yaparlar, etrafına adam toplarlar filan filan böyle şeyhin başını belâya sokarlar devletle. Öyle olur. Torlak Kemal'le Börklüce Mustafa meselesi. Daha bir tâne daha vardı içlerinde, birisi daha. Onlar emvâl-i müşterek  ve nisâ-i müştereki kabûl ediyorlardı, Şeyh kabûl etmedi. "Nisâ-i müşterek olmaz" dedi.   

Efendi Hazretleri, "Evet, başka? Bu kadar mı? Oturalım mı? İftarı burada mı yapacağız? Saat ne kadar var şimdi?" diye sorunca, "Kırkbeş dakîka var" diye cevap verilince, "Hâfızlar erken kesiyorlar mukâbeleyi" buyurdular ve sohbete şöyle devâm etdiler:
Eski devirde buradan çıkdığın vakitde yollara, Fâtih'e gidinceye kadar elli yerde adamı çevirirlerdi yolda. Kibar kibar efendiler, böyle hakaretle değil, kibar kibar efendiler, "Efendim, lokma etmez miyiz, bu şerefi bize bahşetmez misiniz, buyurun efendim". İstanbul efendileri, kibar adamlar. "Buyurmaz mısınız lokmamıza. Bizi âbâd edeceksiniz. Buyrun" filan diyerek böyle iftara davet ederlerdi. Yemek yedikden sonra çıkarken dışarı para verirler. Öyle bedava yedirmezler yemeği. Şimdi fî zamâninâ zorla çağırıyorlar. Bir  de diş kirası verirlerdi. Durumuna göre. Fukarâ ise üç mecidiye, iki mecidiye, iki altın, beş altın filan böyle verebilir. Eğer zenginse, zengin adamsa, zekat kabûl etmiyorsa, kıymetli bir tesbîh, ya bir yazma Delâilü'l-Hayrât, ya bir yazma Kur`ân-ı Kerîm hediye edilir filan böyle. 
Sultan Abdülazîz cennetmekân, Zeyneb Hanım çağırtmış Sultan Azîz'i iftara pâdişahı davet etmiş. Demiş ki, "Gelirim ama" demiş... 
Abdülazîz Han büyük bir pâdişahdır. Ona yazık etdiler. Ve devlet onunla beraber yıkıldı. Koca Âl-i Osman devleti. Midhat Paşa ona ihânet edenler, Hüseyin Avni Paşa. Sonra efendime söyleyeyim Mütercim Rüşdü Paşa  denilen pezevenk, o da işin içine dâhil. Pâdişahı öldürdüler. İntihar etdi diye çıkardılar ortaya filan. Büyük adamdı. Halkçı bir pâdişahdı, halkı seven. Onun zamanında, yetişenler söylüyor, târihde okuduk başka, bir de yetişenler, "Başına altın koy dolaş, kimse yan gözle bakmaz" diyor. Bilmem kaç senelik saltanatı zamanında bir adam öldürüldü diyorlar burada Kalfa Köyünde, İstanbul'da Kalfa Köyünde bir adam öldürüldü, Rum'du, bir Rum Rum'u öldürdü. Hiç adam öldürülmemiş, adam katli olmamış. O gün o Rum'u da öldürmüşler, katletmişler. O gece emir çıkmış, o gün öldürmüşler. Kalfa Köyünde burada. O kadar emînmiş. Hele Âlî Paşa idâre etdiği vakitde, başvekil o vakit, Âlî Paşa sadrazam, mühim bir adam, devlet adamı. Öyle sadrazam gelmedi Âl-i Osman'a yani. Âlî Paşa. Büyük Reşid Paşa burada yatıyor, o Sultan Mecid'in sadrazamı. Âlî Paşa, Abdülazîz'in sadrazamı. 
Zeyneb Hanım, Kâmil Paşa'nın âilesi. Zeyneb Kâmil Hastahânesi var ya Üsküdar'da, onun sâhibi. Konak da burada, yandı, yerine üniversite yapdılar. Ben yetişdim konağı bilirim. Edebiyat Fakültesi o vakit koca bir konak vardı orada, oraya çağırmışlar pâdişahı iftara. Gelmiş. Demiş ki, haber salmış Zeyneb Hanım'a, "İftarına gelirim ama diş kirası isterim" demiş, "diş kirasız gelmem" demiş. "Efendim, hepsi onun" demişler. Gelmiş. İftarı etdikden sonra ne huliyyâtı varsa Zeyneb Hanım'ın hepsini bir altın tepsi içine koymuş. Ne varsa. Ne cevherler. Üzerine de bir Kur`ân-ı Kerîm, yazma. Kur`ân-ı Kerîm'i de iki bin altına yazdırmış Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye. Yap hesâbını. Her altın otuz bin lira. Getirmişler sultanın önüne, "Buyurun efendim" demiş. Diş kirası. Demiş, "Bu kâfî" demiş, Kur`ân-ı Kerîm'i almış pâdişah. Yalnız Kur`ân-ı Kerîm'i, gerisine dokunmamış. 
Döne dolaşa o Kur`ân-ı Kerîm benim elime geldi. Döne dolaşa o Kur`an-ı Kerîm'i ben satın aldım. Kaça biliyor musun? Bu parayla dört bin liraya. Durdu, durdu, durdu, durdu, durdu, kimse almıyor, kimse almıyor hiç. Durdu, durdu, durdu, durdu, durdu, durdu elimde, en nihâyet dört bin liraya satdım. Kârsız. Biz bıkmışız öyle şeylerden. Yazma Kur`ân-ı Kerîm. "Kurtulamadık Allah cezâsın versin!" filan. Bıkmışız. "Iıııııh". Hoca. "Iyyyy". İğrenmişiz biz namazdan, câmiden, hocadan, imamdan, âlimden, şeyhden, hacıdan, hocadan, müslümandan, Kur`ân'dan. Şimdi şimdi neyse elhamdülillah bu 12 Eylül'den sonra, Allah râzı olsun, biraz toparladılar kafalarını mafalarını da, şimdi azıcık alıp bakıyorlar işte, müze yapdılar, bilmem ne yapdılar, topluyorlar şimdi, satdırmıyorlar, yasak. Şimdi yasak öyle şey. Götürüp devlete vereceksin, devlet parayı veriyor, kaç paraysa veriyor, alıp koyuyor oraya. 
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder