Sayfalar

7 Ağustos 2025 Perşembe

Bayezid Câmi-i Şerîfinde Sohbet - 8 Temmuz 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir Ramazan sohbetinde buyurdular ki :

Adamın biri iftara davetliymiş, giderken yolda karşısına bir arkadaşı çıkmış, "Ne tarafa böyle?" diye sormuş, "İftara gidiyorum" demiş adam. "Ben de sana geliyordum yâhu, şimdi ne olacak?". "Sen de benimle gel beraber bâri, ne yapayım" demiş adam. Oldu iki. Biraz daha yürümüşler, biri daha çıkmış. Bu da ikincinin arkadaşı. Sormuş arkadaşına "Nereye gidiyorsun yâhu?". "Ben bu zâta iftara gidiyordum, o da bir yere davetliymiş, ben de onun peşine takıldım" demiş. "Ayol ben de sana geliyordum, ne yapacağız şimdi?". "İyi peki sen de gel, o zaman" demişler. Etdi üç. Giderken yine birisine rast gelmişler, bu da üçüncünün arkadaşıymış, "Nereye böyle?" diye sormuş arkadaşına, söylemişler, "Filancaya gidiyoruz" demişler, "ama ayıp olur zâten bir iken üç olduk" filan demişler. "Siz hiç merak etmeyin o beni tanır" demiş. "E peki mâdem tanıyorsun sen de gel öyleyse" demişler. O da takılmış peşlerine, hep beraber gitmişler. Davetli olan zât kapıyı açan ev sâhibine, "Efendim bendeniz davetliyim, biliyorsunuz" demiş. "Elbette buyrun" demiş ev sâhibi. "Bu efendi de bana geliyormuş, onu da aldım geldim". "Peki o da buyursun mâdem" demiş. Üçüncüyü göstererek "Peki bu zât kim?" diye sormuş, "O da ona gidiyordu, onu da mecbûren aldık" demiş. "Peki" demiş ev sâhibi "mâdem öyle o da buyursun" demiş. Sıra dördüncüye gelince, "Ya bu pezevenk kim!" demiş ev sâhibi. Der demez, "Demedim mi beni tanır diye" demiş, hepsinden evvel içeri girmiş.

Efendi Hazretleri, "Bugün hava sıcak gâliba erenler" deyince, birisi "İyi sıcak yapdı" deyince, buyurdular ki :

E yapsın biraz da anlayalım. Ben böyle de yaparım ama böyle yapdım desin ki anlayalım. Yoksa anlayamayız. 

Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.

Hâfız Nusret Yeşilçay, "Efendim, Cuma namazında Tekirdağ'daydık, yandık" deyince, Efendi Hazretleri "Rumeli sıcağı felâketdir o" buyurdular ve Trakya'daki bir hâtırasını anlatdılar :

Gitdik oraya, hepsinin eli kıçı üzerinde, ayakkabıları almışlar, câmide mevlûd okunuyor. Hepsinin beyni donmuş bir defa, beyin donuk kafanın içinde. Trakya halkı.Neyse mevlûd bitdi, ben çıkdım kürsüye. "Durun bakayım! Dur! Kımıldama bir tarafa!". Emir verdik, durdular. "Otur!" diye bir bağırdım. Yumuşak değil.

Akşam da kalmış Mustafa, "Lütfen hanımlar, biraz sessiz olun" diyor. Ulan ne anlar onlar lütfenden! Eşeğe "lütfen beyefendi" denir mi! "Çüşşş! Diiiih!" öyle konuşacaksın. O "اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ ud'û ilâ sebili rabbike bi'l-hikmeti ve'l-mevizeti'l-hasene"de, insan nerede evet nerede hayır diyeceğini bilmesi lâzımdır. Eşek gibi herife beyefendi dersen senin tepene çıkar o. Onun anlayacağı dilden konuşacaksın. "Höt! Otur!" dedin mi, oturur, rahatlar. O dilden anlar çünkü o. Haddini bilmeyene haddini bildirmek yirmi tâne yetîm çocuğu giydirmekden daha sevâbdır Allah katında. Neyse efendim.
Çıkdım kürsüye. Dedim, "Bakın, dinleyin bakayım beni! Ben konuşma salâhiyyetine mâlik bir adamım. Cebimde vaaz tezkerem var. Duâ edeyim diye çıkdım buraya ama önce konuşacağım sizinle sonra duâ edeceğim. "Süle bakalım diyırı". Ne anlatacak bakalım diye bakıyorlar bana. "Ulan! Peygamber sallallahu aleyhi vesellem denildiği vakitde siz ne anlıyorsunuz bakayım! Köy muhtarı mı? Nahiye müdürü mü? Kaymakam mı? Vâli mi? Reisicumhur mu? Kral mı? Pâdişah mı? Ne anlıyorsunuz bakayım siz!? Hııı!" "Ne diyo bu beyau?". Vallahi böyle. "Haa şimdi bak sana anlatayım ben. Görüyorsunuz ya gökyüzünü, bu yer bu gök O'nun hürmetine halk olundu". Neyse dilimiz döndüğü kadar anlatdık böyle. Bütün yollar insanla doldu. "Be kardeşim, te bööle sölemiyollar ki yâhu". Arkadaki eller öne geçdi. "Hep abdestden, namazdan söyluyorı diyırı, kıçını bu parmağınla yıkarsın, bundan bahsediyır, hiç diyır Peygamber'den bahsetmıyır".
Vâlinin oğlu Çingene kızını sevmiş. Sever ya, gönül bu. Çok mühim, konuşacağım hikâye. Bak aklıma geldi, salavât getirdim. Sevmiş, gönlü akmış, seviyor kızı. Fakat o devirde böyle bakkal paşanın kızını alamaz. Bakkal bakkalın, hoca hocanın, şeyh şeyhin. Öyle. Osmanlı devrinde öyle. Onun için ne diyor, davul bile dengi dengine vuruyor diyor. Çocuk günden güne eriyor, sarıyor filan. Hekimler çâre bulamıyor. En sonunda bir akıllı adam demiş ki, "Vâli Bey" demiş, "çocuk ölüyor, çocuk gidiyor". "Peki ne yapacağım?". "O çingene kızını al Allah'ın emriyle, evlendir oğlunla. Birkaç defa yatsın kalksın, hevesini alsın, aşkı söner bunun. Kurtarırsın çocuğu" demiş. "Peki" demiş vâli, birini göndermiş dünür olarak kızı istemeğe. Gitmiş, selâmün aleyküm, aleykümselâm. "Ne istiyon be?". "Allah'ın emri Peygamber'İn kavli, İmâm-ı A'zam'ın ictihâdıyla, kerîme-i ismetpenâhîlerini vâlinin mahdûm-ı mükerremlerinin taht-ı nikâhına ve izdivâcına tâlib olarak geldik". "Abe" demiş, "daha dün verdik vergiyi. Ne vergisiymiş bu? Çık dışarı ben vergi vermem!" demiş adamı kapı dışarı etmiş. Gelmiş adam. "Ne oldu?". "Vermiyor" demiş. "Ulan nasıl vermez!" Vâli bu! Cumhuriyet vâlisi değil, Osmanlı vâlisi. Asdığı asdığı, kesdiği kesdik herifin. Mahkemesi yok, hâkimi yok. Vâli sinirlenip de, "Nasıl vermez!" deyince, orada ârif bir adam varmış, demiş, "Efendim, o istemesini bilmemişdir, ben gideyim" demiş. Bir gitmiş, "Seni anasını bilmem ne yapdığımın herifi! Ulan pezevenk! Hergele! Nâmussuz'! Eşşoğlueşşek! Kızı niye vermiyorsun!". "Aman ağam" demiş "böyle istemediler ki vereyim" demiş. Şimdi, yerinde söyleyeceksin lafı. 

Îsâ Peygamber gidiyormuş, bir bağın yanından geçerlerken, Cenâb-ı Hakk vahyetmiş Îsâ Peygamber'e, "Gir o bağa, üzüm al, havâriler de üzüm yesinler" demiş. Girmişler içeriye, birer salkım koparmışlar. Birdenbire bağ sâhibi ortaya çıkmış. "Sen peygambersin, bu ne biçim işdir! Benden izin almadan benim bağıma nasıl girersin, benim üzümümü nasıl alırsın! Hem de bir salkım da değil, herkese birer salkım vermişsin". Aman efendim, ağzına geleni Hazret-i Nebî'ye söylemiş. Demiş ki Hazret-i Nebî, "Ben buraya kendi istek ve arzumla girmedim, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri emretdi bana, O'nun emrine imtisâlen girdim. Bu emir altında nice yüz bin esrâr-ı ilâhî vardır. Sen böyle yapma bize. Hoşgör bizi" dediyse de adam, "Hayır! Benim bağım. Bir de sofuluk hâ! Haram" filan. Cenâb-ı Hakk buyurmuş ki Hazret-i Îsâ aleyhisselâma, "Söyle ona üzümleri helâl etsin, yoksa başına belâ gelecek". Demiş ki Îsâ Peygamber, "Sen bu üzümleri bize helâl et, bu davâdan vazgeç, yoksa senin başına gelecek var". "Benim başıma bir şey gelmez. Bağ benim, üzüm benim" demiş, "ne gelecek benim başıma". Cenâb-ı Hakk o bağa kaç kişi mâlik olduysa, o devirden Hazret-i Âdem'e kadar, hepsini ihyâ etmiş, diriltmiş. Aman bir kavga çıkmış ortada. Bağ benim. Bağ senin. Bu onu itiyor, öteki onu itiyor. Bir kıyâmetdir kopmuş. Bu bizimki en geriye kalmış o, kimse onun yüzüne bakmıyor. 
Şimdi, meselâ bu câmi-i şerîf yapıldığından bugüne dek imamların hepsi hayatda olsa, bu yeni imamlar bulamaz yer. Cemaat de öyle. Allah bunların hepsini ihyâ edecek. "وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَاِذَا هُمْ مِنَ الْاَجْدَاثِ اِلٰى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ ve nüfiha fi's-sûri fe izâhüm mine'l-ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn". Yaaa! Nefholunacak. Bak hep nefh ile iş, üflemekle. Nefh, üflemek manâsına. "فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا fe nefahna fîhâ min rûhinâ", "rûhumuzdan üfledik" diyor Îsâ Peygamber'e. Âdem'e gelince ona da öyle. "فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي fe izâ sevveytühû ve nefahtü fîhi min rûhî". Üflemek meselesi çok mühim. Cebrâil'le yapdırıyor. Cebrâil'e o kuvveti veriyor, geliyor Cebrâil aleyhisselâm, Hazret-i Meryeme'e üflüyor, füff, bu şekilde ve derhal hâmile kalıyor.

Hâfız Âsım Bey, "Efendicim, eslâfın bir çokları da Hazret-i İsâ'ya baba isnâd ediyorlar" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Kâfirdir öyle söyleyen. Yahudiler söylüyorlar. Olmaz öyle şey! "كَمَثَلِ اٰدَمَۜ ke meseli âdem" diyor Allah Kur`ân'da Îsâ Peygamber'in hilkati için. Koca âyetler var hakkında. Gavur olur adam. Yani Allah bunu yapamaz değil mi, Allah babasız çocuk yapamaz, yaratamaz!! Allah dilerse babasız çocuk halk eder. Îsâ Peygamber'e Allah diyor ki, "Seni âyet olarak halk etdim" diyor. Okusana Sûre-i Meryem'i. haydi hâfız efendiler biriniz okuyun Sûre-i Meryem'i. "Âyet olarak halk etdim" diyor. Büyük ibret! İsterse islâm âlemindeki âlim söylesin, kâfirdir. Bitdi o kadar. Oynanmaz o işle. İnkâr etdi mi, bitdi. 

Hani benim İbrahim Yayla'ya yapdığım gibi. Müftü vardı bir tâne Beyoğlu'nda. Peygamber'in Mi'râc'ına inanmıyor rüyâ iledir diyor. Bak hayvan herife! Ben de bir rüyâ görürüm, meselâ bu gece rüyâmda buradan kalkar Amerika'ya giderim, Amerika'dan Asya'ya geçerim. Rüyâ bu ya! Ondan sonra çıkar ayın üstünde otururum, orada karpuz yerim. Sabahleyin kalkarım, bu gece ben böyle bir rüyâ gördüm derim. Hiç kimse de bana sen bu rüyâyı göremezsin diyemez. Rüyâdır bu altı üstü. Halbuki Peygamber-i Zîşân Efendimiz sabahleyin Mi'râc'ı anlatdığı vakitde, birçok mü'minler kâfir oldular. Îmânları nâkıs olanlar, kâfir oldular. Hattâ Hazret-i Ali'nin kızkardeşi Ümmühânî diyor ki, "Aman Yâ Resûlallah! Sen bunu söyleme. Bu hakdır ve gerçekdir, biz inanıyoruz fakat bu milletin kafası bunu kaldırmaz ve dînden çıkarlar bunlar" diyor. "Hayır" diyor Peygamberimiz, "nasıl gördümse öyle anlatacağım" diyor. Geldi anlatdı Efendimiz. Haydaaa, birçokları dînden dışarı çıkdılar.

O bana Sûre-i İsrâ'daki "وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّت۪ٓي اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ vemâ ce'alne'r-rü'yetelletî eraynâke illâ fitnete'l-lin-nâs" âyetini okuyor. Bunu okuyor bana.  Halbuki bu âyet-i kerîme Mi'râc hakkında değildir, Mekke'nin fethi hakkındadır. Peygamberimiz rüyâ gördü, rüyâ tehîr olundu bir sene geriye. O ma'nâya, Mi'râc değil o.

Mi'râcın bedenî olmadığını söyleyen iki kişi var. Birisi Şam Vâlisi Muaviye, biri Hazret-i Âişe. Hazret-i Âişe, küçükdü, çocukdu o vakit. Şam Vâlisi de henüz îmân etmemişdi. Nereden bilecek? 
Peygamber'in bir mi'râcı yokdur. Peygamber'in müteaddid mi'râcları vardır. Otuz dört mi'râcı vardır Peygamber'in. Bir rivâyete göre, yüz dört mi'râcı vardır. Hattâ o maa'l-beden ve'r-rûh mi'râc etdiği vakitde, bir makâm-ı ulyâya ki, "فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ" makâmıdır, o makâma vardığı vakitde, bir daha dünyâya dönmek istemedi Peygamberimiz. "Yâ Rabbi ben artık burada kalayım" deyince, Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "Senin nübüvvet vazîfen daha bitmedi, git kullarımı bana davet et" dedi Peygamberimiz'e. Fakat "Bundan sonra senin her ânın bu ândır. Bu makâmdan aşağıya düşmeyeceksin. Beğenmiş olduğun bu makâm var ya, artık hep bu makâmda bulunacaksın. Hem halkı irşâd edeceksin, hem onları îmâna davet edeceksin, hem de bu makâmda bulunacaksın" buyurdu.

Herif müftüyüm diye, münevver müftülerden!, ilerici müftü!, tutdurmuş, "Mi'râc rüyâ iledir" diyor. Bizim çocuklar vardı orada hâfızlar. "Efendim, olur mu rüyâ ile. İşte maa'l-cesedi ve'r-rûhdur, şudur budur" filan. Bana dönüp, "Efendi, sen de söylesene" diyorlar. "Yok, ben müftü efendiden istifâde ediyorum ve müftü efendi haklı" dedim. "Haklı, müftü efendi haklı davâsında". Müftünün kolları böyle kabardı, çok hoşuna gitdi. "Hiç Allah'da o kuvvet var mı" dedim, "Mekke'den Hazret-i Peygamber'i alsın, Kudüs'e götürsün, oradan semâya çıkarsın. Allah bunu yapamaz, doğru söylüyor müftü efendi. Bravo!". "Allah'da bu kuvvet var mı!" dedim, "Peygamber'i alacak Mekke'den Kudüs'e götürecek, Kudüs'den semâya çıkaracak, Sidretü'l-Müntehâ'ya, Arş'a, Kürsî'ye. Allah'da bu kuvvet olmaz!" dedim, "doğru söylüyor müftü efendi". Müftü şaşırdı, onun tarafını tutarken birdenbire. "Kâdirdir" deyince. "Niye inkâr ediyorsun mâdem Allah cezânı kaldırsınr senin!". 
"Abdihî" kelimesi var yâhu, "abd" kelimesi var. "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ sübhânellezî esrâ bi abdihî". Abd neye derler? Rûhla cesedin birleşmesine abd denir. Rûh çıkdı mı cesed kalır, meyyitdir o.

Hâfız Nusret Yeşilçay söz alarak, "Ömer Rızâ Doğrul'un felsefesi bu" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Değil. Ömer Rızâ'nın felsefesi değil ki o. Hindistan'da Kâdıhânî diye bir mezheb vardır, o mezhebin görüşüdür. Onlar da Şam vâlisinin rivâyetiyle, Hazret-i Âişe'nin rivâyetini almışlar. Hazret-i Âişe, o vakit Peygamberimiz'in taht-ı nikâhında değil, çocuk, ufak daha o. Şam vâlisi îmân etmemiş. Babası da îmân etmemiş. Nereden bilecek? 
Kur`ân'da sarahat var. Sonra Kâmil Miras'a da söyledim. "Efendim, Mekke'den Kudüs'e kadar müttefekun aleyhdir de Kudüs'den semâya kadar ihtilaflıdır" dedi. "Niye ihtilaflıymış?" dedim. "Ulemâ böyle demişler"dedi. Eûzübillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. "وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ ﴿١﴾ مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ ﴿٢﴾ وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ ﴿٣﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ ﴿٤﴾ عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾ ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ ﴿٦﴾ وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾ ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ﴿٨﴾ فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ" dedim. Kâmil Miras, şaşırdı, "Yâhu biz bu âyeti hiç okumadık mı" dedi, "görmedik mi, duymadık mı?" dedi. Dedim, "Âyet var Kur`ân'da, semâya çıkdığına dâir de var Kur`ân'da âyet". İnsan ya inanır ya inanmaz.

Zâten, "وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ " âyet-i kerîmesi de Peygamber'în Mi'râc'ının burhânıdır ve şâhididir. Bir aylık yolu Hazret-i Süleyman aleyhisselâm öğlen ikindi arası kat ediyor. Süleyman Peygamber, Benî İsrâil peygamberi. Resûl-i Ekrem cemî nâsa peygamber. çok mu görüyorsun Peygamber'e?

Kudüs'e gitmesinin hikmetine gelince. Neden biliyor musun? Göğe çıkan yok. Kudüs'e giden çok. Onun için Peygamber Efendimizin sallallahu aleyhi vesellemin Kudüs'e gitmesi, Mi'râc'ının şâhidi, burhânı, tanığı yani. Onun için. Ve nitekim de sordular Peygamber'e, "Kudüs'ü bize tarîf et" dediler. Efendimiz diyor ki, "Gitdiğim vakitde, edeb etdim, ervâh-ı enbiyâ oradaydı, bakmadım etrâfa" diyor, "fakat Cenâb-ı Hakk bana böyle sorulduğu vakitde soru, Kudüs önüme getirildi". Birer birer haber verdi, karış karış böyle. Kezâ yoldaki kervanlar. Kervanda eşyâsını arıyormuş, düşürmüş arıyormuş herif eşyâsını. Onu da görmüş. Sonra Peygamber'e bunu niye çok görüyorsun, bugün Amerika'da yapıyor bunu be. Görmüyor musun Amerikalı daha müslüman değil, gayr-i müslim. Haydi o gene ehl-i kitâb, Ruslar da yapıyorlar. Ruslar Allahsız. Onlara çok görmüyorsun da Allah'a mı çok görüyorsun bunu, sersem herif! Hiç kafası yok herifin be. Kafası var içinde beyni yok. 
Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın hilkatini Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da beyân ediyor. Gâyetle sarahat var. Yani böyle üstü kapalı olsa ben üstünde dururum onun. Sen fakîri böyle görme. "كَمَثَلِ اٰدَمَۜ ke meseli âdem" diyor hilkat-i Îsâ için. Âdem nasıl anasız babasız halk olunduysa, Havvâ babalı ve anasız halk olunduysa, Havvâ'nın anası yok babası var, Îsâ'nın da anası var, babası yok. Her kadınla erkeğin bir araya cem olmasından evlad dünyâya gelmiyor. Olsaydı Acem kıralının çocuğu olurdu Süreyyâ'dan. Bazısı da bakıyorsun hemen yapışdırıyor, sırayla çıkartıyor herif. Seri imâlât. Fukarâ başka işi yok. Sinemaya gidemez, parası yok. Câmiye gidemez, Mevlûd dinleyemez filan. Terkos bedava diye, bakıyorsun altı yedi tâne çocuk. 
Birisi, "Terkos çok pahalı şimdi" deyince, Efendi Hazretleri, "Fukarâ çeşmesinde çeşmeler bedava. Oraya gitmen lâzım su almak için" buyurdular.
Onun için "Babası var mı?" filan deyip sersemliğe lüzûm yok. Babalığı var Îsâ Peygamber'in. Babası yok, babalığı var. O Yûsuf-ı Neccâr alacakdı Hazret-i Meryem'i. Onun nişanlısıydı. Bu iş gelince başına, şaşırdı Yûsuf-ı Neccâr. "Nasıl olur bu?" dedi, "sen temiz bir kadınsın" dedi. Diyor ki Meryem aleyhisselâma, "Nasıl yapdın bunu?" diyor, "bunu ben senden ümîd etmiyordum, bu nasıl olur?" diyor. Nişanlısı yani. O da diyor ki, "Buğdayı ilk eken kimdir?" diyor Yûsuf-ı Neccâr'a. "O buğdayı ilk eken ekdi bunu bana" diyor. Yumurta mı tavukdan çıkdı, tavuk mu yumurtadan çıkdı? Haydi buyurun. Haydi! Allahu Teâlâ'nın kuvvet ve kudreti böyle akılla ölçülmezi, akl-ı maâşla.

Hazret-i Kuşadalı gidiyormuş, Limni'de. bakmış kilisenin önünde bir papaz oturuyor. "Selâmün aleyküm papaz efendi" demiş. Hıristiyana selâm vermek câiz mi değil mi? Bırak orasını câiz mi değil mi, işte vermiş selâm. "Aleykümselâm hoca efendi" demiş. "Ne yapıyorsun?" "Oturuyorum, kilisede kimse yok ibâdet eden". Demiş, "Müsaade eder misin şurada bir ibâdet edeyim, kilisede". "Tabii buyurun" demiş papaz. Hemen câmiye girer gibi ayakkabılarını çıkarmış ayağından, edeble girmiş. Âdâba riâyet ederek , edeble girmiş kiliseye. Girmiş, durmuş namaza. Güzel bir öğle namazı kılmış. Böyle tadîl-i erkâna riâyet ederek filan. Papaz hayrân olmuş. Ve kibarlığına da efendiliğine de hayrân olmuş. Papaz daha onun maneviyyâtını görmüyor, onun efendiliğini görüyor. Kiliseye girmiş, ayakkabılarını çıkarmış, câmiye girer gibi. Hürmet. Ne kadar güzel. .

Namazdan sonra, "Gel bakayım buraya okumuş efendi. Bu resim ne resmidir?" Yûsuf Peygamber. "Ne oluyor?". "İşte kuyudan çıkarıyorlar". "Ya bu kim?". "Bu Nûh aleyhisselâm, gemiye biniyor". "Ya bu kim?". "Şuayb Peygamber, hayvan güdüyor" filan. Böyle resimler sırayla. "Ya bu kim?". "İşte bu Hûd Peygamber". "Ya bu kim?". "İşte şu filan". En nihâyet bir yere gelmişler, "Bu perdenin arkasında ne var?" demiş. Papaz, "Boşver onu" dediyse de Hazret, "Canım ne var bu perdenin arkasında, bir şey var burada". "Yok bre hoca efendi" demiş "nene lâzım, gösteriyoruz bazı adamlara ama o uydurma bir resimdir" filan. "Ne uydurması canım, ne var o resimde, ne resmi o?". "Bre Allah'ın resmini yapdık" demiş, "görmeden inanmıyor millet" demiş, "onun için yapdık resmini". "Aman" demiş, "ben onu arayıp duruyorum, kendisini göremedim şimdiye kadar, hiç olmazsa resmini göreyim. Aç şunu. Bunda bir hakîkat payı vardır bunda" demiş. Bir de açmışlar, Hazret ne gördüyse,  ne olduysa, ayakları yerden kesilmiş, yükselmiş, yükselmiş,  yükselmiş. Papaz da korkuyor, "Aman düşmesin yere, hocayı öldürdü derdler, başımı belâya sokarlar filan". Yukarı çıkmış aşağı inmiş. Papaz Hazret'in ellerine yapışmış, bırakmıyor. "Yok sen burada kal, burayı bekle" dediyse de, "Hayır, ben aradığımı buldum. Ben Îsâ'yı da buldum, Mûsâ'yı da buldum, ben seninle beraber geleceğim" demiş papaz ve islâm ile müşerref olmuş. Ve oradan almış onu, Limni'den, Şam'a götürmüş. Şam'da dört sene beraber kalmışlar. hacca götürmüş onu. Papazlığı artık bitmiş herifin. 

Papaz deyince aklıma geldi, Allah rahmet eylesin, Hacı Cemâl Efendi, Beşiktaşlı, Alasonyalı, bir hikâye anlatdı hocaefendi, bayılırsın gülmekden. Papaz meselesi. 
"Biz Alasonya'dayız" diyor, "babam zengin. Oğlum âlim olsun, dîn-i islâmı halka talîm etsin diye o niyetle beni okutdu" diyor. "Para ihtiyâcıyla okutmadı" diyor. Para için maaş için değil. Allah için ehl-i islâmı okutsun diye yapmış. "Selânik'e geliyoruz" diyor. O vakit bizim elimizde Selânik. "Selânik'e geliyoruz, ben vapura biniyorum, beni bir Hasan Ağa var o getiriyor. Kabadayı bir adam" diyor. "Yani yirmi kişi çıksa önüne, götürür hepsini, öyle cesur bir adam" diyor. "Elinde silâhı, çapraz asılmış mermileri, belinde gaddâresi filan.
"Hasan Ağa! Namaz kıl be yâhu, sen niye namaz kılmıyorsun". "Bırak be molla efendi, benim kalbim temiz. ben kılmam ama namaz kalbim çok temiz benim".
"Her seferinde getiriyor beni Selânik'e, ben Selânik'den İstanbul'a geliyorum, tahsîl ediyorum burada dokuz ay, sonra memlekete dönüyorum. Selânik'de beni karşılıyor Hasan Ağa, oradan Alasonya'ya götürüyor. Epeyi uzak yol ama. Böyle gidip geliyoruz. Kaç defa belki yüz defa Hasan Ağa, namaz kıl diye söyledim, bir türlü Hasan Ağa'ya namaz kıldıramadım" diyor.
"Birgün bir papazın evinde misâfir kaldık" diyor, "yolda giderken, bir papazın evinde misâfir kaldık" diyor, "tabiî kalkdım ben namaz kılmaya, kollarımı sıvadım abdest alacağım. Papaz da oturuyor orada, Hasan Ağa  da oturuyor. Silahını böyle koymuş, sigarayı sarıyor Hasan Ağa". Papaz demiş ki, "Sen niye kalkdın?" demiş. "Namaz kılacağım" demiş. Dönmüş papaz Hasan Ağa'ya, "Sen niye namaz kılmıyorsun? Müslüman değil misin? demiş. "Müslümanım elhamdülillah papaz efendi" demiş. "Niye namaz kılmıyorsun?". "Benim kalbim temiz" demiş. "Onun kalbi kirli mi?" demiş. "O beni alakadar etmez, kılar kılar, kılmaz kılmaz". "Senin ismin ne bakayım?" demiş papaz. "Hasan" demiş. "Haaa namaz kılmadıkdan sonra ha sen ha ben" demiş. "Ben de kılmıyorum, papazım" demiş, "sen de kılmıyorsun, hiç farkımız yok bizim".

"Bir de bakdım sabahleyin, Hasan Ağa kalkmış, kolları sıvamış, namaza başladı" diyor. "Benim sözüm kâr etmedi, papazın sözüyle Hasan Ağa namaza başladı" diyor. 

Neler var canım, neler var papazlarda. 

Hazret-i Ebâbekir Sıddîk Efendimiz, Şam'da bir rüyâ gördü. Rüyâsında gökden ay indi koynuna girdi. 

Tüccardı kendisi, çok zengindi. Resûl-i Ekrem'e seksen bin altın verdi gündüz. Seksen bin de gece verdi Resûl-i Ekrem'e, gizli olarak verdi. Resûl-i Ekrem hepsini dağıtdı fukarâya. Ve kendisi bir akçeye muhtâc oldu. Halîfe olduğu günün ertesi günü pazara çıkdı alışveriş yapmaya, ekmek yemek için. Sonra dediler ki, "Yâ emîre'l-mü'minîn, sen devlet hazînesinden ye, senin için harâm olmaz, milletin işlerine bakacaksın" dediler. Yaaa!

Sabahleyin kalkdı, gitdi papaza. Anlatdı rüyâyı. Papaz böyle bakdı, "Sen nerelisin bakayım?". "Ben Mekke'liyim". "Bu rüyâ bedava tabîr edilmez, sen şuraya on dirhem koy bakayım". Koydu on dirhemi. Papaz dedi ki, "Bu rüyâ on dirheme tabîr olunmaz ama ben on dirhem alacağım senden. İncil'in Ahmed diye haber verdiği, Mûsâ'nın Müncî diye haber verdiği, gklerde ismi Ahmed, yerde Muhammed, Allah'ın sevgilisi Peygamber, dünyâ âleminde yaşamakda. Hayatda şimdi Peygamber. Allahu a'lem, sen ona ilk îmân edersin, bak papaza bak, ilk îmân edersin, onun vefâtından sonra da onun yerine halîfesi olursun. Senin gördüğün rüyâ bu" dedi. Sıddîk-ı Ekber dedi ki, "Eğer senin yapmış olduğun tabîr hak ve sâdık çıkarsa, sana yüz dirhem daha borcum olsun benim" dedi. "Yok" dedi, "öyle değil". Aldı eline kağıdı ve kırtası ve kalemi, yazdı, Resûl-i Ekrem'e. "Yâ Resûlallah, ben senin evsâfını İncil'de ve Tevrat'da gördüm, sana îmân getirdim. Ama zuhûrunu bilmiyorum. Zuhûr etmen muhakkak. Hayatda olduğunu biliyorum. Zuhûr etmen muhakkak ama zuhûrunu daha bilmiyorum. Binâenalâzâlik eğer senin islâmı izhâr etdiğin zaman, halkı islâma davet etdiğin vakte yetişirsem, senin dînini neşretmek için düşmana kılıç vururum. Ama o günlere yetişemezsem, sen beni şefâatden mahrûm etme yevm-i kıyâmetde" diye yazdı, verdi Ebûbekir Sıddîk'a. Sonra Cenâb-ı Peygamber ilân-ı nübüvvet edince, o gece Ebû Kubeys dağına çıkdı, halkı Hakk'a davet etdi, "ecîbû dâ'iyallahi ve kûlû lâ ilâhe illallah" diye bağırdı. Hazret de sedirin üstünde oturuyormuş, sedirden aşağı düşmüş o sesin tesiriyle. Halbuki Peygamber'le beraberdi, akşam sabah beraber gezerlerdi, dolaşırlardı filan. Yani arkadaşıydı, çocuklukdan beri beraber. Sonra Cenâb-ı Peygamber bir gün göğsünden tutdu ve duvara basdırdı Hazret-i Ebâbekir Sıddîk'ı. Dedi ki, "Ne vakit bana îmân edeceksin Yâ İbn Kahâfe?" dedi. Dedi ki, "Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem, "senin dürüst, nâmuslu, sâdık olduğun muhakkak. Buna hiç şübhem yok. Çünkü küçükden seninle beraber arkadaşlık yapdık, senin ne kadar temiz bir insan olduğunu biliyorum. Ama bana da hak ver. Peygamberlerin bir mucizesi olur. Bana bir mucize göster, sana îmân edeyim" dedi. İş kolaylaşsın. Dedi ki, "Sen bundan kaç sene evvel Şam'da bir rüyâ gördün, papaza rüyâyı anlatdın, yüz dirhem vaad etdin, mektûb da burada duruyor. Çıkar o mektûbu ver bana. Bu kâfî mi?". "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh" dedi, islâm ile müşerref oldu.

Lillâhi'l-Fâtiha! 

www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder