Sayfalar

17 Kasım 2025 Pazartesi

Duâ Hakkında - TV Sohbeti - 14 Nisan 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Amerika'daki bir TV sohbetinde sunucu programın açılışında duâ meselesi hakkında enteresan bir konuşma yapdı ve şöyle bir soru sordu : "Yahudi-Hıristiyan kültüründen gelen batılıların duâlarında Allah'a sanki emir verir gibi isteklerini sıraladıklarını, halbuki kulun Allah'a emir vermesinin çok yakışıksız olduğunu söyleyerek islâma göre bâhusûs sôfilere göre duâ nasıl olmalıdır" dedi. Bunun üzerine Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Duâ, âcizin kavîden yardım istemesi ve Allah'ı çağırmasıdır. Ve mü'minlerin silâhıdır. Her dînde, her ibâdetden sonra Allah'dan istenir. Bu isteme de Cenâb-ı Hakk'ın hoşuna gider. Hazret-i Allah Kur`ân-ı Kerîm'de, "ادْعُون۪ٓي اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ üd'ûnî estecibleküm" yani, "Bana duâ edin, ben sizin duâlarınıza icâbet edeyim, isteklerinizi yerine getireyim" buyurmuş ve Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma da, "Yâ Mûsâ, hayvanlarının, davarlarının, hayvanlarının yemini dahi benden iste" demişdir. Kullardan istediğimiz vakitde kullar bizden nefret eder ve yüz çevirirler. Biz Allah'dan istemezsek, Allahu Teâlâ bize gadab eder. 
İnsanlar zayıfdır, Allahu Teâlâ kavîdir. İnsanlar mağlûbdur, Allahu Teâlâ gâlibdir. İnsanlar fânîdir, Alllahu Teâlâ bâkîdir. Öyleyse zayıfın kavîye sığınması, âcizin gâlibe güvenmesi şartdır. Öyleyse duâ bunu isbât etmekdedir. 
Duâda şart Allah'a emir değildir. Zîrâ emir yüksekden dûn olan kimseye olur. Altda bulunan kimse üstde olana emir veremez. Altda olan kimse üstde olandan istediği vakitde, niyâz ve ricâ eder. Âmir ise mâ-dûnuna emreder. İki kuvvet müsâvî olursa, ona iltimas derler. O da ricâ ile olur, birbirlerine ricâ ederler, ricâ ile yapdırırlar bu işi. Öyleyse kulun istediği Allah'a emir değildir. 
Şimdi anlatacağım zâten bu duâ meslesinde havâss ile avâmın hâdisesini söyleyeceğim. Tevekkül meselesinde söylediğimiz gibi. Kul Allah'a emretmiyor, kul ricâ ediyor ve niyâz ediyor. Çünkü isteği yerine getirilecek ya getirilmeyecekdir. Yalvarıyor çünkü acze düşmüşdür. Âcizdir, fânîdir çünkü, bâkîye ihtiyâcı vardır. Mağlûbdur gâlibe sığınması lâzım geliyor. Öyleyse bu bir emir olamaz ancak niyâz olabilir. O da gözyaşıyla isteyerek böyle boynu bükük kalbi kırık ve Cenâb-ı Hakk'a ilticâ eder kul. Bu emir değildir. Emir yukarıdan aşağı olur. Yani Allah kula emreder. Kul Allah'a duâ eder ve niyâz eder. 
Tasavvufda duâ, bir şey istemek için değil, Allah'ın emrine itâat etmekden dolayı duâ edilir. Bir şey istemek için değil. Allah diyor ya, "Bana duâ edin" diye. Bunun karşısında bir şey istemez. Allah'ın bu emri yerine gelsin diye duâ eder. Çünkü duâ bulunduğu hâlden başka bir hâle yani bulunduğu dar bir hâlden refah bir hâle geçmesini arzu etmekdir. Halbuki böyle olunca bir kul, tasavvufda yani ekâbir olan zevât, hâlinden râzı olmaması çıkar ortaya ki, o vakit o nasıl Allah'a mukarreb olmuş olur. Nedir öyleyse? "Mâdem ki Allah bana duâ et dedi, ben karşısında bir şey istemiyorum ama bu emir yerine gelsin diye duâ ediyorum" derler, Allah'dan bir şey istemezler sôfiyye kısmı. 
Nebîler ve velîler, şahısları için bir şey istemezler, etdikleri duâ, ancak emr-i ilâhînin yerine gelmesi içindir, halk için isterler. Bir de bunda ne vardır, ümmeti talîm vardır. Ümmetin Allah'dan istemesini temîni öğretmek içindir. 
Biz şimdi gelelim avâm duâsına yani halk duâsına gelelim. Halk ister Allahu Teâlâ'dan. Ne ister? Kendine hayır mıdır, şer midir bilmeyerek ister. Çocuğu olmayan Allah'dan çocuk ister, bilmez ki istikbalde gelecek çocuk onun başına belâ olacakdır. Haberi bile yokdur. Birisi para ister, zengin olayım der, bilmez ki zenginlik onun başına felâket getirecek. Belki yani kayıtlı konuşuyorum. Bazı kimse mansıb ister devletden, işte başvekil olayım, reisicumhur olayım filan filan diye, arzusu vardır ve Allah'dan ister bunu yani. Bilmez ki o başvekil olduğu vakitde nihâyetinde idâma gidecekdir. Yâhud reisicumhur olduğu vakitde büyük bir sûikasda uğrayacakdır. Bilmez bunu, Allah'dan ister mütemâdî sûretde. Şimdi avâmın bu isteklerini Cenâb-ı Hakk onun hakkında hayırlıysa ve o kulu seviyorsa, neyse onun hakkında hayırlı olacak olan o şekilde tecellî eder. Yani evlad istediği hâlde, evlad vermez ona. Çünkü başına belâ olacak. Seviyorsa eğer. Sevmiyorsa, istediğini verir, o çocuklar onu mübtelâ kılar. Hepsi böyle yani ne kadar misâl verdiysek. Seviyorsa eğer o kulu, o istediğinin kendi hakkında hayırlı olup olmadığını bilmediğinden dolayı, vermez. O mahrûm kaldım zannetmesin. Duâsı müstecâb olmuş, ebedî âleme iş taalluk etmişdir. Sevmezse, istediğini verir, başına belâ eder. 
Tasavvufda ise duâ, kendisi velî olmak münâsebetiyle, yani Allah'ın dostu ve mukarrebi, halkın saâdet ve refahı ve necâtı için duâ eder. Çünkü bir iltimasdır yani. Cenâb-ı Hakk sevdiği için onu, onun isteğini reddetmez ve halk için de istemesinden dolayı, halka bu refahı, saâdeti verebilir. İsterse vermez. Bazen verir. 

Sunucu, "Eğer hâl böyleyse, eğer biz kendimiz için neyin hayırlı olduğunu bilmiyorsak ve isteğimizin bize verilip verilmeyeceğini bilmiyorsak, o zaman niye duâ etmemiz emrolunmuş, bunun hikmeti nedir?" diye sorunca Efendi Hazretleri "Kula aczini bildiriyor" buyurdular. 

Bu defa sunucu "Yani duâ nefsimizi gördüğümüz bir ayna mı oluyor?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki:

Değil mi ya? Aczini gösteriyor işte. İsteğin arzun olmuyor. Bu Hakk'ın varlığına bir delîl. Bizim aklımızın mâverâsında bir akıl, akl-ı küll, bizim aklımızın mâverâsında bir kuvvet-i kudsiyye olmasa herkes istediğini yapabilirdi. Bu duâ, lisânla isteniyor, gerçi elle de bu iş yapılabilir ama. Öyleyse kulun her arzusunun eline gelmemesi, Hakk'ın varlığına bir delîldir. Kulun zâten istemesi, duâsı, bir kudret sâhibini kabûl ediyor ki ondan istiyor. Onun verici olduğunu kabûl ediyor. Îmânın bir vechesi o. 
Şimdi ben birkaç misâl vereceğim ona, çünkü mevzûmuz ağırdır, bu hikâye herkese revnâk verecek. Şimdi onu söyleyeceğim. Gene toplu bir söz. İnsan Allah'dan ne isterse istesin, Cenâb-ı Hakk'dan hayırlısını istesin. "Yâ Rabbi, hayırlıysa bana ver, benim hakkımda hayırsızsa bana verme" dememiz lâzım gelir. Çünkü isteklerimizin bizim hakkımızda hayırlı olup olmayacağını biz bilmiyoruz. Ama istiyoruz, arzumuz var. "Herkesin çoluğu çocuğu olsun da benim niye bir evladım olmasın, babalık şerefinden mahrûm kalayım. Yâ Rabbi bana evlad ver" diyorum, istiyorum. Tabiî istemek lâzım bunu. Ama bu ya kabûl olur, ya kabûl olmaz. Bu istemek, bir kudret-i külliyyeye boyun bükmek, kendini hiçe saymak ve âciz olduğunu ona isbât etmekdir. Şimdi üç şeyle misâl vereceğim buna, kıssa ve hikâye ile. İnşâallah cemiyetimiz, topluluğumuz daha güzel, meclisimiz daha güzel zevklenecek ve süslenecekdir. 

Üç peygamber Benî İsrâil zamanında geliyorlarmış, bir hayvan iskeletine rastgelmişler. Ama hayvan çürümüş, senelerce, yıllarca evvel yaşayan bir hayvan böyle binlerce yıl evvel. Dediler, "Yâ Rabbi, ne kadar cesîm bir hayvanmış bu". "Haydi Cenâb-ı Hakk'a duâ edelim bunu diriltelim" dediler. Peygamber bunlar ama. Biri ellerini kaldırdı, dedi, "Yâ Rabbi, bunun kemiklerini sinirlerini biraraya getir". Diğeri elini kaldırdı, dedi, "Yâ Rabbi, bunun derisini ve tüylerini meydana getir". Ve Cenâb-ı Hakk onların duâsını kabûl etdi hemen, derhal o hayvan, eski hâlini aldı. Yalnız canı yok. Üçüncü peygamber dedi ki, "Yâ Rabbi, bu bizim hakkımızda hayırlıysa bunu dirilt ve illâ diriltme" dedi. Hemen kemikler dağıldı. Ve Allahu Teâlâ ona ilhâm etdi ki, onlara vahyetdi ki, "Eğer hayır kelimesini kullanmasaydınız, dirilit diye duâ etseydiniz, duânızı kabûl edip diriltecekdim fakat sizin üçünüzü de yiyecekdi bu hayvan. Hayırlı kaydını koyduğunuz için o belâyı def etdim sizden" dedi.   

Sunucu, "Benim bundan anladığım, Allah'ın lutfuyla duâlar kabûl olur veya olmaz, her şey buna bağlı" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Yooo! Vermediği olmaz kullarına ama âhirete taalluk eder. Çünkü yakışmaz onun saltanatına bir kul gelsin ondan bir şey istesin de onu kapısından mahrûm etsin. Biz insanken kapımıza gelen fukarâyı boş çevirmeyiz. Ama ne yapar? Hayırlı değilse onun hakkında öteki, ebedî âleme taalluk etdirir, orada verir.

Efendi Hazretleri, "Nefahatü'l-Üns'de bir hikâye var, onu anlatalım, vakit varsa eğer" buyurdular. Sunucu "Üç dakîkamız var" deyince, "bitmez" buyurdular ve hikâyeyi anlatmakdan vazgeçdiler. 

Sunucu, "Sôfiyyeden olmayanlar arasında dinler arasında duâ bakımından fark var mı? Meselâ hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâma duâ ediyorlar. Müslümanlıkda Muhammed aleyhisselâma duâ etmek var mıdır?" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Hayır, ona salavât okuruz biz Allah'a duâ ederiz. Ama O'nun hürmetine isteriz, sevdiği için O'nu, "Yâ Rabbi sevgili Muhammed'in hürmetine bize bunu ver" deriz. 

Sunucu, "Demek ki islâmda Muhammed peygambere ulûhiyyet isnâd edilmiyor" deyince Efendi Hazretleri, "Hayır, yooo. Abd, abd, kul" buyurdular. 

Sunucu, "Öyleyse, islâm ve yahudilik birbirine daha yakın" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Onlar da muvahhiddirler. Mûsevîlik de muvahhiddir, Allah'ı bir bilirler onlar. İslâm dîni de tevhîd dîni, onlarınki de tevhîd dîni. Yalnız onlarda başka bir şey var, mücerred mûsevîler Allah'ın kullarıdır, diğerlerini saymıyorlar, diğerlerini ikinci safa sayıyorlar. Yani bir iltimas tanıyorlar kendilerine. 

Sunucu, "Bu, mûsevîlikde de bir münâkaşa konusu" deyip kısa bir kapanış konuşması ile programı sonlandırıyor.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder