Sayfalar

10 Ağustos 2025 Pazar

Tasavvuf ve Dervîşlik - Radyo Sohbeti - 27 Kasım 1981

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerine Amerika'daki bir radyo programında sunucu sordu, dedi ki "Bazı mistikler toplumdan uzaklaşıyor, inzivâya çekiliyorlar. Anladığım kadarıyla aşk yolunda ise insanlığa hizmetin büyük önemi var. Bizi bu konuda aydınlatır mısınız?". Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Aydınlatalım, bildiğimiz kadar, söylediğimiz kadar. İslâm sôfiyyesinin birinci maddesi, Allah'ı bilmek, Allah'ı bulmak ve Allah'ı sevmek ve Allah'a ibâdet ve aynı zamanda, mahlûkât-ı ilâhiyyeye şefkatden ibâretdir. Bizde de uzak dağlara çekilme olabilir. Fakat nefsini tezkiye etmek için bu yapılır ama halkın şerrinden, halkın kötülüğünden kaçmak için değil. Kendi kötülüğünden halk incinmesin içün yapılır. Zîrâ halkın şerrinden kaçmak için yapılırsa, bunu yapan kimse kendini halkdan üstün görmüş olur ki, islâm sôfiyyesinde insanın kendisini herkesden dûn görmesi, herkesden aşağı görmesi lâzım gelir. Onun için bazen biz de nefsi tezkiye bakımından, terbiye bakımından tenhâ yerlere çekiliriz. Ona halvet tabîr edilir bizde. Halvete çekiliriz ama bu nefsimizi terbiye bakımından. Nefsimizle halka eziyet edeceğimizin farkına vardığımız vakitde biz bunu yaparız. Nefsimiz ıslâh olsun, halka eziyet cefâ etmesin için. Halk bizim kötülüğümüzden kurtulsun için yaparız. Aradaki fark budur. 

Bizde dağlara çekilmek, yâhud halvete girmek Allahu Teâlâ'nın kalbimizde tecelliyâtıyla olur. Allah bize onu ilhâm eder. Hakk'ın ilhâmıyla dağlara çekiliriz. Yâhud bizim şeyhimiz terbiye bakımından bizi ne yapar, halvete çeker. Mürşidimiz yani. Onlar ise kendileri çekiliyorlar dağa, istekleriyle çekiliyorlar. Biz Hakk'ın emriyle çekiliriz. Nitekim Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm peygamberliğini izhâr etmeden evvel, peygamberliğini ilân etmeden evvel, kendisi dağlara çekilmişdi. Hira Dağına çekiliyordu. Ama kendi isteği ile değil. Allah ona Hıra Dağına çekilmeği ve halkdan uzaklaşmayı sevdirmişdi. Yalnızlık kendisine sevdirildiği için çekiliyordu. Ve nitekim de orada bulunduğu müddetçe Hakk Teâlâ'nın ibâdetiyle meşgûl oldu ve nihayetinde Cebrâil ona geldi. Cebrâil vahiy getirdi kendisine ki Buhârî-i Şerîf'de bu beyân edilmekdedir. 
Gene aynı zamanda Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, "Dağa çekilip tek başına ibâdet etmekden, halkın içinde bulunarak, halka hizmet ederek, halkı irşâd ederek, halkın zulmüne tahammül etmek, tek başına dağa çekilip ibâdet etmekden Allah'a daha sevgilidir". Dağa çekilen, ibâdet yapar ve kendi nefsini kurtarır. Halkın içinde bulunarak, halka hizmet etmekle, halkı irşâd etmekde bulunan kimse, halkı irşâd eder. Kendini cehennemden koruyanla, halkı cehennemden kurtaran bir değildir. Elbet ki halkı kurtaran muhteremdir. 
Hattâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, birgün mescide girdi. Orada iki zümre halk vardı. Birisi ilme çalışıyorlardı, bir kısmı da Allah'ı zikrediyordu. Ve yanındaki bulunan arkadaşı Ebâ Hureyre'ye dedi ki, "Yâ Ebâ Hureyre, bu ilme çalışanlar mı efdaldir, zikr-i ilâhî ile meşgûl olanlar mı efdaldir?" diye sorduğunda, Ebâ Hureyre Peygammberimiz'e, "Yâ Resûlallah, "Hakîkati siz bilirsiniz, Allah ve Resûlü bilir" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber buyurdu ki, "Tek başına burada zikredenler, nefslerini cehennemden koruyorlar, ilim tahsîl edenler ise halkı cehennemden kurtarıyorlar" dedi. Bu sözle apâşikâr, gün gibi âşikâr oldu ki halka hizmet etmek, halkı kurtarmak, kendini kurtarmakdan efdaldir. Ve her milletde de bu böyledir. Bir gemi batdığı vakitde, kendini kurtaran başkadır, halkı kurtarmak için kendini fedâ eden elbet ki herkes tarafından takdîr olunur. İşte gemi batarken kendini kurtaranlar, tek başına kurtaranlar, dağa çekilenler gibidir. Halkı kurtarmaya çalışanlar ise, onlar halkın içinde bulunup halka hizmet ederek, halka yardım edenlerdir. Elbet ki halkın içinde bulunup halkı kurtarmak, kendini kurtarmakdan elbet ki daha takdîre lâyık ve şâyândır. 

İki kardeş, aralarında şöyle bir mukâvele etseler, deseler ki, "Sen çalış bana bak, ben tek başıma ibâdet edeyim, ben çalışmayayım". Şimdi bunların hangisi efdaldir? Çalışı ona bakan mı, yoksa çalışmadan zikreden mi, Allah'a ibâdet eden mi? Hangisi efdaldir? Elbette ki çalışan ve çalışarak Allah'a ibâdet edene bakan efdaldir. 

Bu medeniyyet dünyâsında, bu medeniyeyeti kurtaranlar, insanlığı kurtaranlar, nefsini kurtaranlardan daha efdaldir. Zîrâ halkı kurtaranlar bu medeniyyeti kurmuşlardır, mücerred nefsini kurtaranlar değil. Ama nefsini tezkiye için, kendini halk arasında ıslâh edemeyen, kalbini tezkiye için bir dağa çekilirse, bir müddet için, bu belki fazîletli olabilir ama halka hizmet etmekden fazîletli olmaz. Şimdi size hikâyesini anlatacağım. 

Bir zât vardı, dağda velî olmuşdu, evliyâ olmuşdu. Yani dağa çekilmiş, orada halkdan kesilmiş, orada evliyâ olmuşdu. Bir velî de vardı, şehir içinde halka hizmet ederdi. Dâgî olan evliyâ, dağda yaşayan evliyâ, birgün bu şehirde bulunan evliyâyı ziyârete geldi, gelirken de mendiline süt doldurdu. Mendile! Mendiline süt koydu ve getirdi, şehirde yaşayan evliyâya dedi, "Dağın sütü gâyetle iyidir, yağlıdır, sana süt getirdim" dedi. Ama mendilde! İnce mendilde. O Hazret dedi ki, "Onu duvara as" dedi, duvarda çivi vardı. O, mendili duvardaki çiviye asdı. O zât kundurucaydı, o şehirde yaşayan velî, ayakkabı yapardı. Bir müddet sonra, bir kadın geldi onun yanına, dedi ki, "Yâ Şeyh, benim ayağıma bir ayakkabı yapar mısın? Ölçümü al" dedi. Ölçüyü verdiği vakitde, kadının erkeklerin şehvetini tahrîk edecek yerlerini gösterdi. Fakat şehirli velî, hiç buna aldıramadan kadının ölçüsünü aldı. Fakat dâgî velî, dağlı olan velî, kadının şehvet yerini görünce, hemen duvardaki süt başladı damlamaya. Yani mendil delindi, damlamaya başladı. Hiç ses çıkarmadı, sonra giderken o dâgî velîye o da mendilin içerisine ateş doldurdu ve dedi ki, "Dağ soğuk olur, sen bu ateşle ısınırsın" dedi. Mendil yanmıyordu, ona teslîm etdi. Gösteriyor ki, halk içinde bulunarak velî olanlar, halka hizmet edenler, tek başına velî olanlardan daha efdaldir. Bu hikâye bunu göstermekde. Anlaşılıyor ki halk içinde olup da gönlü Hakk'da olanlar efdal. Yani halkın içinde oluyor, halkın içinde halvet yapıyor, yani halkın içerisinde dağa çekiliyor, halkın suçlarını görmüyor, kötülükleri görmüyor, o efdal. Bak dağdaki gelip görünce derhal evliyâlığı bozuldu onun. Ve dedi ki ona, "Dağda evliyâlık yapmak kolay, erkeksen gel de şehirde yap evliyâlığı" dedi.

Onun için bizim islâm sôfîleri, elleri kârda, gönülleri yârdadır yani elleri kârda gönülleri Allah'dadır. Bir adam bir parayı tutduğu vakitde, elleri kirlenebilir. Onu sabunla, suyla yıkayabilir. Para muhabbetini kalbine sokarsa, orasının yıkanması gâyetle güçdür. Kalb, kolay kolay yıkanmaz ama el yıkanır. Onun için bizler, biz İslâm sôfîleri, zâhirde ticâretle, işle, halka hizmetle meşgûl oluruz, her ânda, her zamanda, her mekânda kalbimiz Allah'dadır. Allah bizim kalbimizdedir. Allah bizim kalbimize tecellî eder.
Nice insanlar var ki, şehirde yaşıyorlar, gönüllerinde dünyâ yok. Nice insanlar var, dağlara çekiliyorlar, fakat gönülleri dünyâya bağlı.

Sunucu, "Efendi'ye bir soru sormak istiyorum, sôfîlikde dervîşin nefsini yenebilmesi, kalbini aşka açabilmesi ve bunu diğer dervîşlerle paylaşabilmesi için şeyh tarafından verilen şeyler nelerdir?" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :  

Evvelâ sohbet, konuşma, mürşidleriyle beraber. Sonra râbıta. Sonra zikir. Sonra murâkabe. Bu dört şeyle olur bu iş. Evvelâ sohbet, konuşma, mürşidle konuşma. Zîrâ sohbet şuna benzer. Bir kadınla bir erkek evlenirler, çocukları olması için, malûm olan muameleyi görürler. Sohbetde şeyhin dili, erkek vazîfesindedir, mürîd ister kadın olsun ister erkek olsun, mürîdin kulağı kadın vaziyetindedir. Nasıl ki erkek kadınla ictimâ eder çocuk olursa, sohbetde de dille, kulakla ictimâ olunur. Âlet ve uzuvla yani erkeklik ve kadınlık âletiyle tekarrübde çocuk rahimden olur, şeyh ile dervîş arasındaki evlad için yapılan ictimâ, dille, kulakla olur ve bu çocuğun olduğu yer de kalbdir. Birisi rahimde, biri kalbde meydana gelir. Kalb çocuğu, kalb çocuğu. Tabii bunların şartları vardır. Nasıl rahim çocuğu, erkek yâhud kız oluyorsa, kalbden olan çocuk da ya erkek olur, ya kız olur. Çocuk erkek olursa, mürîd mürşid olabilir, halkı irşâd edebilir. Çocuk erkek olursa, kalb çocuğu. Eğer çocuk kız olursa o vakit halkı irşâd edemez, nefsini irşâd eder.
Bu izdivacda mürşid şeyh, mürîd de onun talebesi demekdir. Şeyhinin, hocasının, üstâdının verdiği derslere devâm eder, ona bedenen hizmet ederse ve mâlen hizmet ederse, hayır hasenâtda, şeyhin cebine vermek değil, hayır hasenâtda, maddeten manen hizmet ederse, çocuk erkek olur. Bedenen hizmet edip, mâlen hizmet etmezse yâhud mâlen hizmet edip bedenen hizmet etmezse, çocuk dişi olur. Bu ahdi yerine getirmeyen kimsenin çocuğu düşer, düşük olur, doğmadan düşer. Yani bu ahdleri yerine getiremezse, efendisinin, mürşidinin verdiği dersleri yapmaz, mürşidine bedenen de mâlen de hizmet edemezse o vakit çocuk düşer. O adamdan hayır gelmez. Yani dervîş olamaz o adam ve mürşid de olamaz. Acaba îzâh edebildim mi? İşte onun için evvelâ sohbet lâzım, sohbetle olur iş.
Meselâ bu neye benzer? Bir milletin içerisinde devletine, milletine mâlen, bedenen hizmet edenler vardır. Kimisi mâlen hizmet eder, kimisi bedenen hizmet eder. Kimisi hem mâlen hem bedenen hizmet eder. Bunun yanında mâlen de bedenen de hizmet etmeyen insanlar vardır. Ama o gene aynı milletdendir. Buna benzer. Yani dervîş olur ama kâmil olmaz, fakat dervîş sayılır. Çünkü bir sürü satıldığı vakit, içindeki uyuz, topal, bunlar hesâba katılmaz, sürünün içinde ne varsa, hepsi birden o sürüyle berâber gider. Dervîş sayılır ama adam olmaz.

Deminki soruda bir şey aklıma geldi şimdi benim. Râhibler dağa çekiliyorlar. Yani dağın Allah'ı başka, şehrin Allah'ı başka mı? Allah birse eğer, insan şehirde de adam olabilir, dağda da adam olabilir. Mâdem ki Allah birdir, dağa çekilmeğe lüzûm kalmaz yani. Onun için bizim sôfîlerin büyükleri demişler ki, "Kızdırmak ateşdedir sacda değildir". Biliyorsunuz sac, demirden yapılır, üzerinde ekmek pişirirler Anadolu'da, Türkiye'de. "Kızdırmak ateşdedir sacda değildir, dervîşlik başdadır tacda değildir". Tac da dervîşlerin giydiği külâh, tac derler ona sôfiyye lisânında. Kızdırmak ateşdedir sacda değildir, dervîşlik başdadır taçda değildir, külâhda değildir. Ararsan Allah'ı kalbinde ara, Kudüs'de, Mekke'de, dağda, hacda değildir. Allah külli yere kâdirdir, her tarafa muhîtdir yani. Allah her yere kâdir, hâzır ve nâzırdır, her şeyi ihâta etmişdir. Allah'ın mekânı yokdur, mekânların mekânı Allah'dır.

Sunucu, "Aşk mıdır dervîşi şeyhe bağlayan kuvvet? Dervîşin şeyhe olan aşkı nasıl bir aşkdır? Sizin topluluğunuzda dikkatimi çeken olağanüstü özelliklerden biri de, dervîşlerin gerek birbirlerine karşı gerek size karşı olan muhabbeti çok ama çok büyük. Bu eşsiz bir özellik ve aynı zamanda sizin irşâdınızın da bir tezâhürü. Çok merak ediyorum, tasavvuf yolunda aşkın farklı tezâhürleri nasıl ortaya çıkıyor?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

İnsanlarda sevgi hassası çokdur. İnsanın evlâdına sevgisi vardır,  Allah'a sevgisi vardır, Peygamber'e sevgisi vardır, sevdiğine sevgisi vardır, karısına sevgisi vardır, kocasına sevgisi vardır. Bu sevgiler hep derecât iledir. Evlâdına sevgisi şefkatinden, Allah'a sevgisi Hakk'a muhtâc olduğundan ve Hakk'la yaşamak ve Hakk'la olmak dolayısıyladır. Peygamber'e sevgisi îmânındandır. Karısına sevgisi şehvetindendir. Bidâyetde şehvetle başlar fakat sonra rahmet ve şefkate döner. Dervîşânın arasında bulunan muhabbet, muhabbetullahın tezâhürüdür. Yani Allah'ı sevmenin tezâhürüdür. Mâdem ki dervîş Allah'ı seviyor, bütün dervîşler Allah'ı seviyorlar, hepsi Allah'ı sevdiklerinden dolayı birbirlerini severler, Allah o muhabbeti onlara ihsân eder.

Aşk ve muhabbet, insanların irâde-i cüziyyesinde değildir yani senin anlayacağın, insanların isteğinde değildir. Aşk ve muhabbet, Hakk tarafından verilir. Yani kalbin temâyülü, kalbin meyli insanların irâdesinde değildir. Şimdi, böyle olunca, dervîşânın arasındaki muhabbeti Allah onlara ihsân ediyor. Onlar kisb etmeden, onlar arzu etmeden Allah onlara bu muhabbeti verir. Çünkü muhabbet, Allah'ın kudretindedir. İrâde-i cüziyyede değil, irâde-i külliyyededir yani. Küllî irâde var ki Hakk'ın irâdesi. Cüzî irâde var, bizim irâdemiz. Aşk ve muhabbet, cüzî irâdede değildir. Sen beni seversin, ben seni sevmem.

Bu muhabbet de üç kısımdır. Bir muhabbet vardır, insan yemeden, içmeden, uyumadan yaşamadığı gibi sevgilisini görmeden duramaz. Çünkü onun için helâk durumundadır. Su içmese bir adam, yaşayamadığı gibi. Hava almadan yaşayamadığı gibi. Yemeden yaşayamadığı gibi. O da sevgilisini görmeyince duramaz. Birinci muhabbet budur. İkinci muhabbet, ihtiyâcı olduğu vakitde sevgilisini görür. O sevmek değildir, menfaatidir. Meselâ insan yüznumaraya muhabbetlidir. Neden? İhtiyâcını görmek için. İhtiyâcını gördü mü oradan çıkar dışarıya. Bir dahaki ihtiyâcına kadar bir daha oraya varmaz. Üçüncü muhabbet nezle gibidir. Sen beni seversin, ben seni sevmem, nezleden kaçar gibi senden kaçarım ben.

Muhabbetlerin karşılıklı olması lâzımdır. Dervîşlikdeki muhabbet karşılıklıdır. Allah bu muhabbeti dervîşlerin kalbine koymuşdur, onlar birbirlerini severler. Allah'ın verdiği bir mevhibe-i ilâhîdir, Allah'ın bir hediyesidir yani. Onun için severler birbirlerini. 

Sunucu, "Tasavvuf yolunda aşkın farklı şekillerini nasıl ayırd edebiliriz ve hakîkate aşk yoluyla nasıl yaklaşabiliriz?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki : 

Allah sevgilerinden gayrı sevgilerin hepsi geçicidir, fânîdir yani geçicidir. Meselâ bir kadını seversin, gençken, güzelken. Yaşlandı mı ondan derhal yüzünü çeviriyorsun. "Hayır çevirmedim" dedin, öldü, beraber kabre girmezsin. Demek ki o sevgi fânîdir. Çocuğa karşı şefkatin ve sevgin vardır. Bu da bir müddet için böyledir. Yarın çocuğun sana âsî olup isyân etdiği vakitde, yâhud sana karşı çıkdığı vakitde, ona karşı kalbinde bir soğukluk hissedersin. Aşk sarsılır yani. Onun aşkı da fânîdir. O da gelip geçicidir. Annene babana da kezâ böyledir. Zîrâ anneye babaya olan muhabbet ve hürmet de böyledir ama bir sevgiliyle anlaşırsın, sevgili der ki, "Anneni istemiyorum, babanı istemiyorum" der, sen anneni babanı bırakır sevgilinle gidersin. Bu sevgiler hepsi fânî sevgilerdir. Allah sevgisi ise bâkîdir. Hayatda, kabirde, mahşerde Allah sevgisi ile beraber olursun. O ebedî sevgidir. 

Ve hayatımızda biz bunun içinde yaşamakdayız. Bunu da îzâh edebilirim yani. Meselâ bir adam memûrdur, âmirdir, büyük vazîfeleri vardır filan, halkın arasında yükselmişdir, onun bir takım dostları vardır etrâfında. O adam o vazîfeden düşdü mü, dostların bir kısmı onu terk ederler. Çünkü onların aşkı, muhabbeti o zâta değildir, onun vazîfesindedir. Güzel bir adam, etrâfında dolaşanlar olur. O güzelliği solup hastalandı mı, bir çok insan onu terk eder. Onlar o zâtın sevgilisi değildir, onun gençliğinin, güzelliğinin sevgilisidir. O zâyi oldu mu o da gider. Velhâsıl, bunu daha uzatırsak böyle uzar bu gider. İnsanlardan hiç ayrılmayan sevgi, vazîfede, vazîfeden düşmüş, zengin, fakîr, hasta, sıhhatli, hiç ayrılmayan sevgi, Allah sevgisidir. Tasavvuf, halka bunu telkîn eder. O sevgi seninle beraber, kabirde seninle beraberdir. İnsanın en sevgili arkadaşı, kabre kadar insanı götürür ve orada iki damla gözyaşı döker, bırakır gelir, seninle beraber kabre girmez. Ama Allah sevgisi kabirde de seninle beraber, mahşerde de seninle beraber, cennetde de seninle beraberdir. 

Allah bizi kendi muhabbetinden, aşkından ayırmasın. Çünkü kul fânîdir, Allah bâkîdir. Nasıl olur, fânî bâkî olana âşık olabilir? Allah kula tâlib olur. Allah kulu sever, kul da Allah'ı sever. Allah aramızdaki bu sevgiyi bizden almasın, dâimâ Allah'ın aşkında, Allah'ın muhabbetinde olalım. 
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder