Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde Sultan Murad'ın fazîletlerinden bahsederken buyurdular ki :
Hazînesinde pek fazla para tutmazdı Hazret. Mâl-ı ganâimi, hep fukarâ-yı müslimîne ve Medîne ve Mekke ve Kudüs müslümanlarına, oradaki bulunan fukarâya gönderirdi.
Bir gün Fazlı Paşa'ya demiş ki, Âşıkpaşa Târihinde yazılı, demiş ki Fâzlı Paşa'ya, sadrazamına, "Fazlı, bana biraz para ver" demiş, "biliyorsun ki bizim cedlerimiz Kudüs'e, Medîne'ye ve Mekke'ye para gönderirlerdi. Şimdi o vazîfe bize düşdü fakat hazînede para yok, onun için bana biraz ödünç para ver" demiş. Bilmem kaç bin kese akçe ver demiş. Yani çok büyük bir meblağ. Fazlı Paşa da demiş ki, "Pâdişâhım, canım fedâ olsun, her şey senin ama, pâdişahların kasası, hazînesi boş olmamalı" demiş.
Devlet hazînesinde para var hâ! Osmanlıda iki hazîne var. Zamânımızda insanlar yanlış bilirler. Pâdişâhlar hazîneyi soymazlar, milletin hazînesi başkadır, bir de pâdişâhın ferdî hazînesi var, şahsî hazînesi vardır. O câmiler filan, hep ceyb-i hümâyûndan yani pâdişâhın hazînesinden yapılır, halkın parasıyla yapılmaz. Meselâ Süleymâniye Câmisini sultân kendi yapdırdı. Harbden aldığı mâl-ı ganâimle yapılmışdır o. Artan parayla da Hesap Çeşmesi yapıldı. Bir çeşme var ya önünde, artan parayla işte o çeşme yapıldı. Yoksa devletin hazînesinden halkın parasını alıp câmi yapdırsın, öyle şey olmaz! Kese-i hümâyundan. Onu kimsenin bildiği yokdur. Bir pâdişâhın kendi kesesi var, bir de devlet hazînesi vardır. Meselâ gene pâdişahlar içerisinde, devlet işi olduğu vakitde iş görürken devlet mumunu yakan, devlet işi bitdi mi, şahsî işi olduğu vakitde onu söndürüp kendi mumunu yakanlar vardır. Yaaa! Ne zannediyorsun! Yaaa böyle. Kendi şahsî işini görürken kendi mumunu yakıyor, kendi parasıyla aldığı mumu yakıyor, öyleleri var.
Fazlı Paşa demiş, "Efendim, hazînenin boş olması olmaz". "E peki parayı nereden kazanalım da koyalım oraya parayı?" demiş. Fazlı Paşa demiş ki, "Reâya çok zengin" demiş. Reâyâdan maksadı yahudiler ve hıristiyanlar, müslümanlar değil. "Reâyâ çok zengin, mesele ihdâs edelim, onlardan vergi toplayalım, sen hazîneyi doldur" demiş. Aman efendim! Sen mi bunu söylüyorsun! Pâdişahın gözleri fal taşı gibi açılmış, bağıra bağıra gırtlağının damarları çıkdı dışarıya diyor, alnındaki bu damar böyle fışkırdı, "Sen bana neler söylersin! Benim askerim gâzî askerdir. Benim askerim i'lâ-yı kelimetullah için gazâ eder. Haram yiyen asker, meydân-ı muhârebede sâbit-kadem olamaz. Bize üç lokma ekmek helâldir. Birisi kâfirden aldığımız haraç, ikincisi kâfirden aldığımız mâl-ı ganâim, üçüncüsü madenlerden aldığımız vergi. Bunlardan gayrı sen bana ibâdullahın kesesinden para yedireceksin de, askerime ben haram yedireceğim, düşmanın karşısında asker kaçsın mı! Azletdim seni! Cehennem ol, karşımdan defol! Ne paranı isterim ne seni!" diyerek Fazlı Paşa'yı azletdi. Sultan Murad bu!
Türbesinde tek başına yatıyor. Tek başın ayatıyor. Sormuşlar, demiş ki, "Allah bana azâb ederse, yanımda yatanlar benden rahatsız olmasın" demiş. Üstüne örtü de koydurmamış. Açık toprakdır, üstü delikdir. Yağmur üstüne yağsın diye. Onu da sormuşlar, "Dünyâ saltanatını sürdük, âhiretde Allah'a karşı salatanat olmaz" demiş, "tevâzu lâzımdır".
Ve ol dahî Sultan Murad hasleti, ol dahî 'imâretler yapdı ve her yıl üç bin beş yüz fülori Kuds-i Şerif' e ve Halîlürrahmân'a ve Medîne-i Resûl'e ve Ka'betullah'a gönderirdi.Ve her yıl kendünün 'âdeti buydu kim olduğu şehirde bin fülori seyyidlere kendi mübârek eliyle üleşdirirdi. Ve her şehirde kim olurdu, atası dedesi akça üleşdirirdi, bu dahî ziyâdeler üleşdirirdi. Ve Engüri nevâhisinde Balık Hisârı dirler bir niçe köy vakf itdi Mekke'ye, hayli meblağlar hâsıl olur. İmdi, bu âl-i 'Osmân'ın hasleti eyidir ve hem olagelmişdir.
Sultân Murâd-ı Gâzî'ye kim Fazlullah Paşa vezîr oldu, gine her yıl Beytullah'a gönderilen fülori gönderilmeli oldu, pâdişâh eydür: "Fazlullah! Ol fülorüciği gine Halîlürrahmân'a ve Kuds-i Şerîf'e ve Ka'betullah'a ve Medîne'-i Resûl'e gönder kim Mevlânâ Yigân hacca niyyet itmiş ve hem alsun ol füloriyi anda Medîne-i Resûl'ün fakirlerine virsünler kim anlara huccâc varıncaya değin intizardadur."
Hazînede fülori bulunmadı, Halil Paşa'dan ödünç aldılar. Pâdişâh eydür: "Halil! Sakın rüşvet fülorisin virme!" Halil Paşa eydür: "Devletlü sultânım! Atamdan mîrâs kalan füloridir."Fazlullah gördi kim pâdişâhın gâh gâh helâl mala ihtiyâcı olur, eydür: "Devletü sultânım! Pâdişahlara hazîne gerekdir. Eğer sultânım buyurursa hazîne cem' ideyim" der. Pâdişâh eydür: "Nice cem' idersin?" Fazlullah eydür: "Bu vilâyetin halkında mübâlağa mal vardır. Pâdişâhlara gâh gâh bir sûret kurup almak câizdir" dir. Sultân Murâd-ı Gâzî eydür: "Hey Fazlullah! Bu söz ne sözdür ki söylersin! Bizim vilâyetimizde üç lokma helâl vardır, gayrı vilâyetde ol yokdur. Biri ma'denler, biri dahî kâfirden alınan harac, biri dahî gazâdan hâsıl olan maldır. Ve hem bizim leşkerimiz gâzîler leşkeridir. İmdi bunlara helâl lokma gerekdir" Dahî eydür: "Şol pâdişâh kim leşkerine harâm lokma yedirir, o leşker harâmî olur. Harâmînin hod sebâtı olmaz, hâli ney idüğü ma'lûmdur" Elhâsıl Fazlullah'ın 'azline bu söz sebeb oldu.
Efendi Hazretleri bir hutbelerinde de (25 Kasım 1983) Sultan Murad'ın fazîletinden şöyle bahsetmişlerdi :
II. Murad Han cennetmekân, yedi düveli Varna Ovasında mağlûb etmiş, öyle bir kahramandır, gâzîdir. Ve hayâtında iken tahtını oğluna bırakmış, tahtda da gözü yok. Kabrini gidip görürsen, Bursa'ya gidersen git uğra, kabrini göreceksin, sandukası üzerinde örtü de yokdur ve kubbesinin üstü açıkdır, oradan içeriye yağmur yağsın, kabrin üstüne diye. Mütevazi bir kabirdir. Yanına da kimse gömülmemişdir. Tek başına. Niye? Sormuşlar sultâna. "Azâb olunursam kimseye rahatsız etmeyeyim" demiş "oraya koyun beni" demiş. Fâtih'in peder-i âlîleri.
Efendi Hazretleri diğer bir hutbelerinde (22 Mayıs 1981) şöyle buyurdular :
İşitmedin mi ceddin, Sultân Murad, Kosova Muhârebesi meydanında, gidiyordu oradan, birisi sûikasd hazırladı pâdişaha, Birinci Murad Hüdâvendigâr Hazretleri. Dedi, "İslâm olacağım, bana bir su verin" lütfen dedi. Pâdişah bizâtihî yaralı kâfire, düşmanına su veriyordu, pâdişaha ne yapdı, sûikasd yapdı ve pâdişahı şehîd etdi. O da akşamdan duâ etmişdi gece zâten, "Yâ Rabbi, ordumu muzaffer et, beni orduma kurban et" demişdi. Duâ müstecâb olmuşdu. Geçiyoruz.Efendi Hazretleri diğer bir hutbelerinde (25 Kasım 1983) Sultan Murad'ın âlimlere ve ilme verdiği değer hakkında şöyle buyurdular :
Fâtih Hân, küçük bir çocukken hiç ders okumazmış, hep hocayla alay edermiş. Hiç bir hoca onu okutamamış. Tabii şehzâde olduğu için vuramıyorlar, dövemiyorlar. Sonra Fâtih'in peder-i âlîsi olan Sultân İkinci Murad'a demişler ki, "Molla Gürânî Hazretleri var, bunu okutsa okutsa bir tek o okutabilir". Sultan Murad, Molla Gürânî'yi çağırtmış, "Hocaefendi saraya kadar gelsin" demiş. Hoca, pâdişâha cevap vermiş, "İlim ayağa gitmez, ilme gelinir" demiş. Pâdişah kızmamış ve bizâtihî gitmiş. Molla Gürânî, pâdişâhı hânesinde hoş karşılamış. Pâdişâh demiş ki, "Oğlum Mehmed biraz yaramaz, haylazca, eğer kabûl ederseniz onun tahsîlini sizden yapmasını istiyorum. Lutfen, kerem edin". Molla Gürânî Hazretleri de demiş ki, "Valla pâdişâhım ben şehzâde mehzâde dinlemem, döverim. Sonra sakın davaya filan kalkma". Pâdişâh, "Yook hocami, eti senin kemiği benim. Sen yeter ki Mehmed'i adam et, Allah'ın boyasıyla boya, dünyâsını ve âhiretini ona kazandır, devletini adl ile idâre etmesini ona öğret, ne yaparsan yap" demiş.
Molla Gürânî şehzâdeyi almış, okuturken, daha ilk dersde, bizim küçük Mehmed hocayla alay etmiş. İlel bahsi okuyorlarmış, Hoca, "kâle"nin aslı "kavale" deyince, şehzâde, Selânik yakınlarındaki beldeyi kasdederek, "hâ şu bizim Kavala" deyip hocayla alay etmiş. Hoca, şehzâdeyi bir dövmüş ama iyice benzetmiş. Şehzâde, "Ben sana göstereceğim. Pâdişâh babama seni söyleyeceğim" demiş ve ağlayarak babasına gitmiş. "Baba! Bu hocayı azlet" demiş. Pâdişâh, "Niye?" demiş. Şehzâde, "Beni dövdü" demiş. Pâdişâh, "Döver demiş". Şehzâde, "Nasıl döver? Sen pâdişâh değil misin? Ben pâdişâh oğlu değil miyim?" deyince Sultan Murâd, "Döver evlâdım, âlimler bizden büyükdür" demiş. "Biz zâhiren mülkün sultânıyız ama hakîkâtde bizim büyüklerimiz onlardır" demiş. Şehzâde, "Senden büyük adam var mı baba?" diye sorunca "Var tabii, âlimle bizden büyükdür" dedi. O vakit, şehzâde süklüm püklüm hocanın yanına geldi ve okudu. Artık sükût etti ve tahsîl etti.
Sultan Murad Hân, pek çok meziyetleri yanında, âlimlere ve âriflere büyük değer vermesiyle de tanınmışdır. Osmanlı Devletinde ilim, onun devrinde büyük bir ilerleme göstermişdir. O'nun himâyesindeki âlimler çok kıymetli çalışmalar yapmışlar, pek çok âlim yetişdirmişlerdir. Molla Yegân gibi Hızır Bey gibi, Hatibzâde Tâceddin gibi Fâtih devrinde şöhret bulan âlimler Sultan Murad zamânında yetişmişlerdir. Yine onun teşvîkleriyle Arabistan'dan, Türkistan'da ve Kırım'dan pek çok âlim gelmişdir. Meselâ Molla Gürânî, Alâeddin et-Tûsî, Şerefeddin Kırîmî, Seydi Ahmed Kırîmî, Alâeddin es-Semerkandî, Seydi Ali Arabî ve Acem Sinan gibi büyük âlimler hep başka diyarlardan gelmiş olan büyük âlimlerdir.
O devride en faal tarîkatlar Zeyniyye, Mevleviyye ve Bayrâmiyye idi. Sultan Murad Hân, Hacı Bayram Velî Hazretlerine büyük hürmet göstermiş, Hazret'in dervîşlerini vergiden muâf tutacak kadar onlara muhabbet beslemişdir. Sultan Murad Hân'a İstanbul'un fethinin kendisine değil oğluna nasîb olacağını müjdeleyen zât da Hacı Bayram Velî Hazretleridir. Nitekim halîfesi Akşemseddin Velî, Fâtih'in mürşidi olmuşdur.
Sultan Murad Han ilim müesseselerine de çok ehemmiyyet vermişdir. Meselâ Tunca kenarında inşâ etdirdiği Dârülhadîs ile Edirne'deki Üç Şerefeli Medrese, Fâtih döneminde Sahn-ı Semân kuruldukdan sonra dahi en itibarlı medreseler olarak faaliyetlerine devam etmişdir.
Sultan Murad Hân, oğlu Mehmed'in tahsîli için de çok ihtimam göstermiş, onu bir âlim gibi yetişdirmişdir. Nitekim bütün hocalarını yıldıran şımarık şehzâdeyi yola getirecek bir hoca araması ve o hocaya sınırsız yetki vermesi de pek manidardır. Nitekim yukarıda zikrolundu.
O devrin âriflerine gelince. Başda büyük mürşid Hacı Bayram Velî olmak üzere, Akbıyık Sultan, Yazıcızâde Mehmed Çelebi, Ahmed Bîcân Efendi, Molla Şeyhî, Şeyh Debbağlar İmamı, Şeyh Tâceddin, Şeyh Hasan Hoca, Şeyh Pîri Halîfe, Şeyh Velî Şemseddin hazerâtı da o devrin önde gelen ârifleri ve mürşidleridir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder