Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Envâru'l-Kulûb nâmındaki kitabında buyuruyorlar ki :
Bir zamanlar, Karadeniz ve Akdeniz müslümanların birer havuzu gibi idi. İspanya, müslümanların ellerinde bulunuyordu. İspanya müslümanları, ilim ve medeniyyette çok ileri bir seviyyeye ulaşmışlardı. Denilebilir ki, bugünkü Avrupa medeniyyeti, İspanya'daki müslümanlardan feyiz ve ilham almıştır. Fütûhât devri olan o çağlarda, müslümanlar Allah'ın kitâbını okur ve her işlerini ona uydurur, Kitâbullah'ı kendilerine rehber edinirlerdi. Allahu Teâlâ da her işlerinde onlara tevfîkini refîk eder, başarılarını artırırdı. Daha açık bir deyimle, dünyâ hayâtında Kur'ân-ı Kerîm ile âmil olmalarının mükâfatını, Mevlâ-yı Müte'âl onlara kat kat ihsân buyuruyordu. Sonradan, Kur'ân-ı Azîm'i bırakdılar, nefis ve hevâlarına uydular ve sonunda da belâlarını buldular. Hezîmetleri de o nisbetde acı oldu. Merhametsiz kâfirler, Balkan harbinde Türk müslümanlarına revâ gördükleri zulmün daha ağırını İspanya müslümanlarına tatbik etdiler, korkunç katliamlarla bütün müslümanları kadın, erkek, genç, yaşlı, hasta, sağlam, sakat veya çocuk demeden kılıçdan geçirdiler, birer ilim hazînesi olan kitaplarını ve kitaplıklarını başdan aşağı yakdılar. Aralarında canlarını kurtarmak için hıristiyanlığı kabûl edenleri dahi öldürdüler. Müslümanların yapdırdıkları bütün mabedleri, islâm eserlerini yıkdılar. Elhamra Sarayı hâriç olmak üzere hepsini hâk ile yeksân etdiler.
711 yılında bir avuç islâm mücâhidi tarafından fethedilen İspanya'da kurulan müslüman hâkimiyeti 1031 yılından sonra önce Emevî saltanatının ve 1491 yılında da bütün müslümanların inkırâzı ile sonuçlanmış ve 780 senelik koca bir medeniyet yok olup gitmişdir. Küçücük bir misâl olarak arzedelim ki, muhtelif islâm ülkelerinden getirilen ilim ve sanat adamları vâsıtasiyle edebiyatda, mûsıkî ve güzel sanatlarda kaydedilen terakkîler bir yana, 822-857 târihleri arasında saltanat süren II.Abdurrahman, mükemmel bir posta teşkîlâtı kurmuşdur ki, böyle bir teşkîlât Fransa'da kendisinden ancak beşyüz sene sonra kurulabilmişdir.
Fakat ne yazık ki kendisini takîben tahta çıkan halefleri zamanında karışıklıklar ve kargaşalıklar başgöstermiş, Müvellidîn denilen İspanyol dönmeleri ile Berberîler ve Araplar arasındaki iktidar mücâdelesi İspanya'nın kuzey ve kuzey batısındaki Hıristiyanların fırsatı ganîmet bilerek ayaklanmaları ülkede rahat ve huzur bırakmamışdır. Bundan sonra isyanlar isyanları, fesadlar fesadları takîb etmiş ve netîcede o koca medeniyet yeryüzünden silinip gitmişdir.Bu olayları masal gibi, efsâne gibi dinlemeyelim. Onların başlarına gelenler, bizim de başımıza gelmez zannetmeyelim. Eğer dînimize, dilimize, gelenek ve göreneklerimize sâhib olmazsak, eğer tevhîdi bozarsak, milli birlik ve beraberliği yıkarsak, korkulur ki bizim de başımıza aynı âkıbet gelecekdir. Târihi okumalı ve ondan ibret almalıdır. Mâzîsini bilmeyen, hâlini değerlendiremez ve istikbâlini güvenlik altına alamaz.
Onun için tarihe bakmalı ve istikbâli tayîn etmelidir. Son pişmanlık, hiç kimseye yarar sağlayamamışdır. Çalışmalı, hem de çok çalışmalıyız. İlim ve irfân sâhibi olmalı, dînimize, milletimize ve yurdumuza hayırlı ve faydalı hizmetlerde bulunmak için birbirimizle yarışmalıyız. Böyle yapmaz ve birbirimizle uğraşırsak, birbirimizin kuyusunu kazmağa çalışırsak, dînimize, milletimize ve yurdumuza ihânet etmiş oluruz. Vatana ve millete ihânet ise, bu dünyada işlenebilecek suçların en rezîli, en bayağısı ve en zelîlidir.
Çocuklarımızı okutalım, yüksek tahsîl yapdıralım, birer meslek ve sanat sâhibi olmalarına yardım edelim. Fakat herşeyden önce onlara Allah ve peygamber sevgi ve saygısını, dîn sevgisini, millet sevgisini öğretelim. Küçük yaşlardan itibaren körpe dimağlarına fitne ve fesad tohumları ekmeyelim. Dînsiz insan olmaz, dînsiz cemiyet yaşamaz, dînsiz millet pâyidâr olamaz.
İslâmiyyet, ilmi, fazîleti, üstün yüksek ahlâkı, bütün yaratılanlara sevgi ve şefkati, çalışmayı, ilerlemeyi emreder. Körü körüne dîn düşmanlığı, şerîat aleyhdarlığı bize hiçbir şey kazandırmamış, üstelik pek çok şeyler kaybetdirmişdir. Aklımızı başımıza devşirelim, adam olalım, kâmil insan olalım, mütekâmil müslüman olalım. Allahu Teâlâ, bize cennet gibi bir vatan bahş ve ihsân etmişdir. Aşağılık duygularımızdan kurtulalım, birbirimize sarılalım, birbirimizi tanıyalım ve tamamlayalım. Topumuzu, tüfeğimizi, silahımızı, uçağımızı, zırhlımızı, fabrikamızı, motorumuzu, ağır sanayimizi kendimiz yapalım. Merde, nâmerde muhtaç olmayalım. Düşmanlarımıza el açmayalım.Bundan önceki derslerimizden birisinde belirtmişdik, milletlerin kıyâmetleri hürriyet ve istiklâllerinden mahrûm kalmaları, düşman çizmesi ve düşman kırbacı altında inim inim inlemesidir. Bir yere misâfir gidiyoruz da, en lüks otellerde bir kaç gün içinde tedirgin olmaya başlıyoruz ve kendi yuvamızı hasretle arıyoruz. Allah korusun, eğer yok edilmez isek, bu azîz yurddan kovulmak ve ayrılmak zorunda kalırsak, nerelere gider ve kimlerin yanına sığınırız? Sığınabilsek bile rahat edebilir miyiz? Yerinden ve yurdundan ayrı düşmek, en büyük musîbet ve en korkunç zilletdir. İyi bilelim ki, şeklen ve zâhiren dost gibi görünenler de dâhil olmak üzere yabancıların gözleri bu cennet vatandadır. Altmış yıl önce, batılı devletlerin sevgili Anadolumuzu aralarında nasıl bölüşdüklerini gözlerimizle gördük. Müslüman Türk halkına karşı işledikleri vahşet ve cinâyetlere şâhid olduk.
Hemen söylemeliyim ki, fakîr-i pür-taksîrin hiç kimse ile bir alacağı vereceği yokdur. Kendimden gayrı hiç kimsenin aleyhinde bulunmakdan korkar ve çekinirim. Binâenaleyh maksadım siyâset değil, hakîkatdir. Biz, yarım asır önce başımıza gelenleri, kahraman babalarımızın ve ağabeylerimizin nelere katlandıklarını, kendilerinden kat kat üstün, en modern silah ve teçhizatla donatılmış işgalcileri yurdun harîm-i ismetinden kovmak uğrunda ne büyük fedâkârlıklar yapdıklarını tamamiyle unutmuş görünüyoruz. Çekdiğimiz sıkıntıları, meşakkat ve musîbetleri mübârek ağızlarından dinleyebileceğimiz kahraman gâzîlerden, lehü'l-hamd, yaşayanlar vardır. Onun için, bu çekişmelerden, bu tenbellikden, bu gaflet ve cehâletden silkinip kurtulalım diyoruz. Maazallah, bu uyuşukluğumuzdan faydalanarak dost veya düşman hüviyetinde yurdumuzu istilaya hazırlananları, bizi bölüp parçalamağa çalışanları, tekrar sürüp çıkarabilir miyiz? Bilmem ama, çıkarsak bile çok kan döker ve çok şeyler kaybederiz. Ne ırz kalır, ne iffet! Ne mal kalır ne can! Ne koltuk kalır, ne iktidar! Ne namus kalır, ne mukaddesat!
Gidişimiz gidiş değildir. Bilerek veya bilmeyerek vatana ihânet, hiç şübhe yok ki dîne ve o dînin sâhibi olan Allah ve Resûlüne ihânetdir. Allah ve Resûlüne ihânet edenler ise, bugüne kadar yeryüzünde tutunamamış ve yok olup gitmişdir. Bir takım Allahsızların ve dînsizlerin yeryüzünde söz sâhibi olmalarına aldanmayınız. Eğer bizler Hakk'a hakkıyla kul olur, kulluk görevlerimizi tam ve eksiksiz yerine getirirsek, Kur'ân-ı Azîm'in yalnız hâfız efendilerin ağzından dinlemek için değil, amel etmek için gönderildiğini fark ve temyîz edersek, o Allahsızlar, o dînsizler yeryüzünde barınamazlar, kısa zamanda kahrolur ve giderler.
Bundan önceki dersimizde Firavun'un İsrâiloğullarına yapdığı zulüm ve kötülüklerden bahsederken, İsrâiloğullarının da Allahu Teâlâ'ya âsî olmak, gönderdiği peygamberleri yalanlamakla kalmayarak katletmek cür'etinde bulundukları için bu cezâya müstehak olduklarını belirtmeğe çalışmışdım. Biz de Allahu Teâlâ'ya hakkıyla kul ve Resûlüne lâyık bir ümmet olursak, Mevlâ o zâlimlerin zulümlerinden bizi de bütün dünyayı da kısa zamanda halâs edecekdir.
Bunun da biricik şartı ve çâresi, Kitâbullah'a sıkı sıkı sarılmak, Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanmak, onun "YAP" dediklerini seve seve ve cana minnet bilerek yapmak, "YAPMA" dediklerinden de salgın hastalıkdan, canavardan kaçar gibi kaçmak ve sakınmakdır.
Başka yol yokdur, bu hastalığın başka ilacı mevcûd değildir. Sekiz asra yakın müslümanların elinde bulunan İspanya, altı asra yakın Osmanlı Devletinin hâkimiyyetinde bulunan topraklar, on üç asra yakın müslümanların idâresi altında bulunan Kudüs şehri ve Kur'ân-ı Azîm'de adı geçen üç mescidden birisi olan Mescid-i Aksâ, bugün müslüman cemaatlerinin esîr muâmelesi gördükleri diğer ülkeler hep bu yüzden kaybedilmiş, Kur'ân'a, islâma, dîne, îmâna sırt çevirmek yüzünden hemen bütün islâm ülkeleri geri kalmış, müslümanlar kâfirlerin ve Allahsızların zebûnu olmuşlardır. Çünkü Allah'ın kitabını okumamışız, okusak bile anlamamışız, anlasak bile âmil olmamışız. Okumadığımız, anlamadığımız ve âmil olmadığımız için de, dünyâ hırsına kapılmış, küçücük menfaatler karşılığında yalnız islâma değil, topyekün müslüman toplumuna, kendi dîndaşlarımıza ihânet gibi ağır suç ve vebâl altına girmişiz, ırzımız, iffetimiz, malımız, canımız kâfirlerin elinde oyuncak olmuş, maneviyyat ve mukaddesâtımız çiğnenmiş, benliğimiz ve kimliğimiz unutdurulmuş, gayret ve hamiyyet duygularımız uyuşturulmuş, yabancılara avuç açmakdan utanmaz, başkalarından yardım dilenmekden hayâ etmez, tembel, miskin, âtıl ve bâtıl kalmışız. Sömürgeciler ve sömürücüler bir kuru dilim ekmek atacak diye kuyruğa girerken, o zâlimler tabii servetlerimizi, millî kaynaklarımızı kendi çıkarları istikâmetinde rahat rahat kullanmışlar, sırtımızdan para kazanıp refaha kavuşmuşlardır.
İnsanın söylerneğe dili varmıyor ama, bunun sebebi nedir bilir misiniz? Bir çok islâm ülkelerini idare edenler, Allahu Teâlâ'ya kul olmayı unutmuşlar, falanca krala, filanca başkana kul olmuşlar, hasîs menfaatler karşılığında yabancı şirketlerle ortaklıklar kurmuşlar ve sonunda hem kendileri sefîl ve rezîl düşmüşler, hem de milletlerini berbad ve perîşân hallere düşürmüşlerdir. Düşünememişler, kendilerinden önce gelip geçen kavimlerden ve milletlerden ibret alamamışlardır. Hıristiyan âlemi aç kurtlar gibi müslüman Afrika'ya saldırmış, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol, Portekiz, Hollanda, Belçika ve daha adlarını sayamayacağımız bir çok müstevlî devletler musallat olmuşlar, ellerinde birer haç bulunan misyoner papazların öncülüğünde o verimli kıtanın tabii servetlerini aralarında bölüşmüşler, saf ve masûm Afrika halkının sülük gibi kanını emdikden başka, inim inim inletmişlerdir.
Medeniyet ve kültürü Avrupa kıtasına götürenler ise müslümanlardır. Avrupa'lılar, kendilerine müslümanlardan kalan bu medeniyet ve kültür mirasını kendilerine göre temessül etmişler ve karşılık olarak müslüman Afrika'ya vahşet, cinâyet ve sefâlet götürmüşlerdir. Aradaki fark budur. İslamın Avrupa'ya yayılmasından ve yaygınlaşmasından telaş ve helecana kapılan kilisenin önderliğinde kurulan ve yürütülen gizli faaliyetler, ne yazık ki meyvelerini vermiş, İspanya'da kurulan Endülüs Müslüman medeniyetini, kurucuları ile birlikte mahvetmişlerdir.
İbret verici bir misâl olduğu için belirtmek isterim. Müslümanların İspanya'daki son başkentleri Granada şehriydi. Kral Ferdinand, kiliseden ve diğer Avrupa ülkelerinden aldığı maddî ve manevî destekle Granada'yı şiddetle tazyîk ediyordu. Kuşatma uzamış ve daha da şiddetlenmişdi. Bu sırada Granada emîri Ebû Abdullah Sagîr'in emriyle toplanan harb meclisinde, Allah'ın kitâbına sırt çevirmiş, dîn ve millet düşmanı hâinler de bulunuyordu. Haramla birikdirdikleri servetlerinin ellerinden çıkmasından gayrı hiçbir kayguları bulunmayan bu zâlimler, düşmanla anlaşmayı ve ülkeyi terketmeyi öneriyorlardı. Bu vicdan ve ahlak yoksulları, kendi dindaşlarına ihânetden zerre kadar çekinmeyen bu alçaklar ve yabancı uşakları, âhiret ve kıyâmete inanmadıkları için, o toprakları fethetmek için Allah yolunda seve seve canlarını veren şehîdlerin, güle güle kanlarını döken gâzîlerin yüzlerine mahşerde ne cesâretle bakabileceklerini düşünmüyorlar, ancak kendi çıkarlarını korumak, nefislerinin arzusunu yerine getirmekden başka bir şey yapmıyorlardı. Onların kor dolası karınlarına bir şeyler girsin, zevk ve şehvetleri yerine gelsin de ne olursa olsundu.
Evet, Allah'dan korkmayandan, Peygamber'e îmân etmeyenden, Kur'ân'a uymayandan, dîn ve milletine sadâkat göstermeyenden başka ne beklenebilirdi? Bunlar, üstelik dindar gibi görünüyorlar ve işledikleri bütün fuhşiyyatı, kötülükleri dîn nâmına yapıyor tavrını takınıyorlardı. Zîrâ menfaatleri böyle gerekdiriyordu.
Bu harb meclisinde bulunan hamiyyetli kumandanlardan Mûsâ bin Gazzam bu hâinlere, bu din ve devlet düşmanlarına, gayet müessir ve veciz bir hitabede bulunmuştu. Ne var ki, bu kabil konuşmalarda âyet ve hadîs okumanın tesiri, ancak îmâna istidâdı olanlar içindir. Oysa gözlerini dünya hırs ve menfaatleri karartmış kimseler için ne söylenilse, ne kadar âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okunsa, aslâ kâr etmez ve onlar, hak ve hakîkate yönelemezler. Hattâ bu âyet-i kerîmeleri iki cihan serveri, ins ü cin peygamberi dahi okusa, bu gibilere hiçbir tesiri olmaz ve onlar doğru yola gelmezler.
Derslerimizde sık sık tekrarlıyoruz. Bir kimseye, hırs ve tamah ârız olunca onda ibret ve hayâ kalmaz. Bir insanda ya akıl vardır veya kibir, ya hayâ vardır veya hased ve tamah. Akıl ve hayâ bulunan başlarda, mutlakâ îmân vardır, îmânlı başın kalbinde merhamet bulunur. Merhametsiz kalbler, hased ve tamah yuvası, Şeytan evi hâline gelir ve artık ondan her türlü kötülük beklenir. Bu gibiler için Allah, Peygamber, dîn, îmân, insan sevgisi sözkonusu bile değildir. O yalnız, üç günlük hayatını dilediği gibi tüketmeyi ve bunu sağlamak için de şahsî menfaatlerini koruyup kollamayı düşünür, ölümü, âhireti, kıyâmeti, mahşeri, hesâbı, azâbı aklına bile getirmez. Böylelerini cennetle müjdelesen ne çıkar. Cehennem ile korkutsan ne anlar. Merhamet duyguları körleşmiş, hamiyyet hissi sağırlaşmış, bütün insânî hasletleri törpülenmişdir. Kişisel çıkarları uğrunda gerekirse, bütün insanlığı dahi fedâ etmekden çekinmez. Vatan elden gitmiş, millet esîr ve perîşân olmuş, onun umurunda bile değildir. Ne giderse gitsin, kim ölürse ölsün, tek onun menfaatlerine dokunulmasın.
Ehl-i irfân, "İnsanı helâk eden beş zehir vardır" demişlerdir. Bu beş zehir, insanı yalnız dünyada zehirlemekle kalmaz, âhiret hayatında da elîm bir azâba sürükler. Bu beş zehirle helâk olanların sayıları pek çokdur. Çevrenize dikkat ve ibretle bakarsanız, kimlerin bunlarla zehirlenmiş olduklarını hemen farkedersiniz. Şimdi, bu beş korkunç zehirin neler olduklarını birer birer sayayım ve aklım erdiği kadar bunların ilaçlarını da salık vereyim.
1) Dünya sevgisidir. Panzehiri kanâatdir. Dünya sevgisi zehiriyle zehirlenenler, kanâat ilacını kullanırlarsa iyileşir ve sağlıklarına kavuşurlar. Aksi hâlde debelene debelene geberip gitmeleri muhakkak ve mukadderdir.
2) Mal sevgisidir. Panzehiri tevekkül ve teslîmiyyetdir. Mal sevgisiyle zehirlenenler, tevekkül ve teslîmiyyet ilacını kullanırlarsa, malın gerçek sâhibinin Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğunu anlarlar, o mala gönül vermez ve bel bağlamazlar, ellerindeki malı gerekli yerlerde kullanırlar, zekatlarını ve sadakalarını verirler, muhtaçlara yardım ederler. Aksi halde dünya sevgisiyle zehirlenenler gibi geberir giderler, malları helâl ise hesâbını verirler, harâm ise azâbını görürler.
3) Dünyâ kelâmıdır. Panzehiri, boş ve faydasız, değersiz ve anlamsız sözleri terketmek, dilini tutmak ve lisânını zikrullah ile, dâimâ doğru ve gerçek söylemekle, hakkı ve sabrı tavsiye ve talîm etmekle, Allah ve Resûlüne, Hakk yoluna çağırmakla elde edilir.
4) Ömürdür. Ömürlerini zevk ve sefahatle, günah, isyan ve kötülüklerle geçirenler, bu korkunç zehirle dünya hayatında zarar ve ziyanla, ahiretde de ebedî hüsrânla karşılaşmakdan kurtulamazlar. Bunun da panzehiri ve ilacı, kulluğunu bilmek, kulluk makamında dâim ve kâim olmak, ömrünü ibâdet ve tâatle, hayır ve hasenâtla, şahsına, âilesine, milletine yararlı hizmetlerde bulunmakla geçirmek ve gençliğinden itibaren Hakk'a kullukla kocalmakdır.
5) Dünya günleridir. Günlerini hiçbir işe yaramayan boş, faydasız ve anlamsız işlerle ve eğlencelerle geçirenler, ömür sermayelerini havaya verenler, âhiretin tarlası mâhiyyetinde olan dünyada hayır ve iyilik tohumları ekerek sonradan bol mahsuller alacaklarını düşünmeyenler, nereden gelip nereye gitdiklerini, neden yaratıldıklarını, asıl görevlerinin neler olduğunu fark ve temyîz edemeyenler, takvim yaprağı gibi birer birer koparıp atdıkları günlerini isyanlarla, kötülüklerle, günahlarla boşuna harcayanlar için gelip geçen hergün elbette öldürücü bir zehri yudumla içmiş gibi olurlar. Bunun da panzehiri ve ilacı, Allahu Teâlâ'ya ve Resûl-i Müctebâ'ya inanmak, gönül vermek ve îman etmek, dünya hayatının gelip geçici olduğunu düşünerek her gününü kulluk ve ibâdetle değerlendirmek, namazlarını vaktinde, erkân ve âdâbına uyarak tam ve eksiksiz kılmak, oruç tutmak, zikrullah ile meşgûl olarak işini görmek, özüyle, gözüyle, sözüyle doğru olmak, elinden ve dilinden hiç kimseye zarar vermemekdir.
Allah korkusu, Allah ve Peygamber sevgisi ile, ölüm ve ötesi, karanlık kabir, suâl, mahşer, hesâb, azâb korkusu ile ağlamayan gözler, kişinin kalbinin taşdan daha katı olmasındandır. Kalbin katılığı da, günahların çokluğundan ileri gelir. Çok günah işlernek ise, ölümün unutulmasından olur. Ölümü unutmak, tûl-i emeldendir. Tûl-i emel ise, dünyayı gereğinden fazla sevmekden, ona meyil ve aşırı muhabbet etmekden doğar. Böylesine aşırı bir muhabbet bütün suçların ve hatâların başı ve başlangıcıdır.
Evet, iddiâ ve isrâr ediyorum. Dünyâ muhabbeti, bütün kötü ve çirkin ahlâkların başıdır. Hırs, tamah, hased, kibir, zulüm, isyân ve tuğyân, aşırı dünya muhabbetinin mahsûlleridir. Bunlar, dünyayı sevenlere hoş gibi görünseler bile, aslında mihnet, meşakkat, kaygu ve tasadan başka bir şey değildir. Dünyaya düşkün olanlar, hiçbir şeyden zevk almazlar, huzûr bulmazlar, râhat etmezler. Günleri para saymak, ömürleri mal ve para biriktirmekle geçer. Bu uğurda bir çok rezâletlere, aşağılıklara, bayağılıklara katlanırlar. Ellerine fırsat geçerse, o mal ve paralarına güvenip dayanarak zulmetmekden çekinmezler, kötülük ve haksızlıklardan sakınmazlar, başda şeref ve haysiyetleri olmak üzere gerekirse herşeylerini bu yolda fedâ etmekden kaçınmazlar. Fakat gün gelir vadeleri dolar, ecel yakalarına yapışır, zillet ve mezelletle topladıkları o mal ve paraları yiyemeden, kısmet olursa sekiz arşın beze sarılırlar ve en yakınları tarafından götürülüp bir çukura atılırlar. Üzerlerine titredikleri malları, mülkleri, paraları ve servetleri başkalarına kalır, karılarını başkaları alır, oğulları ve kızları zevk ve sefâhate dalar, mirasyedi hovardalığı ile etrâfa dehşet salar, kendisi de âhiretde ter döküp bocalar. Kazandığı helâl ise hesâbı, harâm ise azâbı vardır, kabir denilen çukur gâyet dardır ve o dünya düşkününün kıyâmete kadar işi gücü âh ü zârdır. Bu hâl, kıyâmete kadar böylece sürüp gider, ibret almakdan nasîbleri olanlar da onların bu hâllerini dikkat ve hayretle seyreder.
Granada'daki harb meclisinden sözü nerelere getirdik, bağışlayınız. İnsan, bazı gâfillerin hâllerini anlatırken, çoğu zaman ne diyeceğini şaşırıyor. Fakat Granada harb meclisinde konuşan Mûsâ bin Gazzam, dünyaları için âhiretlerini, dînî ve millî haysiyetlerini fedâ eden o iki yüzlülere, kişisel çıkarları için İspanya kralından aman dilemeğe kadar alçalan o hayâsızlara şöyle haykırıyordu : "Ey kraldan aman dilemeği öneren gayretsizler! Haram olarak birikdirdiğiniz mallarınızı koruyabilmek için kraldan aman dilemekle selâmet bulacağınızı mı sanıyorsunuz! Düşünmüyor musunuz ki, bu teklifiniz bunca Ümmet-i Muhammed'in helâk olmalarına râzı olmak demekdir. Allahu Teâlâ bilir ama bu reyiniz gâyet kötü bir reydir ve gâyet kötü sonuçlar verir. Başka delîle ne hacet. Bizden önce bu kralın hâkimiyyeti altında bulunan müslüman kardeşlerimizin hâlleri ve âkıbetleri kâfî değil midir? İspanyolların, aleyhimizdeki düşmanlıkları, intikam duyguları Granada'yı almakla yatışır mı sanıyorsunuz? Onlar, bir kerre tevhîdimizi bozarlar, birlik ve beraberliğimize son verirler ve bizi dağıtıp parçalarlarsa, bütün yurdumuzu elimizden kolaylıkla ve rahatlıkla alacaklarını biliyorlar. O zaman görürsünüz başımıza ne ateşler yağdıracaklarını. Bugün Granada hükûmetinde üç milyon müslüman varken, bu islâm hükûmetini mahvederek İspanyollara teslim olmak, onların esîri hâline gelmek zilletine neden düşelim? Bizlere vâcib olan, son nefesimize, son damla kanımıza ve son erimize kadar Allah ve Peygamber rızâsı içün, vatan ve millet uğrunda çarpışmakdır. Allahu zü'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri, mazlûm kullarının her zaman ve her yerde yardımına yetişmiş, nusretini ve inâyetini hiçbir zaman esirgememişdir. Nâmûs ve haysiyetimizle şân ve şerefler içinde ölmek, nâmûs ve haysiyetden mahrûm, şerefsiz bir hayat sürmekden daha hayırlı ve üstündür. Sürünerek yaşamakdansa, ölmek evlâdır. Düşman kahrı ve çizmesi altında esir olmakdansa, hür ve müstakil yaşamak uğrunda bin canım olsa, hepsini fedâ etmekden aslâ çekinmem" diyordu.
Fakat ne hazîndir ki İspanya kralının neşretdiği yalan vaadler ve özellikle halkın îmân zayıflığı ve hamiyyetsizliği ve dünya hayatına aşırı muhabbetlerinden ileri gelen vatan hâinliği, Mûsâ bin Gazzam'ın reyi ve teklîfi hilâfına onlara dünya ve âhiretde düşecekleri zilleti unutdurdu ve maalesef şehrin kral Ferdinand'a teslîmine karar verdiler.
Granada teslim edildi ve Ferdinand her bakımdan murâdına erdi. Şehrin teslîmine karar verenler, düşmanlarından öylesine hakâret ve zulümler gördüler ki, bu esîrliği tatmakdansa Mûsâ bin Gazzam'ın söylediği gibi son damla kanlarını akıtıncaya kadar çarpışarak ölmediklerine pişmân oldular ama neye yarar. Olan olmuş ve düşman başkentlerine girmişdi. Esâretin, hakâretin, zulüm ve binbir felâketin tadını tadan halk, Granada'yı İspanyollara teslîme râzı olan ileri gelenleri alçaklık, korkaklık ve hâinlikle suçluyordu. Ama asıl hüner esîr olmadan ölmesini bilmekdi. Onlar dünya hayat ve menfaati için ölümü göze alamamışlar ve elbette esirliğin, zulmün ve her türlü kötülüğün tadını gâyet acı bir şekilde tatmışlardı, ömürleri boyunca da tatmak zorunda idiler.
Mûsâ Bin Gazzam, bütün bu felâketlerden sonra, etrâfında toplanan, Allahu Teâlâ'ya ve Resûl-i Müctebâ'ya sözde inanıp îmân etmiş, gönül vermiş, ölümü ve âhireti düşünen sözde hamiyyetli müslümanlara şöyle hitâb ediyordu : "Ey gayretli müslümanlar! Allahu Teâlâ'ya îmân eden ve Kitabullah'ı kendilerine rehber edinen azîz mü'minler! Ağlayıp sızlamak, yanıp yakınmak kadınlarla, çocuklara yakışır. Ağlamayı bırakın, gözyaşı yerine son damlasına kadar kanlarımızı dökelim. Îmânımızın gerekdirdiği mertliğimizi, yiğitliğimizi gösterelim. Dînimiz, milletmiz ve vatanımız uğrunda canlarımızı fedâ ederek daha önce bize bu toprakları armağan eden kahraman atalarımızdan şehîdlerin arasına, gâzîlerin sırasına girelim. Böyle şerefli bir ölüm, rahat döşeğinde çevresinde gözyaşı dökenler arasında can vermekden bin kat hayırlıdır. Düşmanın ahdinde ve vaadinde sâdık kalacağını sananlar varsa, iyi bilsinler ki, aldanıyorlar. Onların bizim kanlarımızı dökmeğe nasıl susamış olduklarını, bugüne kadar olup bitenlerden sezinleyememek büyük bir hatâ ve gaflet olur. Böyle âciz ve zelîl bekleşerek uğrayacağımız zulüm ve hakâretden ise, çoğumuzun korkduğumuz ölüm daha hafif kalır. Malları ve mülkleri ellerinden gitmemesi için, nâmûs ve şereflerini fedâ edenler, dînlerini, îmânlarını ve Kur'ân'larını terkedenler, iyi bilmelidirler ki, bu korkaklıklarının ve îmânsızlıklarının cezâsını çekmekde gecikmeyecekler, üzerlerine titredikleri malları ve mülkleri düşman tarafından yağma edilecek, gözlerinin önünde kadınlarının ve kızlarının ırz ve iffetlerine göz dikilecek, bu fâciaları görmemek için ölmeği göze alamayanlar, karılarını ve kızlarını düşman askerlerinin kucağında onlara şarap kadehi sunarken görecekler ve çok pişman olacaklardır ama korkarım o zaman iş işden geçmiş olacakdır. Gelin ey müslüman kardeşlerim, Allahu Teâlâ'dan nusret ve inâyetini niyâz ederek Afrika'daki islâm meliklerinden yardım isteyelim. Yardım gelsin veya gelmesin, o zamana kadar elbirliği, gönül birliği ederek gücümüz yetdiği kadar vatanımızı ve mukaddesâtımızı müdafaa edelim. Ben, şahsen bu alçaklıkdan kendimi kurtarmanın yolunu bilirim. Fakat Ümmet-i Muhammed'e acırım" diyordu.
Mûsa bin Gazzam'ın bu hitâbesine hiç kimse cevap verememişdi. Bütün gayreti boşunaydı. Bu hamiyyetsiz insanların, düşman ayağı altında çiğnenmesi gerekiyordu. Hakk yolunda ölmesini bilemeyenlerin, yaşamaya da hakları olamazdı. Netekim öyle de oldu.
Göğsü îmân ile dolu yiğit ve kahraman Mûsâ bin Gazzam, Allah ona rahmet etsin, bu toplulukda da kendisine refîk-i şefîk bulamayınca tek başına bir bölük zırhlı İspanyol askeriyle savaşdı. Bir çok kâfirin canını cehenneme yolladı, sonra kendisi de yaralanarak atından düşdü. Fakat düşmanlarının eline geçmemek, onların hakâret ve zulümlerine marûz kalmamak için dizleri üstünde sürünerek kendisini yüksek bir tepeden denize atdı ve şehîdlik rütbesine ulaşdı. Rabbim, gerek ona ve gerekse onun gibi dîn, millet ve mukaddesâtları uğrunda seve seve canlarını fedâ eden kahramanlara garka-i garîk rahmet eylesin.
Şehir tamamiyle düşmanların ellerine geçdi ve o kahpeler hiçbir dîn ve mezhebe, hiçbir insânî ölçü ve meşrebe sığmayan kötülüklere başladılar, ahidlerini tamamen unutdular, anlaşmaları umursamayarak ne kadar mescid varsa ya yıkdılar veya kiliseye çevirdiler. O muhteşem Elhamra sarayına haçlı bayrak çekildi. Yüzlerce müslüman kadın ve kızları, Avrupa krallarına hediye olarak gönderildi. Yüzbinlerce müslüman, zulüm ve hakâretlerle inim inim inletilerek öldürüldü, binlerce yuva söndürüldü. Yüzbinlerce mûtenâ ve mûteber islâm eserleri, emsâlsiz kitaplar ve bu arada bin cild ve beşyüz cild olarak yazılmış tefsîrler üzerlerine zift dökülerek tamamiyle yakıldı, edebiyata, mûsıkîye ve güzel sanatlara âid en küçük bir örnek bırakılmaksızın islâm sanatına âid ne varsa, hepsi yok edildi. Zulüm ve vahşet o kadar ileri götürüldü ki, Granada halkına abdest almasını unutdurmak için el ve yüz yıkamaları bile yasaklandı. Müslümanların kıyâfetleri ve yazıları değiştirildi. Aralarında can korkusuyla hıristiyanlığı kabûl edenler bile, vaftiz edildikden sonra, "Artık rûhun arınıp paklandı" denilerek ateşde yakıldılar.
Granada'da müslüman halka revâ görülen zulümlerin aynı, bir önceki dersimizde açıkladığımız gibi Balkanlar'da müslüman Türklere de uygulanmış ve daha sonra Yunanlıların Anadolumuzu işgâle cür'etlerinde de bütün bu zulüm ve hakâretler tekrarlanmışdır. Kundakdaki masûm Türk çocuklarının top gibi havaya fırlatılarak süngü ile karşılandıklarını, gebe kadınların karınlarının yarıldığını, yaşlıların câmi-i şerîflere doldurularak diri diri yakıldıklarını çoğumuz gördük, görenlerden dinledik ve öğrendik.
Mûsâ bin Gazzam, ölmüşdü de mal ve mülklerini para ve servetlerini korumak ve kurtarmak için düşmanla anlaşmaya râzı olanlar, esîrlik zilletini kabûl edenler hâlâ yaşıyorlar mı? Elbette hayır. Her ikisi de öldüler ama Mûsâ bin Gazzam ve benzerleri şehîdlik rütbesini alarak âhiretlerini mamûr etdiler. O zilleti kabûl edenlerse, kabûl etdikleri zillet, mihnet ve felâket içinde yok olup gitdiler. Kral Ferdinand'ın orduları Granada'ya girerken, can kaygusuna düşen gayretsiz ve hamiyyetsiz emir Abdullah, kendisine emânet olan Ümmet-i Muhammed'i sefîl ve perîşân düşmanIarına terketmiş, tâcını, tahtını, sarayını, hazînelerini, her şeyini geride bırakmış ve bir dağın tepesine tırmanmışdı. Son defa olarak Granada'ya bakarken, içi yanmış ve kirli ağzı ile Allahuekber diyerek ağlamağa başlamışdı. Annesi Âişe, oğlunun bu hâlini görünce, rivâyete göre ona şöyle demişdi : "Ağla namussuz ve hamiyyetsiz alçak, ağla! Vatanını, milletini, saltanatını erkekçe, yiğitçe müdafaa ve muhâfaza edemedin, ibâdullahı ayaklar altında bırakdın, ağla şimdi kadınlar gibi ağla! Senin gibi hayırsız, korkak ve alçak bir evlad doğuracağıma, taş doğursaydım. Ağla utanmaz ağla! Her taşı bir cevher, her zerresi bir cana bedel vatanın nasıl harâb edildiğini, milletinin nasıl esîr alındığını gör ve kana kana ağla! Sancak-ı şerîf altında canlarını feda etmek üzere toplanan bahadırlara neden yardım etmedin! Neden o yiğitler arasında ve hattâ onların başlarında bulunmadın! Düşrnanlarına gâlib gelemesen bile, bir kılıç çekmeden, savaşmadan, çarpışmadan neden kaçdın! Vatanını ve mukaddesâtını dîn ve millet düşmanlarına karşı neden savunrnadın! Bu savaşın bir zaferle netîcelemese bile, târihler senin şanlı müdafaanı yazacaklar, adını hürmet ve minnetle anacaklardı. Sen, saraylarını ve saltanatını, dînine, rnukaddesâtına, vatan ve milletine tercih ederdin ama, bak o sarayların şimdi can düşmanlarına kaldı. Sana ise ancak zillet ve meskenet payı düşdü. Rahat ve huzûrunu zevk ve sürûrunu herşeyin üstünde tutar, asıl görevin olan vatan ve milletin için çalışmazdın. Bağ ve bahçelerde nefsinin arzularına hizmet eder, kendinden gayrı hiç kimseyi düşünmezdin. İşte, nefsinin bu arzu ve hevesleri uğruna bunca şân ve şerefi ayaklar altına aldın. Bir kerrecik olsun, geleceğini, bugünlerini düşünrnedin. Şimdi ağla, ağlayabildiğin kadar! Granada'yı, Elhamra'yı, Elbeyda'yı kimlere teslîm etdin! Hazînelerini kimlere bırakdın! Mülk ve saltanatın ne oldu! Yiğitlikleri, ceâaret ve şecâatleri, heybet ve mehâbetleriyle düşmanları dâimâ perîşân eden kahramanları, hangi dîn ve millet düşmanlarına karşı kullandın! Hani küheylan atların, hani sana atalarından yâdigar kalan şanlı kılıçlar! Şu geniş sahrâlara, şu münbit ovalara, şu büyük şehirlere, o koca koca saraylara, paha biçilemeyecek ilim hazîneleriyle dolu kütüphanelere, her yanı bir şehîd kanıyla sulanmış şu mübârek topraklara bak! Granada, Elhamra alevler içinde yanıyor, senin alçaklığın yüzünden kül yığını hâline gelecek. Koskoca bir islâm başkenti, senin gayretsizliğin ve harniyyetsizliğin yüzünden harâb olup gidecek, ismullahı ilân eden minârelere çanlar takılacak, saf ve muhlis mü'minlerin Hakk'a secde etdikleri câmi-i şerîfler ve mescidler, ya yıkılacak veya kilise hâline getirilecek. Bir avuç islâm mücâhidiyle bu topraklara kanlarını akıtarak sana armağan eden atalarının, ırzları, canları ve malları sana emânet edilmiş olan tebaanın, dîn kardeşlerinin, bütün müslümanların yüzlerine nasıl bakacaksın! Ağla! Doya doya, yana yana ağla! Sana ancak ağlamak yaraşır. Bundan sonra Afrika çöllerinde haşerat gibi yaşayacaksın, kaçacak, sığınacak delik arayacaksın. Kaç, ayaklarında henüz kuvvet varken kaç, bakalım nerelere kadar kaçacaksın. Nereye gitsen, nerede otursan artık seni zillet ve meskenet bekliyor. Tarih ve insanlık seni lanetle ve nefretle yâd edecek, mezarında bile rahat edemeyeceksin. Mezarının önünden geçenler, 'Burada Endülüs gibi muazzam bir islâm medeniyetini, islâm milletini korkaklığı ve alçaklığı yüzünden mahveden adam yatıyor, ülkesini kendi elleriyle dîn ve millet düşmanlarına teslîm eden Ebû Abdullah'ın leşi burada azâb görüyor' diyecekler ve kıyâmete kadar adını iğrenerek, tiksinerek anacaklar. Tarih, seni ve senin gibi vatanını ve milletini şahsî hırs ve menfaatleri uğruna satanları, dînine ve milletine ihânetde bulunanları dâimâ böyle anmışdır ve böyle anmağa devam edecekdir. Sen ki, kanları ile tevhîdi yazan atalarının torunusun, sen ki, islâm meşalesini kutsal bir emânet olarak bu topraklara şanlar ve şerefler içinde getiren babaların oğlusun, dînin, milletin, vatanın, mukaddesâtın için onlar gibi kanını seve seve akıtmakdan, i'lâ-yı kelimetullah için güle güle ölüme koşmakdan ve bu uğurda şehîd düşmekden nasıl korkar ve kaçarsın! Bahtsız kafanı taşlara vura vura ağla!" dedi.Kudret etdikde ta'alluk fıtratın ahkâmına,Kahr-ı Hakk bir dev yaratmış esâret nâmınaÂlemin çökmüş o siklet sîne-i ârâmına,Dehşetinden inliyor her zerre hâlâ dinleyin
Endülüs müslümanlarının başlarına gelenden, yalnız bizler değil bütün insanlık ibret almalıdır. Bizler ki, elhamdülillah müslümanız, îmânımız var, Kur'ân'ımız var. Kur'ân-ı Azîm'i okuyalım, hükümleriyle âmil olalım, tevhîde gelelim, tevhîdde olalım, ayrılığı gayrılığı kaldıralım. Dîn kardeşiyiz, kan kardeşiyiz, can kardeşiyiz, dîn ve millet, vatan ve mukaddesât yolunda silah arkadaşıyız. Elbirliğiyle, gönül birliğiyle, samîmî işbirliğiyle aşamayacağımız engel, yenemeyeceğimiz müşkil yokdur. Kitâbımız, Allah kelâmıdır ve Allahu Teâlâ bu kelâm-ı kadîminde bize bunları emir ve irâde buyurmakdadır. Endülüs'lüler de Kur'ân okuyorlardı ama, hükümleriyle amel etmiyorlardı. Dünya hayatına meyletmiş, mala, mülke, servete aldanmış, hepsi birer emânet olan o mal ve servet kıyâmete kadar ellerinde kalacak sanmış, tevhîdden ayrılmış ve tefrîkaya düşmüşlerdi. Kitâbullah'ı okudukları hâlde ona uymayanların, onun hükümlerini dinlemeyenlerin âkıbetleri de elbette böyle olacakdı.
Birbirimizi sevip saymaya, birbirimizi tanıyıp tamamlamaya, saflarımızı sıklaştırmaya, aramıza bozguncuların, münâfıkların ve hâinlerin sızmalarına engel olmaya, sevinçlerimizi de, kederlerimizi de paylaşmaya, birbirimize destek olmaya mecbûruz ve muhtâcız. Vatanımız, milletimiz, dînimiz ve mukaddesâtımız için gerekirse canımızı vermeğe, kanımızı akıtmağa hazır olmalıyız.
Musa bin Gazzam rahmetullahi aleyh ve benzerleri, görevlerini yapdılar, ömürlerini şerefle tamamladılar ve ebediyyet âleminde hak etdikleri yerleri aldılar. Onlardan geri kalamayız, dünyada olup bitenlere bîgâne olamayız, "Adam bana ne" diyemeyiz. Dîn bizimdir, vatan bizimdir, millet bizimdir. Ölüm, her fânî için muhakkak ve mukadderdir ve ondan kurtuluş yokdur. Fakat cebhede dîn ve millet düşmanlarıyla savaşırken şehîd olmakla, evinde râhat döşeğinde ölmek arasında büyük farklar vardır. Ölümü göze alamazsak, yaşamağa hakkımız olmaz. Hem dîn ve millet uğrunda çarpışanlarla yerlerin ve göklerin sâhibi Allahu Teâlâ beraberdir, Resûl-i Müctebâ'nın himem-i rûhaniyyeti üzerlerindedir. Dâimâ uyanık, şuurlu ve tetikde bulunmalıyız, elimizden Allah kitabı, dilimizden Allah adı eksik olmamalıdır. Yarım asır önce, dünyanın belli başlı büyük devletlerinin üstün silah ve teçhizatlarına rağmen onları azîz yurdumuzdan kovup çıkaran babalarımızın, ağabeylerimizin, bize bugün hür ve müstakil bir yurd bırakmak için seve seve canlarını veren azîz şehîdlerimizin yollarından gitmeli, üç buçuk bozguncuya yenilmemeli ve ezilmemeliyiz.
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder