Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir gün İstanbul Müftüsü Bekir Hâkî Efendi ile sohbet ederken ona acâib bir hikâye anlatmış, o da buna mukâbil Efendi Hazretlerine bir hikâye anlatmış. O hikâyeyi Efendi Hazretleri şöyle nakletmişlerdi :
Ben bunu anlatdım Bekir Hâkî Efendi'ye, İstanbul Müftüsüydü, Allah rahmet eylesin. "İnanır mısın hoca efendi, hoca efendiler böyle şeylere inanmazlar pek" dedim ben. Dedi ki bana, "İnanırım ben" dedi. O da bana mukâbilinde bir hikâye anlatdı. Ben de onu anlatacağım şimdi, rûhuna Fâtiha okutacağım hocanın.
Nûşirevân-ı Âdil, kapısına bir zil yapdırmış. Şimdi bu, İstanbul Müftüsünün anlatdığı hikâye bu. Bekir Hâkî Bey. Ben bunu anlatdım ona, o da bana bunu anlatdı. Yılan hikâyesi bu da. Kim gelirse, bilâ tevakkuf, gelip o zile asılıyor, çalıyor, kapıyı açıyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor ve derdini anlatıyor. Öyle kapıda memur filan yok, geleni durdurmuyorlar, bekletmiyorlar, gelen doğru şâhın huzûruna çıkıyor. Nûşirevân-ı Âdil ki peygamberimiz onun zamanında dünyâya geldi. Kapıya bir zil yapdırmış. Kim gelirse, bilâ tevakkuf, o zile asılıyor, çalıyor, kapıyı açıyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor, derdini anlatıyor. Öyle memûr falan durdurmuyor, bekletmiyorlar, doğru şâhın huzûruna çıkıyor. Öyle emretmiş, Nûşirevân-ı Âdil. Ki Peygamberimizi onun zamanında dünyâya geldi.
Bir gün kapı çalınmış, kapıyı açmışlar, koca bir yılan. İçeri sürüne sürüne gelmiş, Nûşirevân-ı Âdil'in önünde durmuş. Askerler süngülerini çıkarmışlar, "Bırakın" demiş, "Bu hayvan bu kapıyı çalamaz, bu nedir, bunda bir iş var" demiş. Uzakda durmuş böyle. Geliyor, başını yere sürüyor, sonra geri gidiyor filan. Anlamış, "Beni takîb edin" diyor. Şâh askerlerine emir vermiş, yılanın peşine düşmüşler. Bu kıssa, Burhân-ı Kâtı' diye bir lugat kitâbı var, Farsça, onda varmış. Hoca efendi yerini söyledi bana. Bende yerini söyledim ona, ben de nerede gördüğümü söyledim. Efendime söyleyeyim, gitmişler beraber, yılan önde, onlar arkada. Bir mağaraya gelmişler. Göstermiş yılan mağarayı. O mağara yılanınmış. Başka bir yılan gelmiş oraya, onun dişisini zabt etmiş, elinden eşini almış, bunu dışarı atmışlar. Bu pâdişaha şikâyet ediyor, âdil olduğu için.
Devlet reîsi âdil olursa eğer bütün mahlûkât ona ilticâ eder. Hazret-i Ömer de öyle işte. Yaaa, kurd koyuna saldırmıyor, Hazret-i Ömer zamânında. Ne vakit kurd koyuna saldırmış, "Eyvah!" demişler çobanlar, "Mâte emîrü'l-mü'minîn" demişler, "Emîrü'l-mü'minîn bugün öldü" demişler. Öyle bilmişler yani Hazret-i Ömer'in öldüğünü.
Sonra göstermiş. Gösterince, görmüşler zâten benziyor dişisi, öteki yılanı öldürmüşler, o ejderhâyı, dönmüş gelmişler. Birkaç gün sonra tekrar o yılan gelmiş, kapıyı çalmış, ağzında bir ot. Otla gelmiş, pâdişahın huzûruna otu koymuş ve geri çekilmiş kendisi. Böyle bir ot. Sultan derhal kavramış. "Alın o otu" demiş. Meğerse Nûşirevân-ı Âdil'in sık sık burnu kanarmış, doktorlar çâre bulamazlarmış. "O otu yakın bakayım" demiş, yakmışlar, dumanına durmuş, kanı kesilmiş. Şimdi, Burhân-ı Kâtı'da bu hikâyeyi anlatdıkdan sonra o otun ismini söylüyormuş, "Burnu kanayanlar bu otu yakıp da dumanına durursa, burundan akan kanı keser" diyormuş. Bunu da müftü efendi bana anlatdı, bu kıssayı. Rûhu için Fâtiha!
Öyle olmayacak şeyler oluyor ki, insan inanamıyor. Bazı olmayacak şeyler oluyor böyle, insanın aklı, idrâki filan erişmiyor o işlere. Bazen öyle şeyler oluyor. Akılla değil her şey. Bazı şeyler, bazı esrâr-ı ilâhî var böyle, kimse onun içinden çıkamıyor, çıkılmıyor içinden.
Bekir Hâkî Efendi'nin anlatdığı bu hikâye, meşhûr Farsça lugatı, Burhân-ı Kâtı'da geçiyormuş.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder