Sayfalar

29 Nisan 2021 Perşembe

17 Ramazan - Hutbe - 9 Temmuz 1982


HUTBE

Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
Sadakallahü'l-azîm.

Allah'ı tevhîd ederek vahdet şarâbını nûş eyleyen, Allah'ı sevmekle muhabbet sarâyına dâhil olan, kıyâmet gününe inanan, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar!

Okumuş olduğum âyât u beyyinât, Kur, ân-ı Kerîm'de, Mektûb-i Rabbânî'de Sûre-i Bakara'da olan bir âyetdir.  Geçen hafta da aynı âyet üzerinde durduk, Allah'ın bize bildirdiği ve öğretdiği ve söyletdiği kadar söyledik, sizler de nasîbinize göre anladınız, işittiniz, duydunuz. Herkes nasîbine göre aldı. Gene bu âyet üzerinde birkaç söz daha söyleyeceğiz. Bu, âyetler üzerine konuşmak böyle, yani kıyâmet gününe kadar konuşulsa, bitmez, bir âyetin ma'nâsı!  

Allah öyle söylüyor. Yedi denizin suları mürekkeb olsa, ağaçlar kalem, semâvât ve ard defter, rûh sâhibi olan melekler ve insanlar ve cinniler de oturup Allah'ın kelimâtını yazsalar, mürekkebler kurur, tükenir, ağaçlar, kalemler kırılır, yazanlar yorulur fakat kelimetullaha nihâyet yokdur. Onun için tercümesini okursun ama, senin tercümede gördüğün, buradan bakıp güneşi gökyüzünde baklava tepsisi kadar görmene benzer. Güneş dünyâdan kaç milyon kat büyük? Ama sen bu kadar görüyorsun. İşte Kur`ân'ın tercümesi de bunun gibidir.

Onun için bu nasîbe bağlı bir mes'ele. Bir zâhir ma'nâsı var, yedi bâtın ma'nâsı var. Bu, insanlar için. İnsanların ekmeli olan velîler için ise yetmiş ma'nâsı, yedi yüz ma'nâsı, yedi bin ma'nâsı, yedi milyon ma'nâsı var Kur`ân-ı Kerîm'in. Yani kafaya böyle koy bunu. "Okuduk, bitdi, tamam" filan değil. Ama her müfessir, yani Kur`ân'ı tefsîr eden, Allah ona ne nasîb verdiyse, o nasîb kadar öğrenmiş ve halka onu sunmuşdur. Herkes de nasîbi kadar almışdır. Meselâ ne gibi? Su içiyoruz, pınarda su bitmiyor ama bizim karnımız doyuyor. Nasîbimiz kadar içiyoruz, onun gibi yani.

İçinde bulunduğumuz gün, çok ehemm-i mühimm bir gün. İçimizde bilenlerimiz vardır elbette. 17 Ramazân-ı Şerîf, Bedir Harbinin, Bedir zaferinin sene-i devriyesidir. Yani İslâm'ın istiklâlinin kurulması. İslâm'ın en büyük düşmanları helâk olmuş, mü'minler muzaffer olmuşlardır. Bedir'de iş kaybedilseydi, İslâm dünyâ yüzünden silinirdi. Tabii bunu aklî görüşle, târihî malûmatla söylüyoruz. Allah İslâm'ı istemiş, kıyâmet gününe kadar kâfirler çatlasa da patlasa da İslâm saltanatını götürecek. Yani İslâm nûrunu üfürseler de bu nûru üfürmekle söndüremeyecekler, ve söndürememişler, ve söndüremeyecekler, bu nûr-i İslâm daha parlayacakdır, sönmeyecek, parlayacakdır. 

Çünkü günden güne fen ilerledikçe, insanların akılları tekâmül etdikçe, İslâm'ın kudsiyyetini görüyorlar. İslâm'ın gayrı dînlere halkı davet etmek için milyonlar sarfediyorlar, senede üç, beş, on, yirmi, yüz, iki yüz kendi dÎnlerine sokabiliyorlar. İslâm'ın hiç bir propagandası olmadığı hâlde, bugün Avrupa'da ve Amerika'da iyi düşünenler, hak ve hakîkati arayanlar, akın akın İslâm'a giriyorlar. Bu müjdeyi vereyim size.

Şimdi bir de manevî tarafını söyleyelim. Allah kime lâyık görüyorsa, tâc-ı İslâm'ı başına koyuyor. Kime lâyık görmüyorsa, başından alıyor İslâm tâcını, îmân tâcını. O da var. Bir bakıyorsun, müftünün oğlu kâfir oluyor, bir de bakıyorsun papazın oğlu müslüman oluyor. Allah kime hidâyet etdiyse o kişi hidâyete mazhar oluyor. Geçiyoruz. 

İki. Orucun farziyyeti. Yani İslâm'ın ikinci rüknü olan, namazdan sonra ikinci rükün oruç, zekât üçüncü rükün. Orucun farziyyeti bugün, Ramazân'ın 17'si. Bedir Harbinde farz olmuşdur.
Üçüncüsü, Haydar-ı Kerrâr, Sâkî-i Kevser, Fâtih-i Hayber, Zevc-i Fâtımati'-Zehrî, Vârisi'l-ulûmü'n-Nebî, Cenâb-ı Ali kerremallahu vecheh Kûfe'de hâricîler kendisini yaralamışlar, bugün yaralanmış ve 22 Ramazân'da da âlem-i bâkîye göçmüşdür.  Yaralayan da yani Hazret-i Ali'ye sûikasd yapan da İmâm-ı Ali'nin yanında çalışan, O'nun ekmeğini yiyen bir adamdır. Maalesef insanlara ne felâket gelirse, kurbiyyetinden geliyor. Hısımlar üstün okunduğu vakit hasım olur. Yani yakınlar. Hısımı üstün okursan hasım olur. Arapça bilen varsa içinizde, eski yazı, osmanlıca. Onun için şâir demiş ki, belki yeri değil ama söyleyceğiz, 

Tâ ezelden akrabâydık akreb olduk biz bize
Sırrımız meydâna çıkdı bakmaz olduk yüz yüze
Akrabânın akrabâya akreb etmez etdiğin
Akrabânın akrabâdan kimse çekmez çekdiğin

Fakat sabredeceksin, Allah böyle emretmişdir, onların fenâlıklarını görmeyeceksin. Dâimâ onlara iyilikle muamele edeceksin. Mü'mine düşen vazîfe, kötülüğe karşı iyilik.

Sövene dilsiz gerek
Vurana elsiz gerek
Dervîş gönülsüz gerek
Sen dervîş olamasın

demiş Yûnus Emre.

Yani hemen vurdu vuracağım. Fiske vurana yumruk vurursan zâlim olursun. Allah zâlimleri sevmez. 

Hazret-i Ömer ibn Hattâb radıyallahu anh Hazretleri buyurdular ki adamına, "Hiç sana bi gayrı hak vurdum mu, ya kulağını çekdim mi?". "Yâ emîre'l-mü'minîn bir kerre kulağımı çekdin" dedi. "Öyleyse oturacağım", koca Ömer radıyallahu anh, "Oturacağım önüne, benim kulağımı çek. Ama sakın benim çekdiğimden ziyâde çekmeyesin, zâlim olursun. Ben helâl ederim ama zâlim olursun".

Affetmek daha güzel. "فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِه۪ۜ fe 'âkibû bi misli mâ 'ûkıbtüm bih", ikâbe olunduğun gibi ikâbe edebilirsin ama sabretmen senin ve benim hakkımda çok hayırlı olur. Geçiyoruz mü'minler.

Bir gün o zâta dedi ki Cenâb-ı İmâm-ı Ali, Levh-i Mahfûz Ümmü'l-Kitâb gösterilip, "Benim ecelim senin elinde" dedi. Yani "Senin elinde ben şehîd olacağım" dedi. "Amân Yâ İmâm" dedi o zât...

İyi dinle! İslâm'ın adâleti, İslâm'ın fazîleti, İslâm'ın nûru, mü'minlerin sürûru. Çünkü bu İslâm'ı talîm eden, bütün peygamberlerin seyyidi Muhammed Mustâfa'dır. O, bir kapı açmış, o kapıdan kim girerse, Allah'ın rızâsına, cennete ve cemâle mazhar olur. Kim terk ederse helâk olur. Tekrâr ediyorum. Peygamber, bir yol açmış, bir kapı açmış, kim o kapıdan girerse, rızâya, rıdvâna ve cemâle erişir, vâsıl olur. Terk eden helâk olur. Bir ip gibidir, kim o ipe sarılırsa, necâta erer. "وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ va'tesîmû bi hablillahi cemî'an velâ teferrekû" diyor Allah Kur`ân-ı Kerîm'de. "Sizler Allah'ın dÎnine sıkı sarılınız, habl-i ilâhîye. Habl, Arapçada ip demek. Kim sarıldıysa o adam necâta erer. Terk edenler helâk olurlar. İslâm'ı terk eden helâk olur. Öldükden sonra arkasından kürre-i ard solusu altın dağıtsalar, rûhu için hatimler okutsalar, mevlûdler okutsalar hiç bir faydası yokdur. Bir adamın çenesi îmânsız kapandı mı, arkasından yüz bin hatim, milyarlarca lira dağıtılsa hiç bir faydası yokdur. Bir çene îmânsız kapandı mı, îmânsız, islâmsız kapandı mı, arkasından milyonlar, milyarlar dağıtılsa, yüz bin tevhîd, yüz milyon tevhîd, yüz milyon hatim okunsa hiç bir faydası yokdur. O gördüğün kara toprak bir sandıkdır ki, amel sandığıdır. Oraya kimse girmez senden başka. Amelinle sen başbaşa kalırsın. Yakın bir zamanda olacak. 

İşte Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin getirdiği hidâyet yolu bu. 

İmâm-ı Ali ona söyleyince dei ki, "Yâ İmâm, amân böyle bir şey benden zuhûr etmesin, beni katl et sen, katl etdir beni" dedi. "Yoook" dedi, "Zâlim olurum sonra, fiil zâhir ola ki, sana kısas yapıla. İşlemediğin günah için sana cezâ veremem. Olamaz öyle şey" dedi. Bu böyle vukû bulacak, böyle olacak bu, bitdi o kadar. ,

Ve netekim de işte, bu adam havâricden oldu. Hâricîler vardır. Müslümanlara arasına fitne sokmuşlar, Alevîler Sünnîleri hâricî bilirler, Sünnîler de Alevîleri hâricî bilirler. Böyle bildirmişler. Çünkü beşinci kol karıştırmış içeriyi, iyicene böyle olduğu gibi. Allah bir, Muhammed hak, Kur`ân bir, ne istiyorsun daha? Ali'yi biz de seviyoruz. Hasan, Hüseyin başımızın tâcı, arşın küpeleri, Hazret-i Peygamber'in omuzunda gezen insanlar. Hazret-i Peygamber, Muhammed Mustafâ, onları omuzuna almış, taşımış, omuzlarında taşımış. Seviyoruz. Ne istiyorsun? Kardeşin senin o. Ali'yi seven Muhammed'i sever, sallallahu aleyhi vesellem, radıyallahu anh. Muhammed aleyhisselâmı seven Ali'yi sever tabii, elbet. Resûl aleyhisselâm buyurmuş ki Hazret-i Ali'ye, "Yâ Ali, seni mü'minler sever, münâfıklar sevmez" demiş. Kim var İmâm-ı Ali'yi sevmeyen? İşte esmâ-yı şerîfesi burada, işte her cuma şân-ı vâlâsını biz okuyoruz, bizim gibi âcizler. Allah okuyor, melekleri okuyor. 
"Yok" dedi. Bu Haydar-ı Kerrâr bu. "Olmaz" dedi, "Zâlim olurum. Sen o fiili işle ki, sonra sana hüküm giydirile" dedi. Zamân zemîn geldi. 

Vahdetden ayrılma! Allah'dan ayrılma! Tevhîdden ayrılma! İslâm'dan ayrılma helâk olursun! Hem dünyâda hem âhiretde. "خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَۜ Hasire'd-dünyâ ve'l-âhire"

Vakit geldi. İşte 17 Ramazân sabâhı, İmâm-ı Ali câmiye gidiyor. 

"Hazret-i Ali'ye tâbiyim" diyenler, bak, İmâm-ı Ali câmiye gidiyor. Bak ne söylüyorum! Alevîlere hitâb ediyorum, içinizde varsa eğer. Câmi, Ali'nin evidir, Muhammed'in evidir, sallallahu aleyhi vesellem, Allah'ın evidir. Kaçma câmiden. 

Câmiye gidiyor. O sabah, abdest alıyordu, mübârek ensesine mesh etdiği vakitde, gülümsedi. Su döken câriyesi sordu, "Yâ İmâm niye tebessüm etdiniz?". "Yakında boynum kanlara bulanacak". 

Âşıkın nişânesi Allah yoluna baş vermekdir. Âşıkın nişânesi Allah yoluna baş vermekdir. Sen malını veremiyrosun. "Hocaefendi, acabâ vergi zekâtdan düşer mi?". Hükûmetin vergisi ayrı, zekât ayrı. Allah için her şeyi vereceksin. Peygamber için her şeyini fedâya hazır olacaksın. Peygamber'in âilesi senin annenden sana daha yakın. Ümmü'l-mü'minîn, annen. Zâten bir adam, Cenâb-ı Peygamber'i, Hazret-i Muhammed Mustafâ'yı, canından, malından, kanında, her şeyinden ziyâde sevmedikçe o adamın îmânı kemâlde değildir. Bir daha söylüyorum. Kulağını benden yana aç. 

Güneş gurûba eriyor, yakında gideceğim, gidiyorum yakında. Geleceksin, beni bulamayacaksın. Yâhud ben geleceğim seni bulamayacağım burada. Gözünü aç. Ramazân gitmedi, sen gidiyorsun. Her giden Ramazân ayrıdır ya. Ramazân gene gelecek, sen gitdin mi bir daha gelmeyeceksin. Ağlamanın, sızlamanın, parmaklarını ısırmanın, saç sakal yolmanın hiç bir faydası olmayacakdır. Yakın zamanda. Âhiretin ilk istasyonu, dünyânın son menzili olan kabirde. Hazırlan, boş gitme. Pasaportuna Muhammed Mustafâ'nın, sallallahu aleyhi vesellem, imzâsını koydur.  Kabre girer girmez, nasıl ki bir milletin hudûdlarına girdiğin vakitde, o milletin memurları geliyor da, sana soruyorlar, diyorlar ki, "Hani pasaportun?". Bakıyorlar pasaporta, eğer o devletin yetkili makâmından vize aldınsa, içeri sokuyorlar seni. vize almadınsa sokmuyorlar. Allah hükûmetinde de verilen pasaport üzerinde Hazret-i Muhammed Mustafâ'nın ismi bakılır, imzâsı yani vizesi bakılır. Kimin vizesi yoksa, yani Cenâb-ı Peygamber onu ümmetliğe kabûl etmediyse...

"Rabbim Allah diyorum" ama acaba Allah seni kabûl ediyor mu, beni kabûl ediyor mu? "Peygamberim Muhammed Mustafâ" diyorum, bu suçla, bu yüz karalığıyla Peygamber beni ümmetliğe kabûl ediyor mu? Düşündün mü bunu hiç? Bu senin kendi davan, "Rabbim Allah", "Dînim Dîn-i İslâm" diye. Acaba seni İslâm kabûl etdi mi? Seni defter-i îmâna, defter-i islâm'a kaydetdiler mi acaba? Çünkü bir çok insan var, "وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billahi ve bil yevmil âhıri ve mâ hüm bi mü'minîn", bir çok insan var ki, "Ben Allah'a ve kıyâmet gününe inandım" diyor ama Allah diyor ki, "وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ vemâhüm bi mü'minin, bunlar mü'min değildir" diyor Cenâb-ı Allah. Allah diyor, ben demiyorum ki. Çok mühim konuşduğum sözler, sana ninni gelmesin. Uyuma! Yakın zamanda büyük bir uykuya dalacaksın, kaç bin sene uyuyacaksan, kıyâmete kadar uyursun, rahat verirlerse eğer. İş orada, sultânım! Bak! Nüfus kağıdındaki kayda bak, kayda, kayda. Muhammed Mustafâ imzâyı koydu mu? Haberin var mı? "Efendi, bilmiyorum". Peygamber'e karşı muhabbetin varsa kalbinde, şu anda şimdi, bil ki Peygamber senin pasaportuna imzâyı koymuş. 

Peygamber sallallahu aleyhi veselleme salât ü selâm okuyor musun? Onun ismini andığın vakitde, ehl-i beytini işittiğin vakitde, ashâbını duyduğun vakitde, evliyâsını işittiğin vakitde, kalbinde bir titreme, bir muhabbet peydâ oluyor mu? "Oluyor". Müjde olsun sana! Tûbâ! Müjde olsun sana! Yok eğer "Ezan mı okundu, kâmet mi edildi, Peygamber'in sahâbesi mi, Ehl-i Beyt'i mi, evliyâsı mı, ulemâsı mı konuşuldu, benim hiç haberim bile yok" diyorsan o vakit ağla! Ağlayamazsan niye ağlayamıyorum diye ağla! Çünkü sonra çok ağlayacaksın!

Yâ Rabbi hep senin rızâ-yı şerîfini tahsîl için buraya toplandık, geldik, bizi burdan boş çevirme.

Mübârek elini ensesine mesh etdi, gülümsedi, câriye sordu, "Yâ İmâm, niye tebessüm etdiniz?" diye sordu. Buyurdu ki, "Yakın zamanda ensemi kan ile mesh edeceğim". 

Âşıklar öyle. Hallâc-ı Mansûr da öyle söylüyor. Sen Hallâc-ı Mansûr'u anlayamazsın, o ene'l-Hakk meselesini filan. Kolay iş değil öyle şeyler. Bakıyorsun bir tânesi biraz kitâb okuyor hemen kendisini Yûnus Emre zannediyor. Bırak onları, o hayâlleri sen şimdi. "Ben cennet istemem efendim, ben Hakk'ı istiyorum, cennet istemem". Cennet istemeyen dünyâdaki gecekonduya îmânını verecek herif. Sözde âhiretde cennet istemiyor. Olma öyle, olmaz, hayır! "Hûri istemem" diyor, dünyâ kadınına yan bakıyor. Bırak böyle yalancılığı. Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün. Geçiyoruz. 

Kollarını kesdikleri vakitde yüzüne tutdu kanını yukarıdan aşağı. Kim? Hallâc-ı Mansûr. Hüseyn-i Mansûr. Ve şunu söyledi, "Siz ehl-i şerîat...". Onun ellerini kesen ehl-i şerîat idi. Hükmü oydu. Hattâ hükmü veren, Cüneyd-i Bağdâdî idi. Öyle iktizâ etmişdi. Onun esrârı vardır. İsteyen bana sorabilir sonra konuşabiliriz. Kollarını kesdiler ve yüzüne tutdu ve dedi ki onlara, "Ey ehl-i şerîat! Siz abdetsi suyla alırsınız, biz âşıklar kanımızla alırız" dedi. 

Bazı insan vardır suyla abdest alır, bazısı Hakk korkusuyla, Hakk aşkıyla, gözyaşıyla abdest alır. Kim ki gözyaşıyla, yani Hakk korkusuyla, Hakk aşkıyla akan  gözyaşıyla abdest alırsa, onun abdesti tamam olur. Suyal abdest alanın abdesti de tamamdır ama onu hıristiyan da gayr-i müslim de, müslim de gayr-i müslim de alıyor suyla. Hattâ sen korkuyorsun yıkanmaya, yıkanmaya korkuyorsun, "toprakdan halk olundum, dağılırım" diye, Avrupalı günde üç defa beş defa banyo yapıyor, duş yapıyor. Sen korkuyorsun yıkanmaya. 

Su bedava, câmi bedava, imam bedava, hâfız bedava, oturup Kur`ân dinlemiyor mü'min, vaaz dinlemiyor. Bedava! Hıristiyan olsaydık ne olacakdı? Kiliseyi parayla satıyorlar, ön saf on bin lira. Parsellemişler kiliseyi. Bedava! İmam bedava, vâiz bedava, câmi bedava, hâfız bedava, ezan bedava, istiklâl bedava, hürriyet bedava! Allah hepsini elinden alabilir sonra. Verilen nimetlerin kadr u kıymetini bilmezsen, bilmezsek, bilmezsen, kadr u kıymeti bilinmeyen, şükrü edâ edilmeyen nimetler elinden gider. İster maddî, ister manevî. Duyana söyledik, görene haber verdik, işitene söyledik, düşünene söyledik. 
Abdestini aldı İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh ve hânesinden dışarı çıkdı ve mescide...Nerde vuracaklar mü'mini? Namazda vurdular. İyi dinle! Zehirli kılıçla vurdular, zehirli kılıçla. Aynı günde üç yerde vukuât oldu ama, çünkü üç kişiye karar verilmişdi sûikasd için, Kûfe'de İmâm-ı Ali, Şam'da Şam vâlisi, Mısır'da Mısır vâlisi, li hikmetillahi teâlâ, İmâm-ı Ali o rütbeyi ihrâz etdi. Şam vâlisi şişman olduğu için hançeri yağına geçiremedi, Mısır vâlisi de sabah namazına câmiye çıkmadı o gün, yerine adam gönderdi, kendi vekîlini, o diye öldürdüler. Tanımıyor çünkü gelen adam, sûikasdçı. İmâm-ı Ali'yi vurdular, zehirli kılıçla vurdular. Ve İmâm huzûrullahdan yüzünü geri çevirmedi, namazı ikmâl etdi. O hâlde ikmâl etdi. Vuranı götürdüler, dedi, "Kim vurdu?". Dediler ki böyle bir zâlim. "Yaaa, biz vaktiyle kendisine bunu haber vermişdik. O musîbete uğradı mı. Getirin bana onu" dedi. İyi dinle! Getirdiler. 

Şimdi, sû-i zann olmasın, Ümmet-i Muhammed'in kalbinde bir şey olmasın diye, şunları sordu ona, "Sen benim yanımda bulundun, ben senin iffetine el atdım mı?" dedi. "Estağfirullah Yâ İmâm". Kâtil söylüyor şimdi. "Peki ekmeğine mâni oldum mu?". "Estağfirullah Yâ İmâm". "Çalıştırdım da hakkını mı vermedim senin?". "Hayır Yâ İmâm". "Peki niye yapdın bunu bana?". Herkesin önünde sordu, dostu var düşmanı var. Diyecekleri ki "Acaba bir şey mi yapdı İmâm-ı Ali?". "El hükmü lillah", hüküm Allah'ındır dedi. Deyince İmâm-ı Ali şu cevâbı verdi. İyi dinle! "El-hükmü lillah sözün hak, niyetin bâtıl" dedi. Götürdüler hapishâneye. Çağırdı İmâm-ı Hasen'i ve İmâm-ı Hüseyn'i ve Hazret-i Muhammed Hanefî'yi, dedi ki, "Dinleyin beni evladlarım, ben ceddiniz o hasen ve ahsen olan Muhammed Mustafâ'dan işittim, bir hayvan kudursa dahi ona eziyet ve cefâ ile öldürmeyiniz". Dikkat buyur! "Bir kelb kudursa dahi, hattâ kabahat da yapsa, ısırsa bir kaç kişiyi, o hayvanı ezâ ve cefâ ile öldürmeyiniz. Öyle dedi ceddiniz. Ahsenü'l-hasen olan Muhammed Mustafâ. Şimdi ben bu adamın, kılıcıyla şehîd olursam, ahkâm-ı ilâhî neyse Allah'ın ahkâmı, hüküm neyse, kânûn, kânûn muvâcehesinde onun cezâsını veriniz. O bana bir kılıçla vurdu, ona da bir kılıç vursunlar, iki yok, iki kılıç yok, eziyet olsun diye üç defa dört defa değil. Bir kılıç bana vurdu, bir kılıç vursunlar. Eğer ölmezsem, Allah bana şehâdet nasîb kılmazsa, onun hakkındaki muamele bana aid" dedi, "Ben biliyorum ne yapacağımı". Adcaba ne yapacakdı? Ne dersiniz efendiler? Vallahi ve billahi affedecekdi. Netekim de işte şimdi söyleyecek kendisi.

Götürdüler zindana. Sonra İmâm-ı Ali'ye süt getirdiler. Tabibler, doktorlar o gün için dediler ki, "sütten başka bir şey içmesin, süt içsin". İmâm-ı Ali dedi ki, "Bu sütü götürün, zindanda bir var garîb var" dedi, "zindanda bir garîb var" dedi. Dediler ki "Yâ İmâm, zindandaki garîb kimdir?", "Beni vuran, beni cerh eden" dedi. "O garîbdir şimdi, emîrü'l-müminîni vurdu diye herkes ona hakâret nazarıyla bakıyor. Onun karnı açdır, sütü ona götürün, sütü o içsin" dedi. Sütü kendisi içmedi ve düşmanına yani kendisini şehîd eden zâta gönderdi. O, sütü aldı içmedi, ve şöyle konuşdu, "İçine zehir koydunuz değil mi? Beni zehirleyeceksiniz değil mi?". Çünkü şaşırmışdı ne yapacağını. Ve sütü içmeyince getirdiler İmâm-ı Ali'ye, dediler ki, "Yâ İmam, içmiyor", "Neden içmiyor?", "İçine zehir koydunuz diyor, ondan şübheleniyor, öyle dedi". "Vah, vah vah, vah! Eyvah, eyvah, eyvah! Vah vah! Ehl-i Beyt-i Muhammed Mustafâ'ya nasıl böyle sû-i zann edebilir. Bizde o şey var mı ki, bir kimseye süt diye verelim, içine zehir koyalım, olur mu bu? Ehl-i Beyt'e yakışır mı bu? Hâne-i Muhammed'e yakışır mı bu? Eğer gönderdiğim sütü içseydi", iyi dinle! "yarın kıyâmet gününde, cennetin eşiğine ayağımı dayar, evvelâ İbn Mülcem'i içeri sokardım, kâtilimi içeri sokardım, sonra kendim girerdim" buyurdular. 

Bilmem anlatabildim mi? İnşaallah anlatabilmişimdir. İşte bugün bulunduğun gün o gün senin. Yani gününün târihini bil.

Mü'min olan birbirini sever diyor Peygamber. Mü'minler birbirlerini severler. Hattâ bu vatanda yaşayan, müslüman olsun gayr-i müslim olsun, hep bizim kardeşimizdir. Vatan kardeşidir. Dîn kardeşi vardır, tîn kardeşi vardır, vatan kardeşi vardır. Mü'minleri seveceksin. "Birbirinizi sevmezseniz", diyor Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, "îmân etmiş olmazsınız". Bir daha söylüyorum, tekrar tekrar, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız, beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmânınız kemâle gelmez".
"İnnellezîne âmenû", şu kimseler ki îmân etdiler, "ve amilu's-sâlihâti", her hâlde Allah'a îmân eden, Peygamberini her şeyinden ziyâde seven kimse, Peygamber'in yolundan ayrılmaz. O'nun sünnetine, O'nun getirdiği dîne hürmet eder, O'nun sünnetine riâyet eder ve O'nu sevenleri sever. Çünkü îmân etmiş. "Ve amilu's-sâlihât", sâlih ameller işler, Allah'ın sevdiği, emretdiği şeyleri. Bir de yasakladıkları var, onlardan kaçınır. Ve bunların içinde en ehemm-i mühim olan, "akâmu's-salâte", namazı kılar. 

İyi dinle! Biraz vakit daraldı ama konuşmadan geçemeyeceğim, yapamayacağım yani. Kusura bakmayın. Ramazan bu! Ramazan. Beni affedin. Belki sen terliyorsun ama ben de terliyorum burda.

Namazı kılar. Nasıl kılar namazı? "Akîmû", tadîline, erkânına riâyet ederek namazı kılar. Huzûra çıkdığını öğrenmek. Beş vakit namaz kılan, beş defa Allah huzûruna çıkar, Allah ile sohbet eder. Vallahi sohbet vardır. Bak içinizde belki Arapça bilenler var, "iyyâkena'büdü", "ke" harfi muhâtabdır. Hakk Teâlâ mekândan münezzeh olarak, Allah'a mekân yokdur, Allah mekânların mekânıdır, Allah mekândan münezzeh olarak, namazda tecellî eder mü'mine. "Esselâmü aleyke eyyühennebiyy" dediğin vakitde, "esselâmü aleyke" muhâtabdır, Rûh-i Muhammedî senin karşındadır. Görenler var. Muhammed Bahâeddîn Nakşbendî diyor ki, "Ben bir an Peygamberimizi görmesem, kendimi tedennîde farz ederim" diyor. 

Namaz, mü'minin mi'râcı. Namaz, Muhammed Mustafâ'nın gözü nûru. Namaz, Dîn-i İslâm'ın alâmeti. Namaz, dînin direği. "Efendim namazda ne varmış, senin kalbin temiz olsun, namaz kılanlar neler yapıyor". Sen namaz kıl, onlar gibi yapma, namaz kılanların çirkin hareketlerini yapma sen. Namaz kılıp da çirkin hareketlerde bulunanların  hareketlerini yapma. Kendi kendini kandırma. Kurtulamzsın. On iki yaşında farz. Çocuklarınıza öğreteceksiniz namazı. Tatlı, tatlı, güzel sözlerle, okşayarak, bahşiş vererek namaza alıştıracaksın. Fıkıh kitâblarında "yedi yaşından itibaren namaza alıştırmalı, dokuz yaşında kılmıyorsa dövmeli filan" diyor ama pek dövmeye gelmez. Kendi kendini döversin sonra.
 
Çocuklarına bedduâ da etme. Birisi çocuğundan Abdullah el-Mübârek'e şikâyet etdi. Abdullah el-Mübârek buyurdu ki, "Sen çocuğuna bedduâ ettin mi?", "Etdim" dedi. "Çocuğunu sen kötü yapmışsın" dedi. Dâimâ duâ edeceksin evlâdına. Ve kötüler için de böyle. Kötü gördüğün kişiler için de duâ edeceksin, kahır okumayacaksın. Şöyle duâ edeceksin : "Yâ Rabbi, bize orucu nimet verdin tutturdun, sen bize bu zevki, bu kudreti vermesen biz orucu tutamazdık. Tutmayanlara da tadını ver, lezzetini ver onlar da duysunlar yâ Rabbi, onlar da tutsunlar yâ Rabbi. Onları da affet yâ Rabbi". Fedâkâr ol biraz! Görmüyor musun, Seyyidinâ Ebâ Bekir'i, radıyallahu anh, duâsında ne diyor biliyor musun? Duâsında ne diyor biliyor musun? "Yâ Rabbi, Ebû Bekir'in vücûdunu öyle büyüt öyle büyüt ki benim vücûdum cehennemi doldursun, orada Ümmet-i Muhammed'e orada yanacak yer kalmasın" diyor. Böyle olacaksın. 

Peygamber'in gözü nûru, dînin direği namaz, mü'minin mi'râcı ve burağıdır namaz mü'minin. Yani hemen vuslat yapdırır. Namazı terketme. Ramazana mahsûs değil. 

Efendiler! Bir söz söyleyeceğim, düşüncemiz varsa eğer, bu kâfî gelecek. Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet eyle. Ateşe dayanacağın kadar günah işle. Allah'a muhtâc olduğun kadar Allah'a ibâdet kıl. Gözünün nûrunu söndürürse doktorlar senin gözünü açamazlar. Bir tarafına inme inerse şifâsı yokdur. Kanser olursan milyonlar olsa faydası yok. Allah'a muhtâcsın dâimâ. Seni yaşatan, yediren, içiren, sıhhat veren Allah'dır Celle Celâluhû Hazretleri. Bizi yere yutturmuyor, gökden başımıza taş yağdırmıyor. Günah işliyoruz, gene affediyor. Settâre'l-uyûb. O'na secde et. Mü'minin alâmeti namazdır, alâmet-i îmân namazdır. Geçiyoruz.
"Ve akâmu's-salâte ve âtevü'z-zekâh", zekâtı verirler. Şimdi bu zekât hakkında bir kaç söz söyleyeceğim çünkü vakit çok daraldı. "Ve âtevü'z-zekâh", zekâtı verirler. Zekâtı hesâb edip vereceksin. "Vermem, parayı ben kazandım". Verme, yemeden ölürsün, mutlaka senin yerine başka bir adam gelir onu yer. Kızına bırakırsın damadın yer, karına bırakırsan başka birine varır onunla yer, kızına bırakırsan damadınla yer, oğluna bırakırsan gelininle yer, metresiyle yer sonra, hesâbını da Allah senden sorar. Hadi! 

İki. Âyet okuyacağım şimdi. İyi dinle! Allah diyor ben demiyorum. Sûre-i Tövbe. Esteîzübillah. "وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ vellezîne yeknizûne'z-zehebe ve'l-fıddate velâ yünfikûnehâ fî sebîlillah, febeşşirhüm bi azâbin elîm". Şu kimseler ki, paralarını, altınlarını, gümüşlerini, paralarını, kasalara kitlediler, Kastelli'ye yatırdılar...Yaaa! Ne güzel çalışmadan para! Kasalara kitlediler, sonra? "vellezîne", şu kimseler ki, "yeknizûne", kenz etdiler, biriktirdiler yani topladılar, "zehebe" altınlarını, "ve'l-fidda", gümüş demek Arapça, Habîbim Muhammed onlara tebşîr et azâb-ı elîmi, cehennem azâbını, cehennem ateşini. Neden? Tebşîr olur mu cehennem ateşi? Allah istihzâ ediyor, "mal benim" diyenle. "Mal benim, para benim, evlad benim, karı benim, kasa benim, kese benim, rütbe benim" diyenle alay ediyor Cenâb-ı Hakk, istihzâ ediyor. Azâb-ı elîmi tebşîr et, müjdele. Ne olacak? "Kıyâmet gününde onların biriktiridği paraları biz, cehennemde kızdırırız, onların alınlarına, sırtlarına, yanlarına yapıştırırız, biriktirdiği paraların tadını tattırırız" diyor Hazret-i Allah.

Şimdi, ey zengin! Aç kaldın açlığın ne olduğunu öğrendin. Oruç tutmasaydın açlığı tatmazdın, bilmezdin sen. Acın hâlinden haberin olmazdı. Açlığı tattın, yoksulluğu tattın, yani varken yoksulluğu tattın. Zekâtını ver! Yetîmler bekliyor, yoksullar bekliyor, açlar bekliyor. Gel sen, istiyor musun âhiretde bu ecre, mükâfâta eresin, bu nimete eresin. Buradan ne gönderirsen orada onu bulacaksın. Gel böyle yap. Yetîmler boynu bükük bekliyorlar. Sen, göğsünü ifitaharla kabartma, "ben sağım" diye. Bakarsın seneye sen yuvarlanırsın sonra senin çocuğun yetîm kalır. Patronum diye hiç göğsünü kabartma! Bakarsın seneye elinden malın gider sonra çırak olursun. Sıhhatli hasta olur, fakîr zengin olur, zengin fakîr olur, değişmeyen yalnız Allah'dır Celle Celâluhû Hazretleri.
  
Ne ekersen onu bulacaksın. İstiyor musun? Bire yedi yüz var. Ramazân'dan hâriç bire on veriyor Allah, Ramazân'da bire yedi yüz, bire yedi bin, bire yedi milyon. "vallahu vâsiun 'alîm" diyor çünkü âyet-i kerîmenin alt tarafında.

Şimdi bir hikâye anlatacağım ve bitireceğim. Çünkü komprimesi bu. Bir mezzûb, çok zaman anlatmışdım size, ama gene anlatacağım, bir meczûb...O meczûbun ne olduğunu sen bilmezsin, deli zannedersin sen. Meczûb, deli demek değildir. Esrâr-ı ilâhîyi kaldıramaz, gördüğünü, senin gözüne deli görünür. Zâten akıllısı yokdur insanların. Herkes bir türlü delidir. Böyle bir meczûb Eyüp Sultan'da bir kahvede vâriyetli bir hocaefendi, sarıklı hocalardan birisi, mekteb hocası değil yani, çok zenginmiş fakat gâyetle nekes böyle, neûzübillah. Bazısı böyle sıkar da damlatır onu yer bazısı altından alıp üstüne koyar, yemez kendisi hiç. Ah neler geldi aklıma ama vakit dar. Böyle bir adam, o meczûb gelmiş ona, "Hocaefendi bana yoğurt al" demiş. Eyvah! Yoğurt almak da mesele onun için. 

Yani öyle kişiler var, sakın onların sofrasından yemek yemeyiniz. Ekseriyâ biz tamahkar adamlara zarar vermeye çalışırız, şaka olsun diye. Sakın yemeyin yemeklerini, Onlar köpek tabiatlıdır, köpek kemiğini vermez kimseye. Onlar köpek tabiatlıdır, köpeğin çanağından yemek yenmez. Fakat sen çanağından köpeğe atarsın, verirsin. Acaba anlatabildim mi ne demek istiyorum? Bu tamahkar adamlar böyledir, köpek gibi bacağının arasına kıstırır kemiği, hırrrr, kimseye vermez. Ve makarları, gidecekleri yer cehennemdir. Alınları secdede çürüse, alınları delinse, cehenneme gideceklerdir. Öyle diyor Peygamber, ben söylemiyorum.
Hattâ Kabetullah'ın önünde birisi ağlıyormuş, Efendimiz gitdi, dedi, "Niye ağlıyorsun sen burada bu kadar fazlaca?". "Yâ Resûlallah günahım çok fazla benim, çok büyük benim". "Nedir günahın, Allahın rahmetinden büyük mü?" dedi. Uzatmıyorum lafı. "Hayır deği" dedi. "Nedir günahın?". "Bir fukara benden bir şey istedi mi, bir şey veremiyorum ben". "Neden?". "İki tâne kızgın süngü benim kalbime giriyor". O vakit Efendimiz dedi ki, "Ağla, ağla, ağlamak sana düşer" dedi. "Ağla şimdi, gözlerinden akan sular nehir olsun, ağla". Geçiyoruz. Kısa kesiyorum sözü.

O yoğurt alacaksın dedi. Hoca, kovdu meczûbu. O at sineği gibi takıldı, ille alacakısn diye. En sonunda Hoca illallah ve resûlih deyip o devrin parasıyla bir metelik, yoğurt aldı, meczûba verdi. Meczûb dedi ki "Biraz da ekmek versene" dedi. Allah o meczûba rahmet etsin. "Ekmeği de başkası alsın" dedi Hoca ve çıkdı gitdi. Hoca akşam bir rüya gördü. İyi dinle! Manâ gördü. "Efendim rüya hayaldir mayaldir". Âlem-i misâl vardır, âlem-i hayâl vardır rüyâ meselesinde. Onu da geçiyoruz, fazla durmuyoruz, durmam lazım ama geçiyorum. Vakit dar çünkü. Bir yere ama, bir makâm, ağaçlık, sulak, altınlarla elmaslarla yapılan köşkler, haymeler, saraylar filan hep içerisinde. Her şey güzel ama Hoca açlıkdan ölüyor. Yiyecek bir şey yok. Oraya koşuyor, buraya koşuyor, aç, ölüyor hocaefendi açlıkdan, rüyasında. Bir zât zuhûr etmiş. Dedi, "Yâhu burası neresidir? Benim anladığıma göre, kitablarda okuduğuma göre, burası cennet olması lâzım" diyor Hoca. "Evet cennet burası" dedi. "Ama nasıl cennet? Cennetde pişmiş kuş etleri var, kebab etleri var, şunlar var, bunlar var, filan filan. Allah Kur`ân'da sayıyor, Sûre-i Vâkıa'da. "ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn ve hûrun în ke emsâli lü'lüil meknûn cezâen bimâ kânû yamelûn". Güzel ama ben açlıkdan ölüyorum" dedi. "Hocaefendi cennet budur ama dünyâdan bir şey gönderirsen burda onu sen bulursun, göndermezsen bir şey bulamazsın burda. Dünya ahretin tarlasıdır, dünyada eken burda biçer". "Hah! Burda bir yoğurt var" dedi Hoca'ya, "Şu yoğurdu al, ye" dedi. Hoca yoğurdu aldı yerken, "Biraz da ekmek", Hocaefendi yalnız yoğurt gönderdin, biraz da ekmek gönderseydin, ekmek de verirdik" dedi. 

Fefham! Anla! Gözünü aç! Ne söylüyorum, ne konuşuyorum! İftah ayneyk!

"Yoğurdu yedin tamam, ekmek gönderseydin onu da bulacakdın" dedi. 

Onun için zekâtçılar, zenginler! Kitleyip Kastelli'ye yatıracağınıza Allah'ın kasasına yatırın. Kat kat misil misil alın. Burada hüzne düşersin sonra, elinden malın çıkar, üzülürsün sonra çok. Malını muhâfaza etmek isteyen kimse, Allah'a yatırmalıdır, Allahu Teâlâ'ya. Allah için vermeli, açılan eli boş çevirmemelidir. Açılan elle berâber Allahu Sübhânehû ve Teâlâ, mekândan münezzeh olarak, Allah'ın rızâsı açılır yani.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 9 Temmuz 1982 (17 Ramazan 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder