Böyle bir toplantıya geldiğiniz için hepinize ve böyle bir böyle bir toplantıyı meydana getirdikleri için, ibra ettikleri için diyeceğim, bilhassa Beyazıt Kütüphanesi Umumi Müdürü Beyefendiye hassaten şükranlarımı arz ettikten sonra merhum ve mağfur İsmail Saib Efendi hakkında bir iki söz söylemek küstahlığında bulunacağım. Küstahlığında bulunacağım diyorum çünkü hakikaten öyle bir âlimdi, öyle bir allameydi, öyle bir ucu sonu bulunmayan denizdi ki bir bahr-i bi-gerandı ki ona karşı hakikaten ona dair söz söylemek dahi pek güç. İnsan adeta onu anlatırken kendisini tefsir etmiş olacağı için, utanıyorum ben.
Rahmetli üstadımız hakkında bilhassa en güzel, en geniş, en sahih, en sağlam bilgiyi İsmet Sungurbey Huzur Dersleri’nde vermiş. Huzur Dersleri’nde merhumun gerek ilmi tebahhuru gerek maddi hayatı hakkında en sahih, en dürüst, en yakine yakın malumatı bulacaksınız, onu tavsiye ederim. Bendeniz bazı hususiyetlerinden bahsedeceğim ancak rahmetlinin.
Erzurum’da doğan, İstanbul’da tahsilini bitiren, ondan sonra ihtisasını gene İstanbul’da yapan, en sonunda da İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Edebiyat-ı Arabiyye derslerine müderris tayin edilen Saib Efendi. Üniversite değildi o vakit, Darülfünun-i Osmanî idi, prof tabiri yoktu o vakit, müderrislik tabiri vardı. Edebiyat-ı arabiyye dersi, onun müderrisliğine tayin edilen İsmail Saib Efendi 1925 yılına kadar bu hizmeti devam ettirdi. Huzur Dersleri’nde muhataplık payesini idrak etmiştir. Kendisinin Arapça bilgisi hakikaten vasi idi, o kadar vasi idi ki Edebiyat-ı Arabiyye ile meşgul olanlar bunların içinde gerçekten Edebiyat-ı Arabiye de yani şimdiki tabiriyle Arap Edebiyatında, Arap Edebiyatı’nın her sahasında, cahiliye devrinde, İslam'da bu edebiyatı en iyi bilen Arap alimleri dahi kendilerine gelirler, herhangi bir bahiste en ince noktayı ancak ondan istifade ile maksadlarına nail olurlardı. Arapçayı bu kadar iyi bilen üstâd aynı zamanda Farsça’da da gerçekten bir mütehabbirdi. Ayrıca Fransızca bildiğini, Almanca bildiğini, İtalyanca biraz tefehhüm ettiğini ve tekellüm edebildiğini, Latinceye vukufu olduğunu söylerler. Bütün bunlardan başka rahmetli, tıbb-ı atika eski tıbba ve yeni tıbba ve eczacılığa da bir aralık kol atmış, onlardan da behreyab olmuştur.
Bütün bunlar zahiri bilgileri. Hafızaya gelince, şimdi bir acaib laf söylüyorlar bellek mellek diyorlar neyse bilmiyorum ben onları. Hafızaya gelince; hafızasına hayran olmamanın imkan ve ihtimali yoktu, hemen hemen her tez yapan üniversite, yani o zamanın tabiriyle edebiyat medresesi yahut felsefe kısmına mensup her tez yapan şakirt gelir kendisinden mutlaka istifade ederdi. İstifademiz şöyle olurdu: ben başımdan geçen bir vakayı anlatacağım. Kendilerine geldim, bir yerde bir bahis görmüştüm, "filan kitapta", fazla açmıyorum kısa kesmek için, "filan kitapta şöyle bir bahis gördüm, filan kişi filan müellif yazmış, siz ne buyurursunuz" dedim. Bana cevapları şu oldu, "Ondan evvel", gayet hafif konuşurlardı, gayet hafif konuşurlardı, "ondan evvel filan kitapta ondan daha evvel de diğer kitapta buna dair bir bahis vardır, zannedersem o kitap Mısır’da 1250 tarihlerinde basılmıştır, eğer hafızam beni aldatmıyorsa 56. Sahifenin ortalarına doğru o bahis başlar". Hafıza böyle idi ve hakikaten hiçbir suretle hafızasının yanıldığına şahit olan, yanıldığını bilen, yanıldığına dair bir şey nakleden birine rastlamadım.
İlmi anlayışları harikuladeydi. İslam felsefesini, Yunan, Hint, İran, Roma ve Bizans felsefeleri ile tam olarak karşılaştırabilen, herhangi bir bahsi İslami bakımdan her mezhebin, her taifenin, her fıkranın reylerine göre izah eden ve ondan sonra o izahının neticesinde sorduğunuz bahsi Kuran’a ve Hadis’e tatbik ederek en güzel reyi veren adeta bir müctehiddi.
Tevazularına gelince; onu anlatmama imkan ve ihtimal yok, en yakınlarından ve kendilerine perestiş edercesine alakâ-yi maneviyyem olan birisi olmak sıfatı ile bir kere dahi mübarek ellerini öpmek nasip olmadı. Her defasında ellerine varırdım, çekerdi her defasında. Bir gün ısrar ile elini tuttum üstadın, o çekti ben çektim, fena halde canları sıkılmış olacak ki al dediler ayaklarını uzattılar, güldüm. "Oldu mu" dediler, "oldu efendim" dedim. Bu kadar mütevazı idiler, herhangi bir ilmi bahsi kendilerine soran kişiye her hususta istifade-bahş malumatı verirler, "filan kitapta, diğer kitapta, Avrupa’da filan kişinin bastırdığı filan kitabın zannıma göre" hafif sesleriyle "zannıma göre filan sayfasında buna dair malumat vardır". Not tutarsınız. Giderken isminizle sizi çağırır, "lütfen gelir misiniz", gelirsiniz, "bahsettiğiniz şeyleri, bahsettiğim şeyleri yazarken lütfen benim adımı anmayın". "Efendim olur mu, rica ederim". "Hayır, aksi takdirde çok fena müteessir olurum, müteezzi olurum, kırılırım, yemin edin". Çok defa yemin ettirirler. Ve ondan sonra "hadi öyleyse git" derlerdi.
Bazen, bu bahsetmek hususundaki sözü daha evvel, yani bilgi vermeden evvel alırlardı. Tevazularının, keremlerinin haddi ve nihayeti yoktu. Bir küçük misal olarak her ikisini de hayırla anmak suretiyle arz edeceğim. Bu kütüphanede bir memur vardı, adı Ebu'l-Hayr Efendi idi. Biz ona Ebu'l-Şer Efendi derdik. Hocamız hakkında bazı teferrühlerde bulunmuşlar. Halbuki, tekaüdiye müddeti dolmuştu Hazret'in, tekaüdiye müddetinden sonra kanun mucibinde 5 sene midir 3 sene midir ne kadardır bir kere temdid edilir, bir daha müracaat edilirse bir daha temdid edilirdi. Bilmiyorum hala öyle midir kanun, onları yaptıran İsmâil Sâib Efendi Hazretleri idi. Böyle iki kere kendisinin tekâüdiyesini temdid ettirdiği halde İsmâil Sâib Efendi’nin aleyhinde bazı sözler söylemiş ve çok çirkin sözler söylemiş. O zamanın Maarif Vekili de pek o kadar İsmâil Sâib Efendi'yi anlayacak bir zât-ı âlî-kadr değilmiş anlaşılan. Büyük bir tesadüf-i hasene, Ali Canib Bey rahmetullahi aleyhe, "Yâhu, böyle böyle bir adam varmış, şöyleymiş böyleymiş" diye açıyor. Ali Bey kendisi anlatıyor bunu. Fenâ halde müteessir oldum, dedim ki diyor, bilmiyorsunuz siz onu. O zat bütün dünyanın tanıdığı bir zattır. Avrupalılar ona müracaat ederler. Müsteşrikler onu baş tacı ederler hatta müsteşriklerden herhangi birisi bir meselede bir neticeye varsa, ilmi bir neticeye varsa, o ilmi neticenin aksini, İsmail Saib Efendi buna muarız şey söylüyor diye aksini söylerse, mademki öyledir, ben bilmiyorum, mutlaka onunki doğrudur diye kani olurlar, bu kadar büyük bir adamdır o diyor. Böyle bir şey olmaz. Şaşırdı, diyor vekil, "Öyleyse sen takip et bunu" diyor. Ben geldim, hoca efendiye girdim, oturdum hal hatır sordum, ondan sonra kemâl-i edeble, utanarak efendim dedim diyor, böyle böyle bir şey olmuş. Bendeniz yazdım, böyle bir şey vaki değildir dedim, izaha da hiç lüzum yok, yalnız bir imza rica edeceğim şu kağıda dedim diyor. Kağıdı uzattım imza ettiler fakat çok müteessir oldular diyor ve bir müddet sükut ile oturduk ikimiz de, bir beş dakika sükuttan sonra izhar ettikleri teessürün ifadesi şu oldu diyor: Mübarek sağ ellerinin sırtı ile dizlerine vurarak, "İlâhi Ebu'l-Hayr Efendi". Bu kadar. Tevazuları ve keremleri bu derece idi.
Mâh-i mübârek-i Ramazan'da kütüphane tatil olduktan sonra bizzat kendisi pişirdiği yemekleri; Beyazıt Meydanında toplanırlardı ne kadar fukara varsa, affedersiniz, kimisi kel, kimisi kör, kimisi diğer bir illete müptela, hepsi birer birer içeriye girerler, arkada onlar için hazırlanmıştır yemek, bizzat kendileri elleriyle yemekleri onlara tevzi ederek ekmeklerini körlerin bizzat kopararak önlerine koyup, ellerine vererek hizmet ederler ve iftarları ancak buna mahsus, onlara mahsus idi.
Kedileri çoktu, onları da merhameten beslerlerdi ama muhabbetleri de vardı kedilerle. Mesela bazen çok mühim bir iş için, bir sual için, ilmi bir sual için gittiğimiz vakit pek mütaassır vaziyette, "Bu gün kalsın Abdülbaki oğlum" cevabıyla karşılaşırdınız. Çünkü Beyzâ hasta. Beyzâ bir beyaz kedi idi ki bütün kedilerin anası, onun yüzünden kedi dolmuştu ve bu kedi istilasını rahmetli Osman Yaşar (Oskar Reşer) ki ondan feyz almışt, onun yerine Üniversite'de Edebiyat-ı Arabiyye müderrisi olmuştu, Osman Yaşar vefat ederken, ben Oskar Reşer diye anmayacağım onu çünkü, bu Alman Yahudi’si vefat ederken, kendi kardeşini bizzat çağırıyor yanına, vefatından evvel diyor ki; benim mezarımı Seyit Nizam’ın karşı tarafında, ben aldım işte tapusu budur, mezarımda hazırdır kazdırdım, zinhar beni başka mezarlığa gömmeyin, ben müslüman olarak ölüyorum ve müslümanım. Ve oraya gömülüyor ve onun için Oskar Reşer değil Osman Yaşar rahmetullahi aleyh, bu zat onun yerine gelmişti, o da aynı şeyi yürüttü. Bir uzun müddet kedileri besledi, buradaki kedileri aldı götürdü onlar çoğaldı, azaldı ve nihayet o da gitti, ve bilmem kediler şimdi nerdedir ne alemdedir, Allah onlara da saadet ve selamet nasib etsin. Hepsi merhametinden ve şefkatinden meydana gelmeydi.
Vefatları hicri hangi tarihe denk geliyor bilmiyorum. Vefatlarına dairde bir küçük hatıramı anlattıktan sonra sözü kesip ben de dinlemek istiyorum inşallah konuşmaları. Garip bir şeydi, o vakit ben Ankara Dil Tarih-Coğrafya Fakültesinde Farsça Edebiyatı tedris ediyordum. Bir gün kaldığım otel odasına geldim ve birden bire kendimden geçtim, bu garip bir halet-i ruhiyedir. Belki içinizde ruh-şinas olanlar veyahut bu yola doğru icade-i fikretmek isteyenler var ise diye anlatıyorum bunu. Adeta nerede olduğumun farkında değildim, hemen yanımda bir talebe bulunmuş o gidiyor haber veriyor, fakülte doktoru geliyor, sürmenaj diyorlar ve derhal 20 gün izinle İstanbul’a, o akşam, trene bindiriyorlar ve geldim İstanbul’a. Gelir gelmez ilk işim, o vakit Sultanahmet’e doğru inerken Türbe’de sağ tarafta muayenehanesi vardı Dr. Süheyl Ünver Bey kardeşimin ki, bugün berhayat olan galiba tek aşinam ve yaşdaşım, öbürlerinin hepsini götürdük. Bilmiyorum biz ne vakit geleceğiz, bizi kim götürecek. Ve ona gittim, dedim, doktor İzmit’e kadar bu vaziyette idim, İzmit’te kendime geldim. Onu bırak sen şimdi dedi, doğru İsmail Saib Efendiye git, son demlerinde dedi. Ben hemen oradan Cerrahpaşa’ya çıkan, Aksaray’dan Cerrahpaşa’ya çıkan yol, onun sağ tarafında kardeşlerinin evi, çünkü buradan tekâüd olduktan sonra bir müddet burada kaldılar, bir müddet burada kaldıktan sonra ki o zaman Necati Lügal buraya müdür oldu. Bir müddet burada kaldıktan sonra onun biraz bu hale müteessir olduğunu anladılar. Maarif Vekili ve bilhassa Hasan Ali rahmetlik, Ragıp Paşa Kütüphanesi’ne verdiler, oraya memur ettiler, Ragıp Paşa Kütüphanesi’nde oturuyorlardı, orada hastalanmışlar ve kardeşlerinin evine götürmüşler. Ve gittim, garip bir iş, gider gitmez ben ihtizar haline gelmiş, başucuna oturdum. Kur’an istedi, Sureyi Yasin’i bitirmek üzereydim teslim oldu, gözlerini kapatmak, çenelerini bağlamak, ellerini yana almak fakire nasip oldu. Vefat ilanlarını da gene acizane bu fakir yazdı ve hatta vefat ilanlarını şimdi tam hatırlamıyorum, aziz ve İsmet Sungur Bey, onu da Huzur Dersleri’ne almıştı. Vefat ilanlarında işte “vefat etmişlerdir, ebzalü’l-müteahhirin İsmail Saib Efendi vefat etmişlerdir. Sadef-i Şerifleri filan gün Beyazıt Camii Şerifinde kılınacak namazı müteakip Merkez Efendi Mezarlığı’nda defn edilecektir. Hak ehlibeyte mülhak eyleye.” Böyle bitiriyordum. Çünkü kendileri, kendilerine melami derlerdi. Son melamilerle hiçbir münasebeti yoktu. Hazret'in. Seyid Abdülkadir Belhi’ye müntesiplerdi. Mevlevilikte de Osman Selahattin Efendi’ye intisap etmişler Ondan sikke-puş olmuşlardı. Onun için “Hak Ehl-i Beyt'e mülhak eyleye” diye bitirmiştim. İhsan Bey bir gün gene Ankara’da Hazret'ten bahsedilirken “ne biçim bir irtihal ilanıydı o, adeta bir tarikat-ı aliyye tarafından yazılmış gibi" filan diye biraz çıkışır gibi söyleyince, “ben fakir yazdım efendim” dedim, onu, “öyle mi” dediler, “ne kadar güzeldi o kadar güzel yazmıştı ki” diye derhal tebdil ettiler. Çünkü maksad-ı mahsus ile söylenen söz, maksad-ı mahsus ile değiştirilir. Ben maksad-ı mahsus ile yazmadım ki. Ve vefatlarına tam tarih, yalnız İsmail eski yazı ile elifle, mimden sonra elifle olmak üzere, "İlm ü irfan gulşide bağde defni İsmail Saib" bu mısraı tarih düşmüştüm “ilim ve irfan İsmail Saib Efendi’nin defniyle yok oldu”. Burada hakikaten inşallah yok olmaz, bu, teessürümden söylenmiş bir söz.
Bu arada bir şeyi daha hatırlatıp keseceğim müsaadenizle. Ali Canib rahmetullahi aleyh beraber dönüyoruz, mezarlıktan artık, bundan sonra dedi artık ilmi bir müşkil meselemiz olursa soracak kimsemiz kalmadı, İsmail Saib Efendi’nin kabrinde murakabe tarikiyle bunu ancak halledeceğiz Ki bu da fevkalade güzel bir sözdür.
Müsaadenizle burada hürmetlerimi arz ederek ve merhumun hatırası için geldiğinize hassaten teşekkür ederek sözümü kesiyorum.
Bu konuşma, İsmâil Sâib Efendi'nin vefâtının 40. yılında, yani 1980 senesinde, Bayezid Devlet Kütübhânesinde düzenlenen anma toplantısında, yapılmışdır.
Okuyup hâl ile "lâ havfe aleyhim" nassın,
Göz yumup terk-i vücûd itdi veliyy-i âgâh
'Âşık'a mevt visâl olduğunu anlatdı
Öldüğü dem âzim-i dergâh-ı İlâh
Yazdı târihini hasretle Muhammed Sâlih
Göçdü fahrü'l-'ulemâ İsmâil Sâib âh
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder