1873 senesinde Erzurum'da dünyâya gelmiş, küçük yaşda İstanbul'a gelmiş, tahsîlini burada ikmâl etmiş, Fâtih dersiâmı Arapkirli Abbas Şükrü Efendi ile Süleymaniye dersiâmı Ferhad Efendi’den icâzetnâme almışdır. Hocaefendi, dînî ilimlerle yetinmemiş, tıb, biyoloji ve eczâcılıkla da meşgûl olmuşdur. Hukuk derslerine de dinleyici sıfatıyla devâm etmişdir.
Açılan imtihanı kazanarak Bayezid Umûmî Kütübhânesi'ne ikinci hâfız-ı kütüb yani müdür yardımcısı olarak tayin edilen İsmâil Sâib Efendi 1903 senesinden itibaren dersiâm sıfatıyla Bayezid Câmi-i Şerîfinde ders vermeğe de başlamışdır. Bir kaç yıl boyunca medrselerde Arap Edebiyatı da okutan Hocaefendi, Kütübhâne Müdürü Tahsin Efendi'nin vefâtıyla müdürlüğe terfi etmişdir. Hocaefendi, Osmanlı Devletinin son yıllarında huzûr derslerine de iştirâk etmiş, Süleymâniye Medresesinde kelâm, Dârülfünûn'da Arap Edebiyatı hocalığı da yapmışdır.
Hocaefendi Hazretleri, 1925 senesinde hocalık vazîfelerini bırakmış ve kendisini tamâmen Bayezid Kütübhânesine vakfetmiş. Ama ne vakfetmek. Orada yatar, orada kalkarmış. Orası âdetâ evi olmuş. Bir de civarda ne kadar kel, kör, uyuz, topal, hasta kedi varsa oraya toplamış, onların bakımıyla uğraşmış. Tabii Hocaefendi'nin asıl işi, kütübhâneye gelen âlimlere, hocalara, araştırmacılara yol göstermekmiş. 1939 yılında emekli oluncaya kadar kırk yıldan uzun bir müddet orada çalışmış ve pek çok kitabın ve belgenin gün yüzüne çıkmasını, pek çok araştırmanın başarıyla tamamlanmasını, pek çok telifin yayınlanmasını sağlamış ama hep yok gibi durmuşdur, kendisini hiç öne çıkarmamış, adını andırmak bile istememişdir. Ömrü boyunca ilme hizmet eden Hocaefendi, gerek Doğu'da gerek Batı'da yayınlanmış olan, ilâhiyat, târih, felsefe, matematik ve tıb târihiyle alâkalı pek çok eserin gizli müellifidir. Hocaefendi ilim çevrelerinde o kadar tanınır olmuşdur ki, farklı ülkelerden pek çok âlim kendisine mürâcaat eder, bilgisine başvurur ve hiçbiri de boş dönmezmiş. Bizim âlimlerimiz, münevverlerimiz, edîblerimiz, şâirlerimiz arasında da ondan istifâde edenler pek çokdur. Misâl vermek gerekirse, Mehmet Ali Aynî, Abdülazîz Mecdî Tolun, Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rıfat Bilge, Fuad Köprülü, Osman Nuri Ergin, Mehmed Âkif Ersoy, Yahyâ Kemâl Beyatlı, Hasan Basri Çantay, İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, İsmail Hâmi Danişmend, Muallim Cevdet İnançalp, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Süheyl Ünver bunlardan en meşhûrlarıdır. Yabancılardan da Oskar Rescher, Louis Massignon ve Hellmut Ritter gibi meşhûr ilim ve edebiyat adamlarını sayabiliriz.
Hocaefendi, Arapça'yı ve Farsça'yı mükemmelen bildiği gibi, Almanca ve Fransızca'ya da vakıfmış. Üstelik biraz Grekçe ve Latince'de bilirmiş. Onun en büyük husûsiyyeti, kitâbiyâtda bir bilgi küpü olması ve on binlerce kitâbı adıyla, müellifiyle, münderecâtıyla biliyor olmasıdır. Muazzam bir hâfızaya sâhib olduğu için kendisine "Ayaklı Kütübhâne", "Fihrist-i Ulûm", "Canlı Bibliyografya", "Asrın Câhiz"i, "Kâbe-i İlm" gibi unvanlar verilmişdir. Başlıkdan da farketmiş olacağınız gibi biz de onu "Kutbü'l-Âlimîn" sıfatıyla vasfeyledik. Zîrâ koca koca âlimler onun etrâfında pervâneler gibi dolanmışlardır.
Hocaefendi'nin diğer husûsiyyetleri de, müellif hatlarını tanıyabilmesi, bozuk yazıları bile kolayca okuyabilmesi, bir yazının hangi asra hattâ hangi hattata âid olduğunu teşhis edebilmesidir. Bütün bu kâbiliyetlerine ve engin bilgisine rağmen son derece mütevazi, son derece nâzik, son derece yardımsever olması da şâyân-ı hayretdir.
Hocaefendi ırk, din, mezheb ayrımaksızın herkese yardım eder, karşılığında da hiç bir şey beklemezmiş. İşte bir kaç misâl.
- İbn-i Heysem'in optik teorisi üzerine çalışan Amerikalı bir bilim adamı, araştırmalarını derinleştirmek gâyesiyle İstanbul`a geldiğinde bazı meselelerde tıkanır. Adamı doğruca İsmail Saib Hoca'ya gönderirler. Hocaefendi, "Maalesef bazı yerleri anlayamamışsınız, bunlar böyle olacak" diyerek optik teorisiyle ilgili adamın yanlışlarını teker teker düzeltir. Hocaefendinin optik ilmine vukûfiyetini gören adam, yeniden Türkiye'ye gelerek Hoca'nın yanında iki yıl klasik optik ve geometri tahsîl eder.
- Ellerinde Hindistan'dan gönderilen bir vakfiye bulunan birkaç adam, vakfiyeyi okutmak için dolaşmadık yer, başvurmadık kapı bırakmazlar. Ama kimse işin içinden çıkamaz. En sonunda biri İsmail Efendi`yi tavsiye edilince, adamlar son bir ümidle Hocaefendi'nin kapısını çalarlar. O sırada muslukda ellerini yıkamakda olan İsmail Saib Hoca, ellerini yıkamaya devam ederken başını hafifçe vakfiyeye doğru çevirir ve adamların hayret dolu bakışları arasında müşküllerini ânında çözüverir.
- Avni Aktunç, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmışdır. Bir gün, zamanın Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi Müdürü olan Faik Reşit Unat Ankara'dan telefonla şu emri vermiş, "Ülkemizde misafir olarak bulunan Ürdün Şerifi Abdullah Hazretleri, İstanbul Kütüphanelerinde bulunan 'Kitabu-l Envar' adlı eseri görmek istiyorlarmış. Şimdi derhal İsmâil Sâib Efendi'ye git ve kitabın hangi kütübhânede bulunduğunu öğren ve akşam Ankara'ya gönder'. Bu emir karşısında telâşa kapılan Avni Aktunç, doğru Bayezid Kütüphanesi'nin yolunu tutar. İçeri girdiğinde gördüğü manzara şudur. Hocaefendi, bir eliyle kör bir kediyi okşarken, diğer eline de bir kitap almış okumakdadır. Avni Bey Hocaefendiye maruzâtını anlatınca byurmuşlar ki, ''Kitâbu-l Envâr diye bir eser hatırlamıyorum. Gâliba aceleyle kitâbın ismini yanlış almışsın. Zannedersem aranılan kitâb yıldızlardan bahseder ve ismi de Kitâbü'l-Enva olacak. Süleymaniye Kütübhânesine git, Şehid Ali Paşa kitâbları arasında 298 numaralı kitâbı çıkarıp bak. Zannedersem istenen odur''. Koşa koşa Süleymaniye Kütübhânesine giden Avni Bey, gitmiş, istenilen eseri, Hocaefendi'nin tarif etdiği yerde bulmuşdur.
Elime bir gün bir kitâb geçdi, bakdım ki hem başı hem sonu eksik. Konusunu da iyi anlayamadım. Hocam İsmail Saib Efendi'ye götürdüm, "Bu kitâb nedir, hattatı kimdir?" diye sordum. Şöyle bir göz atdıktan sonra "Yaz" dedi. Başdaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlatdı. Yazarını ve konusunu îzâh etdi. Ben kitâbı yanımda saklamaya başladım. Bir gün Süleymâniye Kütübhânesinde kitâbları tasnîf ederken, bana başını ve sonunu tamamlatdığı kitabın aynısı çıkdı. Büyük bir heyecâna kapıldım. Kütübhânedeki yazmaların dışarı çıkarılmasına izin verilmediği için ertesi gün bendeki nüshayı alarak kütübhâneye geldim. İki kitâbı karşılaştırınca bir noktası ve virgülünün dahi eksik olmadığını, birbirine tıpatıp uyduğunu, hayret ve dehşetle şâhid oldum.
Yine onun tilmîzlerinden İsmâil Hâmi Dânişmend'in şu beyânâtı da pek manidardır :
Eski Arap menbalarını tetkîk ederken merhûmun bana her aradığımı kolayca bulduran irşadlarından hemen her gün istifâde ederdim. İsmail Efendi’nin insana bir nevi korku hissetdiren kudretini işte o zaman anladım. Birçok kereler bana, "Filan muhaddisin, filan eserinin, filan cildinin, filan sahifesinde şöyle bir hadis olsa gerek" dedikden hemen sonra o ibâreyi ezberden okur ve ondan sonra ihtiyâten bir kere de kitâbı açıp söylediği cildin söylediği sahifesinde ezberden okuduğu ibâreyi şehâdet parmağıyla göstererek önüme kordu.
İbrahim Hakkı Konyalı’nın şu hâtırası da çok ibretlikdir :
Bir tarihde Avrupa'da bulunduğum bir sırada elime bir vefk geçmiş ve halledilmesi için dünyanın en meşhur kütübhânelerinden Paris Millî Kütübhânesi'ne mürâcaat etmişdim. Onların hâfız-ı kütüblerinden her biri birer allâmedir. Vefke bakdılar ve bana dediler ki, "Bunu dünyada halledebilecek tek âlim İstanbul'da bulunan Bayezid Kütübhânesi Müdürü İsmail Sâib Efendi'dir". Fransa'nın bir ilim ocağı olan kurumda bir Türk allâmesinin ismini işitince gözlerim doldu. Muhâtabım sordu, "Ne var, ne oluyorsunuz?" "Hiç" dedim, "Ben Türküm de…"
Kendisinden uzun yıllar feyz alan târihçi İsmâil Hakkı Uzunçarşılı da onun hakkında şöyle diyor :
İsmail Sâib üstâdımız Arapçayı ve Arap Edebiyatını en iyi bilenlerin birinci sınıfında ve belki de onların başında idi. İyi Farsça ve Fransızca da bilirdi. Üstâd kadar muhtelif ilimlerde kitâb okumuş, hazmetmiş ve okuduğunu hıfzetmiş bir ilim adamının terceme-i haline vâkıf olmadığımı ve araştırmama rağmen duymadığımı itiraf edeyim.
Gündüzleri akşama kadar muhtelif meslek ve milletden kendisine müracaat edenlerin sorgularına cevap veren, müşküllerini halleden Hoca merhûm, geceleri de etrafına yığdığı yazma ve nâdir eserlerin tetkîkiyle meşgûl olur ve lüzûmu hâlinde notlar alır ve okuduğunu hafızasında saklardı. O kadar ki îcâbında sorulduğu zaman yıllarca evvelki mütâlaasını söylerdi. Okuduğu kitâblar arasında kendisinden istifaza edenleri alâkadar eden bir şey görürse hemen verir ve not ettirirdi.
Merhûm Üstâd, daha mekteb talebesi iken otuz beş sene evvelden tanırım, kendilerinden bilfiil istifâzam otuz sene kadardır. Her ne zaman mürâcaat etsem müşkülümü hallederdim. Bazan mürâcaat edenlerin birbiri ardına gelmeleri üzerine iş nöbete binerdi. Bazan hastalandıkları zaman dahi müracaat edenleri reddetmez, "Okuyalım biraz açılalım" derdi. Okunması pek güç, noktasız ve pek muğlak ve karışık yazıları süratle okur ve hallederdi. Eski müelliflerin yazılarını bilirdi.
Merhum Üstâd, katiyyen taassubdan uzakdı, herkes hakkında hüsn-i zan besler ve hiç bir kimse ile bu yolda mübâhase etmezdi. Bundan dolayı muhtelif dîn ve mezhebde olan ve Hoca merhûmdan istifâde edenler onun fazîleti kadar hüsn-i ahlâkına da meftûn idiler. Kendisini gücendirmiş olanlara hiç bir şey olmamış gibi dost muamelesi yapar, hattâ o kabil insanlara îcâbında kudreti nisbetinde maddî yardımlarda da bulunurdu.
Hocaefendi ne kadar gizli kalmak istrediyse o kadar meşhûr olmuş, ne kadar mahvî ve mütevâzi olduysa, o kadar medh ü senâ edilmişdir. Meselâ Abdülbaki Gölpınarlı onu, "Gazâlî kadar mütekellim, Râzî kadar müfessir, Buhârî kadar muhaddis, İbn Sînâ kadar hekîm, Mevlânâ kadar âşık" diye vasfeder. Yine onu tarif eden bir zât, "Sôfîler arasında âlim, âlimler arasında sôfîdir" demişdir. Uzun zaman ondan istifâde eden târihçi Ord. Prof. İsmâil Hakkı Uzunçarşılı, Keşfi'z-Zünûn sâhibi meşhûr kitâbiyât âlimi Kâtib Çelebi ile Hocaefendi'yi mukâyese ederek, "Kâtib Çelebi onun ancak talebesi olur" demişdir.
Kırk yıl çok zengin bir kütübhânede oturduğu hâlde, ilmî serveti nisbetinde mühim eserler vücûda getirmedi. Bu hususdaki teessürümü bazen kendisine söylerdim. Mahzûn bir tavırla, "Efendim, benim gibi âciz biri eser telif edebilir mi" derdi.Diğer şâhid Süheyl Ünver de şöyle diyor :
Kırk yılı geçen münâsebetimiz esnâsında, kendisinin kemâline, başkalarının noksânına dâir bir söz söylediğini etdiğini işitmedim. Tek bir ferdi techîl ve tahkîr etmek aklından geçmezdi. Ona gıbta ederdim. Fakat hiçbir vakit de onu taklîd edebileceğime kâni olmadım.22 Mart 1940 tarihinde Hakk'a yürüyen İsmâil Sâib Efendi Hazretleri, Merkez Efendi Kabristanında medfûndur.
Pek güzel ve şevk veren bir yazı olmuş. Allah razı olsun.
YanıtlaSilNe güzel bir çalışma olmuş. Allah razı olsun. Muhteşem bir zatla tanışmış olduk.
YanıtlaSil