Asıl adı Hasan Tahsin'dir. 1811 yâhud 1813 senesinde Yanya Vilâyetinde dünyâya gelmişdir. Babası Osman Efendi de âlimdir. İlk tahsîlini babasından görmüş, sonra İstanbul'a gelmiş ve medreseye intisâb etmişdir. Fâtih Cami-i Şerîfinde meşhûr Vidinli Mustafa Efendi'nin derslerine devâm ederek kendisinden icâzetnâme almışdır. 1856 Dârülfünûn'da okutulacak fen bilimlerini tahsîl etmek üzere burslu olarak Pâris'e gönderilen iki kişiden biridir. Paris de kimya, coğrafya ve astronomi tahsîli yapmış, vatana dönmüş, sonradan Paris Sefâretine imam olarak tayin edilmişdir. Bu gidişinde de vazîfesi dışında hep ilimle meşgûl olmuşdur. Paris'den temelli döndükden sonra Dârülfünûn'a müdür olarak tayin edilmişdir. Fakat ne yazık ki bu vazîfede iki sene bile kalamamışdır. Bir takım dar kafalı mutassıbların tezvîrâtı ile vazîfesinden uzaklaştırılmış, o küskünlükle, Bâbıâlî civârındaki Taş Mekteb nâmındaki sıbyan mektebine yerleşmişdir. Burada arzu edenlere tabii ilimlerden ders okutmuşdur. Bu mekteb, onun hem evi, hem dershânesi, hem de ilmî mübâhese ve müzâkerelerin yapıldığı bir mahfil mâhiyetindedir. Hocaefendi'nin odasında teleskopdan mikrsokoba kadar pek çok âlet bulunurmuş. Hocaefendi burada yalnız ders okutmakla kalmamış, aynı zamanda ilmî araştırmalar ve deneyler de yapmışdır. Hocaefendi'yi Dârülfünûn'dan uzaklaştıran mutassıblar onu burada da rahat bırakmamış ve oradan bile çıkarmak için teşebbüslerde bulunmuşlarsa da bereket versin ki buna muvaffak olamamışlardır.
Kendisinden feyz almış olanlar arasında Şemseddin Sâmî, Necib Âsım, Sami Paşa, Abdülhak Hâmid ve kız kardeşi Mihrünnisâ Hanım, Bereketzâde İsmail Hakkı, Şair Üsküdarlı Talat, Hattatzâde İsmail Paşa, en meşhûr isimlerdir.
Tahsin Efendi'nin meziyetlerini çok iyi bilen, ilmini takdîr eden Münif Paşa ondan ilgisini esirgememiş, kendisini ömrünün sonuna kadar himâyesi altına almışdır. Nitekim Hocaefendi, vefâtına yakın Münif Paşa'nın konağına taşınmış ve âlimlerin sık sık biraraya geldikleri ilmî sohbetler yapdıkları bir akademi hüviyetinde olan bu konakda vefât etmişdir.
Hocaefendi'nin tabîi ilimlere dâir dört kitâbı, ayrıca bir takım makâleleri ve bir de şiirleri vardır. Modern astronominin tanınmasına gayret eden Hocaefendi, Mir'âtü's-Semâ adıyla bir gökyüzü haritası, coğrafya öğretimine yardımcı olmak üzere de bir yer küresi hazırlayıp bastırmışdır. Paris'de iken tertib ettiği Saâtnümâ adlı küçük kıtadaki güneş saati ve oturduğu Taş Mekteb binasının güneybatı yüzüne mermer üzerine yapdığı güneş saati de ondan kalan hâtıralardır.
Kendisini tanıyanlar, onun son derece temiz kalbli, içi dışı bir, riyâdan, gösterişden berî bir zât olduğunu ve son derece zarîf ve hoş-sohbet olduğunu söylüyorlar. Kendisinden ders okuyan meşhûr Kâmus-i Türkî sâhibi Şemseddin Sâmi, onu şöyle anlatıyor :
Pederinin rahlesi önünde veyâhud sıbyan mektebinde "elif" diyerek başladığı dersi rûhunu teslîm ederken bırakmışdır. Kitâb elinden düşmezdi, oturduğu yerin, yatdığı yatağın etrâfı kitâblarla muhât idi, okumağı yalnız okumak için muvakkaten tatîl ederdi. Sohbetden çekinmezdi, lâkin sohbeti de bir ders ve bir mübâhase-i ilmiyye idi. Bir fâideyi mûcib olmayan havaî sözlerden ve husûsiyle şahsiyâta müte'allik vazîfeden hâriç bahislerden aslâ hoşlanmaz ve böyle söyleyenlerin sözlerini hiddet ve tehdidle kesip ilm ü fen ve hak ve hakîkatin hâricinde bir şeyden bahsolunmasma aslâ tahammül edemezdi. Nasıl tahammül etsin, kendisi ilm ü fen ve hak ve hakikate âşık idi, âşık maşûkuna te'lîfi olmayan sözlerde ne lezzet bulabilir? "Hakîkati aramak" kelâmı, vird-i zebânı idi.
Vatanımızda âlim yâhud ulemâ unvânının asrımızda Hoca Tahsin'den başka kimseye lâyık olmadığını iddia etsem, erbâh-ı hüner ve maârifini darıltmış olmayız, zannederim. Hakikaten bu unvana kesb-i istihkak etmek isteyen adam ulûm ve fünûn-i mekşûfa olanın kâffesinden behremend olmak iktiza eder. İbn-i Sînâ zamanında mekşûf ve malûm ulûm ve fünûnun kâffesini bilmekle bu unvânı bi-hakkın kazanmış olduğu gibi Hoca Tahsin dahi bu zamanda malûm olan ulûm ve fünûnun hemen kâffesinden behremend olmakla bu unvâna kesb-i istihkak etmişdir.
Ulûm ve fünûnun dîn ve mezheb ve milliyeti olmadığından bunların iki takıma tefrîki câiz değildir. Hattâ ulemâ-yı İslâm'ın mütekaddimîni, ulûm-ı hikemiyye ve tabiîyyeyi Yunan'dan ahzetdikleri hâlde bunları ayrıca bir takım addetmeyip, ulûm-ı dîniyye ve şer’iyye ile berâber tutar ve Aristo'nun Mantık'ını ilm-i kelâm ve akâide karıştırdıkları gibi Bukrat ve Calinos'un tıbbını dahi tefsîr ve hadîsle berâber okurlardı. Bugün ise bizde ulûm ve fünûnun iki takıma taksîmiyle ulûm-ı diniyye ve şer'iyye ile edebiyât-ı şerefiyyeye ulûm-ı atîka veyâhud ulûm-ı milliye ve fünûn-i mütenevvi'aya dahi ulûm-ı cedîde yâhud Avrupa ulûmu denmek âdet olmuşdur. Ulûm-ı atîkada âlimlerimiz bulunduğu gibi ulûm-ı cedîdede dahi ashâb-ı hayretden zevat bulunursa da ulûm ve fünûnun iki takımını câmi adamlarımız pek nadirdir. İşte Hoca Tahsin, bu nevâdirin ser-efrazı idi. Ulûm ve fünûnun iki takımını câmi oldukdan başka her takımında dahi emsali yok idi. Ulûm-ı dîniyye ve şer’iyyede, tefsîrde, hadîsde, Arabî, Fârisî ve Türkî edebiyatında yed-i tûlâsı olup pek nükteli ve san'atlı şiir ve târih söylemekle ve pek büyük bir fesahatle nesir yazmağa muktedir olduğu gibi, ulûm-ı hikemiyye ve tabiîyye ve riyaziyyede ve nücum ve felekiyatdaki malûmatı dahi sathî olmayıp bu fünûnun kâffesini ameliyat ve icraatıyla berâber bilirdi. Bu fünûnun ahkâm ve kavâidiyle o kadar alışmış ve bunların içinde öyle hâllolunmuştu ki hiçbir bahis ve meselede kitâba mürâcaata ihtiyacı yok idi. Sözü, sohbeti de daima mübâhis-i fenniyyeye dâir olup kendisine ilim ve fenne dair bir şey sorulduğu veya bir meselenin halli taleb olunduğu vakit, ziyâdesiyle memnûn olur ve saatlerce uğraşarak efhâm-ı hakîkate çalışmakdan hiçbir vakit usanmazdı.
Bu adamın ömrü yarım asır sürmüş bir dersden başka bir şey değildir. Bütün ömrünü okumak ve okutmakla geçirdi. İki şeye ziyadesiyle hırs ve tamahı var idi. Birincisi malûmat-ı mevcûda ve müktesibesini tezyîd edip hakîkate takarrübe bir adım daha atmak ve ikincisi bildiği şeyleri ebnâ-yı cinsine de öğreterek millet ve vatanına bir hizmet etmek. Bu iki arzuya, bu iki maksada olan ibtilâsı bir derecede idi ki bunun kudsiyetini takdîr edemeyenler, cinnetine hükmedebilirlerdi.
İki şeye âşık idi. Biri hakîkat, diğeri insâniyet. Ömrünü, hayâtını, sa'yini, vaktini, zihnini, fikrini bu iki maşûkasının hizmetine hasretmiş idi. Rahatını, eğlencesini, zevkini, safâsını, yemeğini, uykusunu bunların hizmeti uğrunda feda etmişdi. Kâinatın ebadı, tabîatın garâibi, mahlûkâtın azameti, Hâlik'ın kudreti içinde kendi cism ü şahsını pek küçük görüp gâib etmiş idi. Kendini düşünmeğe, kendine bakmağa vakit bulamazdı. Zihninde, fikrinde, kalbindeki büyük büyük şeyleri bırakıp da kendi cism ü şahsıyla uğraşmağa tenezzül etmeği bir zill ü hakâret addederdi. Kendine bakamıyordu, lâkin tevsi'-i malûmâta vâsıta olan kitâblarına, haritalarına, eşkâl-i edevât-ı fenniyyesine çok bakıyordu. Hattâ oturduğu medresenin duvarlarına dahi kendinden ziyâde ehemmiyet verip çok defa yanına giden ahbâbı kendisini medresesine nizâm vermekle meşgûl bulurlardı. Bir irtifa tahtasını, bir rasadı yâhud hikmet ve kimyâya müteallik bir garâbet izhâr eder bir âleti yerleştirmek için günlerce uğraşır ve dülgerle beraber çalışırdı. Medreseyi tathîr ve tanzim etmeğe uğraşırken kendisi tozlar, topraklara gark olunduğunun farkında olmazdı. Medresesini, ikâmetgâhı olduğu içün değil, belki kitâbları, eşkâli, haritaları, âlet ve edevât-ı fenniyyeyi câmî olduğu için düzeltmek merâkında idi. Sarığı perîşan, cübbesi toz içinde, şalvarının paçaları çarpık, saçları, tırnakları birçok vakitden beri kesilmemiş olan o adam, oturduğu yerin duvarına bir küçük levha asmış idi ki şu ibâreyi hâvî idi : "une place pour chaque chose a sa place". Yani "her şeyin bir yeri ve her şey için bir yer vardır". İntizamı, nezâfeti, sevmez adam değil idi, hükemâ-yı Kelbiyyûn’un mezheb ve mesleğinde değil idi, lâkin kendini düşünmeğe vakti yok idi.
İttihâd-ı İslâm maksadı en evvel onun zihninden doğup bir tatlı rüyâ gibi efkârını okşar idi. Dokuz, on sene evvel medresesinde bir cemiyet teşkîline de muvaffak olup ecnebîlerin şübhesini ve itirazını davet etmemek için "Memâlik-i İslâmiyye Coğrafya Cemiyyeti" nâmını verınişdi. Bu yüzü kapalı isim, kendine zorla kabûl etdirilmişdi. "Bizim maksadımız, insâniyyete, hakîkate hizmet etmekdir. Mütemeddin Avrupa, bizim hu maksad-ı mukaddesemize nasıl mâni olabilir? Protestan ve Katolik misyonerleri dünyanın her tarafına gidip kendi dinlerini neşre çalışdıkları gibi bizim de kendi dînimizi neşre çalışmamız tabiidir" derdi. Bu cemiyet dahi bizdeki devamsızlık ve sebatsızlık illet-i müzminesine uğrayarak ancak iki-üç defa ictimâ etdi. Nihayet bu arzuyu da sair emelleriyle beraber sürükleyip mezarın içine götürdü. Ulum-ı dîniyyede rüsûhu münasebetiyle bu bâbda derin bahirlere girişmekden korkmazdı. Ancak izhâr-ı hakikat ve i'la-yı şân-ı İslâm maksadına mebnî olan bu bahisleri kendisine gürûh-i mütaassıbînin buğz, kîn ve husûmetini kazandırıp Hoca'nın tekfîrine müsareatle kendisini "dinsiz, itikadı bozuk" ve hâşâ "ulûhiyyete inanmaz" sûretinde tasvîre sa'y etdiler.
Hoca Tahsin, a'sâr ü edvârın pek güç ve nâdir yetişdirebildikleri büyük âdemlerden idi. Onun ilminden, fazlından, fenninden, efkârından, her hizmetinden vatan ve evlâd-ı vatan pek çok istifâde edebilirdi. İşte o istifâde fevt oldu. Hoca Tahsin'in itikadı tâm ve kâmil olduğuna benimle beraber şehâdet edecek pek çok zevât bulunur. Amelde kusûru var idiyse, heyhât, kimin yok?"
Eline para geçince kitâb ve edevât-ı fenniyyeye sarf eder ve yalnız karnı acıkdığı vakit yemek yemeği düşünüp çok defa ekmek peynir yer idi. Yatağının karşısında elektrik makinesi, üstünde uzun bir rasat, başında bir dürbün, ayağında bir hurdebîn, elinde bir kitâb olduğu hâlde uyurdu. Duvarlarla tavan târih-i tabiî, ilmü'l-arz, coğrafya-yı siyasî ve tabiî, heyet, hikmet, kimya resim ve şekilleriyle mestûr idi, sanki o medrese tabîat ve kâinatın küçük mikyasda bir resmi idi.
Ne yazık ki son devirlerde yalnız Hoca Tahsin Efendi'nin değil, onun gibi pek çok kıymetli insanın da yaşarken kıymeti bilinmemiş, kendilerinden lâyıkıyla istifâde edilememişdir. Inkırâzımızın başda gelen sebeblerinden biri de budur.
Meşhûr şâirimiz Abdülhak Hâmid, kendisinden feyz aldığı bu kıymetli insanın uğradığı haksızlıklar ve kıymetbilmezlikler sebebiyle teessürünü ifâde eden uzun bir mersiye kaleme almışdır. İnşallah onu da bir ara buraya ilâve ederiz.
Hocaefendi'nin şâirliği de vardır. Bu yazımızı onun şu hakîmâne kıt'ası ile tamamlayalım.
Her şeyin bir yeri ve her şey için bir yer vardır… çok etkileyici
YanıtlaSil