Sayfalar

23 Mart 2022 Çarşamba

İbnülemin Bey'in Gözüyle İsmâil Sâib Efendi

Dünyâ halk olunalı gelenler, gidenlerin yerlerini tutuyorlar. Fakat gelenlerin içinde bazı müstesnâ insanlar vardır ki, gidince yerlerini boş bırakıyorlar. Muhtelif emellerdle onların yerlerini tutmağa çalışanların akıntıya kürek çekdikleri, ilerlemek istedikçe geriledikleri görülüyor. 

Şimdi mekteb çocuklarının bile birbirlerine tevcîh etdikleri üstâd kelimesini kullanmak istemiyorum. kâmil manâda hürmetde bulunmuş olmak için yalnız ismini yâd etmeği kâfî buluyorum. Gaybûbetiyle bizi dâğdâr eden muhterem İsmâil Sâib, yerini boş bırakan müstesnâ insanların mümtâzlarındandır. Bu iddiâyı isbât etmek için deliller, şâhidler ibrâzına ihtiyaç yokdur. Memleketde ilme mensûb ne kadar âdem hep birlikde şehâdetde bulunmayı şeref sayarlar.

Başkasının ilmine hased etmek sûretiyle onu da kendi câhilâne seviyesinde görmek ve göstermek için her türlü vâsıtaya müracaat eden echeller bile koca fâzılın ilmine dil uzatamazlar. 

Ahlâkî güzelliklerin mücessem bir misâli olan merhûmun en büyük meziyyetlerinden biri hazm-ı kemâl idi. Kırk yılı geçen münâsebetimiz esnâsında, kendinin kemâline, başkasının noksânına dâir bir söz söylediğini işitmedim. O, noksânı kendinde, kemâli başkalarında görür, her hâlinde ve kâlinde mahviyetkârâne davranırdı. Bir ferdi techîl ve tahkîr etmek hâtırından geçmezdi. 

Bir gün Bayezid Kütübhânesindeki hücresinde ilmî bir meseleye dâir konuşuyorduk, biri geldi bir şey sordu. Merhûm, benden müsaade istedikden sonra, kemâl-i itinâ ve nezâket ile cevâb vermeğe başladı. Soru soran kimse cünbüş-i himârâne ile itiraz etdi. Melek-haslet âlim, aslâ hiddetlenmeyerek verdiği cevâbları belhgelendirmeğe çalışdı. Bu hâl tekerrür edince, eski duhterân-ı peri-peykârândan daha mahcûb, daha nâzik olan Hoca'nın sıkıldığını gördüm. "Be âdem, biliyorsan niçin soruyorsun, bilmiyorsan hangi salahiyyetle itiraz ediyorsun! Hersekli Ârif Hikmet merhûm, muhâtabına hiddetlendiği vakit, 'Amma efendim, hezeyân ediyorsun' derdi, biz de öyle mi diyelim" diyerek soru soran kimseyi azarladım. Merhûm, memnûn oldu.

Onun hilmine, tehammülüne, sükûnuna gıbta ederim. Fakat hiç bir vakit de onu taklid edebileceğime kâni olmadım. Çünkü beşeriyyet o kadar hilim ve tehammüle muktedir değildir. Melekiyyet hâssasını hâiz olmalıdır ki onun yapdığı yapılabilsin.

Pek uzaun müddet, pek çok görüşdük. Hiddetlendiğini, bağırıp çağırdığını yalnız bir defa gördüm. Vefâtından tahmînen bir sene evvel, ehibbâdan bir zât ile bir akşamüstü Bayezid'den geçerken Kütübhâne'ye girmek îcâb etdi. Kapıyı kapalı görünce döndük. Kütübhânenin sâdık memurlarından birine tesâdüf etdik. Bizi geri çevirdi. İçeri girmek üzereyken kapının arkasındna bir sayha kopdu. "Be herif! Beni rezîl etmek için mi bunları getiriyorsun!" diye bağıra bağıra o memuru tekdir etdi. Tekdir olunanın daha ziyâde mahcûbiyyetine meydan vermemek için döndük. "Allah'a sığın şahs-ı halîmin gadabından" mısraının mahz-ı hakîkat olduğunu anladık.

Her zaman olduğu gibi kedileri etrâfına toplamış, akşam yemeği yediriyordu. Kedilerin birkaçı omuzuna çıkmış, birkaçı sırtına ve göğsüne tırmanıyordu. Bunda rezîl olacak bir şey yokdu. Bu, yıllardan beri herkesle beraber bizim de seyretdiğimiz bir manzara idi. Birkaç gün sonra evime geldi. Affolunmaz bi rkabahat işlemişçesine, ellerini yüzüne tutarak, o akşam beni birdenbire fark edemediğini büyük bir üzüntüyle söyledi. Kusûrunun affını ricâ etdi. 

Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi. Eski hukûkumuz münâsebetiyle yemeğe davet etdiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekden sakınırdı. Davetime icâbet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramazan`da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği hâlde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı itâb ederdim, "Sizin meskeniniz kedilere mahsûs dârülacezedir" derdim. Bîçâre, boynunu büker, "ibtilâdır, mazûr görünüz" derdi. Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çekdikleri akciğeri, karaciğeri değil, koyun etinden külbastıları, kebabları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdîm olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi. 

Âşıka ta'n etmek olmaz mübtelâdır neylesin
Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin

beytini,

Saib'e söylenmek olmaz mübtelâdır neylesin
Hırreye fart-ı muhabbet bir belâdır neylesin

şekline koyarak okurdum. Gülerdi, bir yandan da büyük bir muhabbetle kedilerini okşardı. 

Kedilere bu kadar merhameti olan bir âdemin insanlara ne kadar rahîm olacağını düşünmeli. Para isteyenleri boş döndürmezdi, mutlakâ eline bir şey sıkışdırırdı. Bir düziye taciz edenleri bile azarlamaz bilakis hatırlarını hoş tutardı. Nefsine önem verip de rahatını temin etmezdi. Yıllarca müdürü olduğu kütübhânede bir masanın üzerine serilen döşeğinde yatardı. Yemeğini de yatağının yanında yerdi.

İhtilatdan ziyâde inzivâdan, mükâlemeden ziyâde mütalaadan hoşlanırdı. âhiren hayret deryâsına dalmış gibi göründüğü hâlde, gâyet zekî, mütefattin, seriyyü'l-intikâl, nükte-şinâs idi. Herkesin her sözünü açıklamaya lüzûm görmeden anlardı. İnce nükteyi süratle kavrar, neşveyâb olurdu.

Birgün hücresine girdim, omuzunda mülevves bir kedi vardı, başını Hoca'nın boynuna dayamışdı. Arab'ın "Levle'l-mel'ûnete fî anfihâ" meselini îrâd etdim. Derhal zevkine vardı. Pek çok güldü. "Hubbü'l-hırrete mine'l-îmân" hadîsinin mevzû olup olmadığından bahsetdik. Bana bir latîfe söyletmek için karşısında oturan gayr-i müslimi göstererek, "Bu da kediye muhabbet edenlerdendir" demesiyle, "O hâlde hadîsin mevzû olduğu bu sûretle teyyüd ediyor" cevâbını verdim, pek hoşuna gitdi. 

Fazîlet eseri olarak hakkımda dâimâ hürmet gösterirdi. Beni gücendirmekden sakınırdı. Tabii ki ben de ona lâyık olduğu hürmeti ibrâz etmekden geri durmazdım. Gâyet nâzik, terbiyel, mütevâzi, halîm, ince kalbli, bir merd-i fâzıl olduğu için kimseyi incitmek istemezdi. Herkese iyi muâmele etmek onun kendine mahsûs şiârı idi.

Kırk yıl zengin bir kütübhânede oturduğu, kendisinin de birçok itâbı olduğu hâlde, ilmî serveti nisbetinde mühim eserler vücûde getirmedi. Bu husûsdaki teessürümü bazen kendine söylerdim. Mahzûn bir tavırla, "Efendim, benim gibi âcizler eser telif edebilirler mi?" derdi. Birgün yine bu meseleye dâir sohbet etdiğimiz sırada, Türk âlimlerinin en değerlilerinden Palabıyık merhûmun, arkadaşı Gelenbevî İsmâil Efendi merhûma, eser telif eylediğinden dolayı itabda bulunduğunu söyleyerek itâbın doğru olduğunu îmâ etmesiyle, "Gâlibâ Palabıyık'ın itâbından ihtirâz etdiniz de bir takım mühim eserler vücûda getirmediniz. Koca nâmdaşınız Gelenbevî ise itaba kulak vermedi, mühim eserler yazdı, nâmını ebedîleşdirdi" dedim. Tebessüm etdi, bir şey söylemedi.

Arap ve İran lisanlarında ve edebiyatlarında ilm-i ahvâl-i kütübde ve diğer bazı ilimlerde tam manâsıyla vukûf erbâbından olduğu için arzu etseydi mahsûl-i ilmîsi birkaç şeye münhasır kalmazdı, pek çok faydalı eser telif ederdi. Müdürü olduğu kütübhâneden ziyâde şahsına müracaat edenler, hayâtında nasıl müstefîd oldularsa, memâtında da bırakdığı eserlerden istifâde ederlerdi. âlim ve câhil herkesin telif sevdâsına düşdüğü bir zamanda hiçbir şeyden müteessir olmayarak ve türlü türlü engellere katlanarak, eser meydana getirmek pek müşkil ise de, İsmâil Sâib gibi mümtâz ve müstesnâ âlimlerden en müşkil vakitlerde en mühim eserler beklemek ilme müntesib ve muhib olanlar için, pek tabii bir hâldir. 

Kütübhâne müdürlüğünden tekâüd edildikden sonra benimle beraber evvela kütübhâneler daha sonra İslam Ansiklopedisi İlmî Müşâvirliğine tayin edildi. Yevmiyelerimiz için yapılan ilk bordroda evvelâ onun ismi sonra benim ismim yazılmış. Tevâzuun, kadirşinaslığın, edeb ve nezâketin derecesine bakınız. Merhûm bundan o kadar mahcÛb olmuş, o kadar telâş etmiş ki, işleri tanzÎme memur olan, muhterem bay Selim Nüzhet, bordroyu tebdîl etdireceğini söylemiş. Keyfiyetden haberdâr olunca, bordro değiştirilirse istifa edeceğimi anlatarak tebdîle mâni oldum. Ne fâide ki az müddet sonra  bu edeb-i mücessem, hayâtı memâta tebdîl etdi.

Müşâvirliğe mahsûs olarak bana evimi, ona da Râgıb Paşa Kütübhânesinin girişindeki mektebin bir hücresini tayin etmişlerdi. Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali tevfik Hazretlerinin birkaç arkadaşla tesis etdiğimiz Süleymâniye'deki Türk İslâm Âsârı Müzesi binâsı şeklinde Kâhire'de sarayının bahçesinde yapdırdığı müzeyi tasnîf ve tanzîm için Mısır'a davet edildiğimden, bir müddet sonra merhûmun mükerreren beni aradığını, dönüşümde haber verdiler. Ziyâretine gitdim. Küçük bir taş odada yatağını serdirmiş, üstünde oturmuş, mesele soracak zâtların gelmesini bekliyordu. İki kırık iskemleden birine düşmemek için iğreti oturdum. Gördüğüm sefâlet ve adem-i nezâfet canımı sıkdı, söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâ-dil, teessürümü tadÎle çalışdı. 

Müşterek vazîfemize dâir konuşduk. İstifâde için gelenleri sordum. "Bir zât geldi akîdeleri sordu" dedi. Latîfe olarak "Akîdenin iyisi filan şekercide bulunurdu, şimdi o da bozuldu cevâbını vermeliydiniz" dedim, pek çok güldü.

Rûhunun nezâhati yüzünde tecellî ederdi. Bir gece pek muhterem ve münevver bir büyük prenses evimde bulunduğu sırada merhûm geldi. Kendini takdîm etdim. Prenses, lâyık olduğu derecede hürmet ve iltifat etdi. Merhûm da mahcûb bir tavırla mukâbelede bulundu. Muhterem prenses o yaşda o kadar yüzlü bir âdem görmediğini her zaman söyler, vefâtına teessür ederdi. Merhûmun, hakkımdaki ihlâs ve muhabbetini bilen kardeşi bay Hasan, üniversite talebelerinden oğlu Muhtar vâsıtasıyla büyük boy bir resmini vefâtından sonra bana gönderdi. Her gün bakarım, kederimi def' ederim.

Kırk sene talim-i ilm ü marifet
Etdi İsmâil Efendi millete
Sâhib-i hulk-i hasen bir zât idi
Lâyık olmuşdu bi hakkın hürmete
Müşkilâtı hallederdi rıfk ile
Tâlibi teşvîk ederdi gayrete
Nâzikâne hâl ü kâli bî-riyâ
Herkesi mecbûr ederdi rağbete

1 yorum:

  1. Yazılarınızda İbnülemin bey de çok büyük bir zattı , sayenizde okumuştuk efendim. Bir büyük alimin diğerine övgülerde bulunması çağımızda görmediğimiz bir durum. Kırk yılı geçen münâsebetimiz esnâsında, kendinin kemâline, başkasının noksânına dâir bir söz söylediğini işitmedim. O, noksânı kendinde, kemâli başkalarında görür, her hâlinde ve kâlinde mahviyetkârâne davranırdı. Böylesi bir hale insan nasıl gelebilir? Ancak buna gerçekten inanan böyle davranabilir diye düşünüyorum cahil aklımla.. İnsanın kendinde yok olması hayret verici..saygılar

    YanıtlaSil