İsmâil Sâib Efendi'nin kedilere düşkünlüğü dillere destândır. Hocaefendi maaşının çoğunu kedilere harcar, ekseriya halkın sokağa atdığı yâhud kimsenin alâkadar olmadığı hasta, kel, kör, uyuz, topal kedilere bakar, onları doyurur, özel ilaçlarla tedâvî eder, onları hoş tutmağa çalışırmış. Yüze yakın kedisi varmış. Onlara formülü kendisine aid bir çorba hazırlar, önce hasta kedilere bizzat kendi eli ile yedirir, kendi de aynı çorbadan içermiş. Kediler onu çepeçevre kuşatır, kimisi sırtına çıkar, kimisi kucağına oturur, kimisi omuzlarında dolaşır, kimisi dizinin dibinde otururmuş.
Bazıları bunu bir hastalık olarak görmüşler, bazıları da Sâib Hoca'nın bunları kütübhândeki farelere karşı birer silah olarak kullandığını düşünmüşlerdir ama işin aslı öyle değildir. Önce onu tanıyanların ifâdelerine bakalım, sonra kendi hükmümüzü verelim.
Yıllarca onun yanına gidip gelen, kendisinden çokça istifâde eden Abdülbâkî Gölpınarlı diyor ki :
Kedileri çokdu, onları da merhameten beslerlerdi ama muhabbetleri de vardı kedilere. Meselâ bazen çok mühim bir iş için, bir suâl için, ilmî bir suâl için gitdiğimiz vakit, pek müte'assir vaziyetde, "Bu gün kalsın Abdülbâkî oğlum" cevâbıyla karşılaşırdınız. Çünkü Beyzâ hasta. Beyzâ bir beyaz kedi idi ki bütün kedilerin anası, onun yüzünden kedi dolmuşdu.
Kendisiyle kadîm bir dostluğu olan İbnülemin Mahmud Kemal Bey de şöyle der :
Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi. Eski hukûkumuz münâsebetiyle yemeğe davet etdiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekden sakınırdı. Davetime icâbet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramazan`da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği hâlde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı itâb ederdim, "Sizin meskeniniz kedilere mahsus dârülacezedir" derdim. Bîçâre, boynunu büker, "ibtilâdır, mazûr görünüz" derdi.
Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çekdikleri akciğeri, karaciğeri değil, koyun etinden külbastıları, kebabları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdîm olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi.
Âşıka ta'n etmek olmaz mübtelâdır neylesin
Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin
beytini,
Saib'e söylenmek olmaz mübtelâdır neylesin
Hırreye fart-ı muhabbet bir belâdır neylesin
şekline koyarak okurdum. Gülerdi, bir yandan da büyük bir muhabbetle kedilerini okşardı. Kedilere bu kadar merhameti olan bir âdemin insanlara ne kadar rahîm olacağını düşünmeli. Para isteyenleri boş döndürmezdi, mutlakâ eline bir şey sıkışdırırdı. Bir düziye taciz edenleri bile azarlamaz bilakis hatırlarını hoş tutardı. Nefsine önem verip de rahatını temin etmezdi. Yıllarca müdürü olduğu kütübhânede bir masanın üzerine serilen döşeğinde yatardı. Yemeğini de yatağının yanında yerdi.
Bilmem bu iki şâhidlik meseleyi îzâha kâfî geldi mi? Hocaefendi'nin kedi merakı diğer insanların kedi merâkı gibi değil. Onunki şefkat, merhamet, cömertlik hattâ cömertlikden de öte îsâr gibi yüksek ahlâkın, güzel sıfatların bir tezahürü ve aynı zamanda vahdet neşvesinin bir alâmetidir. Bir de melâmet meselesi var ki, o da ayrı bir bahis. Bu gibi ârifler, kendilerini gizlemek isterler, hattâ kendilerine levm etdirecek, kendilerini ayıplattıracak bir takım kisvelere, hâllere bürünürler. Hazret de, melâmî-meşreb olması hasebiyle, kedileri kendisine perde yapmışdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder