Sayfalar

28 Mart 2024 Perşembe

Bayezid Câmi-i Şerîfinde Sohbet - 6 Temmuz 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretlerinin Bayezid Câmi-i Şerîfindeki sohbetlerinden birinde, uzakdan bir çınlama sesi gelince, cemaatden biri bu sesi duvar saatinin sesi zannedip, "Saat" deyince, Efendi Hazretleri, "Saat değil çan, kilise çanı" buyurdular. Yine cemaatden birisi "Var mı bu kadar yakında kilise?" diye sorunca buyurdular ki:

Var tabîi. Kumkapı'da Ermeni Patrikhânesi var, onun yanında Meryem Ana kilisesi var, onun üst tarafında Rum kilisesi var, Gedikpaşa'da da var, bir alay kilise var. Buraya yakın kiliseler var. Kiliseler, "Yâ Kadîm Yâ Kadîm Yâ Kadîm" diye vuruyormuş.
60 ihtilâlinden sonra bir iş için bir yere gitdik, askerî kumandanın olduğu yere. Bir çok şikâyetçiler gelmiş, o meyânda bir adam da içeriye girmiş, ismini söylemeyeceğim, tanınan bir adam yani Türkiye'de elek üstü, Türk müslümanının parasını yiyenlerden. Girmiş oraya, kumandana ne dedi biliyor musun, benim yanımda? Kumandan bana yer verdi, oturtdu beni. 60 ihtilâlinden sonra, bu 12 Eylül değil. Dedi ki, "Efendim, sabahleyin ezân okuyorlar minârelerde" dedi "bu ezanı kestirin" dedi kumandana. "Bizim işimiz ağır, gece iş yapıyoruz, geç vakte kadar çalışıyoruz, gelip yatıyoruz, müezzinler ezan okuyor, ezan okununca bizim uykumuz kaçıyor" dedi. Kumandan beyin âsâbı fenâ halde bozuldu. Bir gâzî evlâdıymış, şehîd evlâdıymış. Öyle dîni bütün bir adammış. Onu bir def etdi ama, edebsizce olmadı da, kaşları çatıldı, "çık" dedi.
Sonra orada başka bir zât vardı. O da onun bu şikâyeti üzerine şu kıssayı anlatdı. O kıssayı anlatacağım şimdi. Bu çan meselesi aklıma getirdi bunu.
"Roma'daydım" diyor. İtalya'da yani. "Bir otelde yattım, fakat gece her saat başı kilise çanları vuruyor. Dannn! Dannn! Dannn! Dannn!".
Halbuki o çan sesi, Allah'ı zikreder. Hazret-i İbn Arabî diyor ki, çanın o "dannn!" etmesi "Yâ Kadîm" demekmiş. "Yâ Kadîm, Yâ Kadîm", o sadâyı verirmiş. Allah'ın esmâlarından bir tânesi de "Kadîm" esmâsı. Kimi esmâda kalmış kulların, kimi müsemmâya vâsıl olmuşdur. Neyse.
"Hiç uyuyamadım" diyor, "aşağı indim, oturdum" diyor. Orada oteli bekleyen kâtip, ne diyorlar ona, resepsiyon, resepsiyonda oturan adam, "Beyefendi, otelimizden memnûn olmadınız mı? Rahat edemediniz mi?" demiş. "Çok temiz, çok güzel, çok rahat, fakat bu çan sesleri benim uykumu kaçırdı dedim" diyor. Yani uyuyamadım, rahatsız oldum bu çan sesinden demiş. "Sen ne milletsin?" demiş. "Türküm. "Türkler müslümandır, onun için uyuyamamışsındır. Seni bu çanlar rahatsız eder. Halbuki biz o çan seslerini duyduğumuz vakitde, alıştık çan seslerine, daha rahat ederiz, daha rahat uyuruz, daha emîn olarak uyuruz dedi" diyor. "Ben de şaşırdım" diyor, "insan bu çan sesinde dangada dangada nasıl rahat uyur diye". Adam, "Anlatayım" demiş. "O çanlar bize der ki, 'Ey Allah'ı zikretmeyip uyuyanlar! Allah'a ibâdet etmeyenler, uyuyanlar! Siz uyuyorsanız biz uyanığız, sizin için de duâ ediyoruz' derler" demiş. "'Ey Allah'ı unutanlar! Siz unuttuysanız biz unutmadık. Ey düşmanın baskınından korkanlar! Siz uyuyun rahat rahat, biz sizi bekliyoruz, uyumadık'. Bize bu cesâreti verir" demiş. "Sen müslüman olduğun için çan sesi seni rahatsız eder, doğrudur" filan demiş. "Rezîl oldum" diyor, "ve söylediğime pişmân oldum ve sefîl oldum ve rezîl oldum" diyor. "Adam beni rezîl etdi İtalya'da" diyor.
O gün orada kumandan beyin yanında otururken anlatdı o zât bunu böyle. "Bu da gelmiş" diyor, "sabahleyin ezanları susturalım diye şikâyet ediyor".
Geçen gün, yalan sahîh, işittiğimi söylüyorum, birisi, bir adam, ezân sesini işittiği vakitde, "Gene uluyorlar" dermiş. Gebermiş. Sahi ölmüş gebermiş değil. Ölmüş, Fâtih Câmisine getirmişler namazı kılmak üzere. Sonra makbereye koydukları vakit, açmışlar kefenini, suratı köpek gibi olmuş. Karısı söylemiş, "Bu herif böyle yapardı. Benim kocam olacak adam" demiş, "minâreyi gösterip 'uluyor gene' derdi" demiş.
Bazı adamı rahatsız ediyor ezanlar. Fakat düşünemiyor o adam ki, bir memleketde ezân olmazsa orada çan çalarlar. Bir memleketde ezân okunmazsa eğer, çan çalarlar. Çan çalınmazsa, ezân okunur. Ezân da okunmaz, çan da çalınmazsa, orada kamçıyla adamı kaldırır, işe götürürler sabahleyin. Kamçıyla. Kim Allah'a ibâdet etmez, kullara ibâdet eder. Allah'a secde etmeyen kula secde eder. Kabe'ye yönelmeyen paraya yönelir. Kabe'ye yönelmeyen kadına yönelir. Yani mutlaka bir şeyle karşılaşacaksın, paçayı kurtaramazsın yani. "Efendim ben komünist diyârına giderim". Orada da çalışma var. Orada da saat başında bir şey çalıyor, selam durduruyorlar filan. Sonra yine akşam üstü işyerinden çıkıp bir yere gidiyorsun, eski babalarına küfrettiriyorlar. Üç dört saat toplanıyorsun, bulunuyorsun orada, gidiyorsun yine. Burada yine hürsün, gidersin gitmezsin, imamı kandırırsın, kafese koyarsın, gitmezsin filan. Orada öyle değil, mecbûren konferanslara gidiyorsun, âbâ ü ecdâdına küfretmek üzere. Paçayı kurtaramazsın.
Kurd, gelmiş, bakmış, kapana tutulmuş. Oraya gidiyor, buraya gidiyor, şuraya gidiyor, kurtulamıyor. Tilki demiş ki kurda, "Ölmeyince bu işden kurtulamazsın" demiş. Şimdi bu kâinâtda ölüp de gözün kapanmayınca bunlardan kurtulamazsın. Haa gözün kapandı, öldün. İnsan ya ölür, ya olur. Hayvanlar ölür. Ölen hayvan imiş, insanlar ölmez, insanlar olurlar. Ondan sonra ikinci bir âlem çıkar. Hem nasıl bir âlem biliyor musun? Meselâ ana rahminde bulunan bir çocuğa deseler ki, "Sen dünyâya çıkacaksın, milyonlarca senelik mesâfede yıldızlar var" deseler, inanmaz, katiyyen inanmaz. Hattâ ağlayarak dışarı çıkıyor. Çünkü yeri rahat onun, onun yeri. Onun âlemi o kadar. O kadar biliyordu o. Çıkarken ana rahminden ağlaya ağlaya çıkıyor dışarıya. Hattâ ne güzel söylemiş şâir, aklıma geldi :
Yâdında mıdır doğduğun dem
Sen ağlar idin gülerdi âlem
Öyle bir hayat geçir ki olsun
Mevtin sana hande halka mâtem

Bozuk para yap da anlayalım. 
Hani ben bir gün ben dedim ki cemaaate, vaaz ediyordum, Yakub Ağa Câmisinde, tımarhânenin önünden bir sôfî geçiyormuş. 
Sofular iki kısımdır. Bir sôfî-i sâlûs vardır, bir sôfî vardır. Bu sôfî, kalbini tasfiye etmiş, mâsivâllahdan kalbini tathîr etmiş kişiye derler. Dışlarına da sof giyerler, yün elbise giyerler, kendilerini bildirsinler diye. Bazıları saklar kendisini, kıyâfetle değildir iş. 

Hani kadının biri Hocaefendi'ye, "şu mektûbu okusana" demiş. Hoca bakmış, bakmış da demiş ki, "Ben bu mektûbu okuyamam". Kadın, "Ayol, okuyamazsan kafana bu sarığı niye giydin?" demiş. Hemen Hoca başından çıkarmış sarığı, kadının kafasına koymuş, "Sen oku bakalım" demiş, "kerâmet sarıkda ise eğer, hadi oku, buyur". İş onda değil, okumak ayrı şey. 
Şimdi, geçiyormuş sôfî oradan, laf atmış. 
Niye? İnsanları irşâd için gönderilmiş. İnsan ya hayır konuşmalı ya sükût etmelidir. Dâimâ öyle iş yap ki elinden dilinden hayır görülsün. Halkı incitme, korkutma insanları, dâimâ iyiliğe ve doğruya ve temize ve nûra götür. İnsansak eğer biz. 
O sofu da irşâd etmek üzere, tımarhâneye laf atmış, sertabîbe, doktora. "Ey tabîb!". 
Tabîb ne? Doktor demek.  Bir de tabîbe'l-kulûb var. Kim o? Resûl-i Ekrem. Kalblerin tabîbi o. 

"Ey Tabîb! Sende masiyet illetine çâre var mı?" demiş. Masiyet illetine çâre. 
Masiyet ne demek? İsyân, bilmeyerek Allah'a karşı yapılan nankörlükler. İnsanlığını bilmiyor. Nefsini bilmeyen Allah'ı bilmez. Böyle olunca da her şeyi yapabilir Allah'a karşı. İki şeyi unutandan her türlü fenâlığı bekle. Biri Allah'ı unutan, biri ölümü unutan.
Şimdi, öyle deyince bir irkilmiş doktor. Cevâb verememiş yani. Orada bir akıl hastası demiş ki doktora, "Ben bu sofuya bir cevâb vereyim mi ey tabîb?" demiş. "Ver bakalım" demiş. 
Çünkü öyle adamlar var ki orada içeride yatıyorlar, kaderin kurbânı olmuş. Malı mülkü var, mîrâsçıları para elinden gitmesin diye, onu hacir altına aldırıyorlar, oraya tımarhâneye yatırıyorlar onu. Parası olduğu hâlde. Allah'a şükret. Yarın ne olacaksın, başına ne gelecek bilmiyorsun. Kötülerle Allah kimseyi karşılaştırmasın, kimseyi karşılaştırmasın. Hısım akrabâsı, parasını hayra mayra sarfetmesin diye, hacir altına aldırıp tımarhâneye koyduruyorlar, paralarını başkaları yiyorlar. Âhiret âleminde hesâbını Allah ondan soracak, mîrâsçılar da geride malı yiyecekler. Yani orada böyle akıllı adamlar var, mühim adamlar var çok. Bazıları bizim aklımıza muhâlefet etdiğinden dolayı deli zannediyoruz biz. Deli kısım kısımdır. Al del, mor deli, zır deli, zırzır deli, hınzır deli, bir alay deli cinsleri var. Tıbda onların hepsinin ayrı ayrı tayînleri vardır.
Biri sormuş, demiş "Hastahânede kaç deli varsınız?" demiş. Birisi geçerken, benim gibi akıllının birisi. O deli demiş ki, "Siz dışarıda kaç akıllı varsınız?" demiş, ona sormuş, mukâbele etmiş.
Şimdi, o da, "Ey doktor! Ben bu sofuya bir cevâb vereyim mi?". "Ver". "Tövbe yaprağını, istiğfar köküyle karıştırır, kalb havanında tevhîd tokmağıyla döversin, insaf eleğinden elersin, gözyaşıyla sularsın, aşk ateşinde pişirirsin, kanâat kaşığıyla yersin, birebir gelir" demiş. Daha uzundur bu ama bu kadarı kafamda kalmış. Uzun daha. 
Birisi, "Bu cevâbı veren deli mi veli mi?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Deli. Deli. Deli kim bilmiyoruz ki! Deme Leylâ ile Mecnûn'a deli, her biri bir gûnâ deli. Babacığım söyledik ya işte, al del, mor deli, zır deli, zırzır deli, hınzır deli, kısım kısım var diyoruz sana.
Bak gene bir deli sözü. "Nereye gidiyorsun?" demiş. "Seni son defa ziyârete geldim, artık gelemeyeceğim" demiş. Yani tımarhâneye birisi gitmiş de benim gibi akıllının birisi, "bir daha seni ziyârete gelemeyeceğim" deyince,"Nereye gidiyorsun?" demiş. "Almanya'ya" demiş, "çalışmaya, burada geçinemedim oraya gidiyorum". "Git git" demiş, "oranın Allah'ı ayrıdır" demiş. Anlayabilene ama, anlamayana bir şey yok. 
Şimdi sürüyorlar dışarıya doğru. Kendi vatanında çalışmayıp da el vatına giderse çalışmaya, böyle olur nihâyetinde. Neyse karışmayalım öyle şeylere, ben öyle şeylere karışmıyorum. Biz delilerle uğraşalım. Deliler iyidir. 
Tımarhâneye gitmiş pâdişah, sultan. İşte kısım kısım dolaşıyorlar. Bunlar manyaklar, bunlar şunlar filan, dolaşırken böyle, "Bana en azgınlarını göster" demiş. En azgınını. "En azgınını bana göster, nerde azgınları bunların?" filan demiş. "Gelin, buyurun" demişler.
Aşağıda onlar, yer altına koyuyorlar, Allah muhâfaza buyursun, üzerlerinde böyle demir ızgaralar, altında zincirler içerisinde, gitdim gördüm ben. Çünkü onlar böyle, meselâ ölünün ciğerini yiyor, adam öldürüyor, ciğerini yiyor, filan. Adamın birisi, hacı hem de, hacca gitmiş gelmiş, hacı olmakla kurtulmadı ya Allah'ın azâbından, karısını kesmiş, çocuklarını kesmiş, sopaya takmış, "koyun başı! kuzu başı!" diye gece sokağa çıkmış, satmaya. Yaa! Ne olacağın malûm değil. Onun için dâimâ Allah'dan korkmak lâzım. Ve Allah'a ihtiyâcın olduğu kadar Cenâb-ı Hakk'ı zikreyle, Allahu Teâlâ'ya sığın. Bunu söylüyoruz ama, "Bana bir şey olmaz diyor" o hâlâ. Aptal! 
Neyse götürmüşler, bir odada kapalı bu. İyi dinle! Doktor kapıyı vurmuş, tak tak, "Açsana şu kapıyı" demiş. İçeriden "Açamam". "Niye açamıyorsun?". "Hesâbım var, kafamı karıştırmayın benim" demiş. "Ne hesâbı yapıyorsun?". "Canım ne istiyorsunuz benden kardeşim! Yürüyün gidin şuradan, işiniz yok mu sizin. Hesâbı karmakarışık etdiniz yâhu" demiş. "Yâhu ne hesâbı yapıyorsun?". "Hesâb çok mühimm, pâdişah ölürse pâdişaha kaç paralık kefen sararlar, benim gibi bir deli ölürse kaç paralık kefen sararlar, onun hesâbını yapıyorum". Fesübhânallah! "Ne buldun?". "Altmış para fark var. Ben ölürsem bana kaç kişi arkamdan ağlar, kaç kişi sevinir, pâdişah ölürse, arkasından kaç kişi ağlar, kaç kişi sevinir?". 
Çünkü her ölen imamın yerine ölecek bir imam tayîn olmaya çalışıyor. Âmir misin? Senin altındaki adam senin ölümünü bekliyor, o gitsin diyor, gitdi mi onun yerine o tayin olmaya çalışıyor. Dünyâ bu işte! Gök ağlamayınca yer gülmüyor. Dost sûretinde düşmanlar. Dost sûretinde düşman. Dost sûretinde düşmanlar. Cenâzeye gidiyor adam, cenâzden hiç ibret almıyor da, onun yerine göz dikmiş, karısına göz dikmiş, malına göz dikmiş filan, onu almaya çalışıyor. Hiç ibret almıyor cenâzeden. Tuh o göze! Düşman. Düşmanını başında taşıyor. 
"Ey Tabîb!" Oradan başlayalım gene, yeniden dönelim. "Ey Tabîb! Tövbe kökünü istiğfâr yaprağı ile karıştırırsın, kalb havanında tevhîd tokmağıyla döversin, insaf eleğinden elersin, gözyaşınla sularsın, aşk ateşinde pişirirsin, kanâat kaşığıyla yersin, birebir gelir" demiş.
Biz bunu anlatdık câmide, dışarı çıkdık, biri geldi, elimi öpdü, "Hocaefendi, bu tövbe köküyle istiğfar yaprağı Mısır Çarşısında satılıyor mu?". Anlaşıldı. Eyvâh! Bizim sohbet gürültüye gitmiş. Eyvah, eyvah! Ahfeş'in keçisi gibi. Eyvahlar olsun, felâketin büyüğü. 
Bunu şeye söyledim, bu 12 Eylül'den evvel, idârecilerden, büyük idârecilerden birisi geldiydi, bir yerde konuşduk, "Nasıl görüyorsun halkı?" diye bana sordu da, ben de ona güzel bir hikâye anlatdım ama size anlatmayacağım, siyâsî olur anlatmayalım. Bana sordu, "Sen nasıl görüyorsun?" diye. Çok mühim! "Halkı nasıl görüyorsun?" diye bana sordu. 
Gözünde ne varsa halkı öyle görürsün. Gözünde bok varsa, her tarafı bok görürsün. Gözünü temizleyeceksin evveliemirde. Gözün tâhir olmayınca her taraf bombok olur. Yeşil gözlük takan dünyayı yeşil görür, herkesi yeşil görür, kırmızı takan kırmızı görür. Bir kötü hırsız, karşısındakini hırsız görür o. Mürteşî, mürteşî görür muhâtabını. Onun için, vechini pâk eyle ki mir`âta bühtân olmasın.
Aynaya bakıyoruz, ayna bizim yüzümüzün karasını gösterdiği için aynayı kırıyoruz. Yâhu aynayı kırmasana kardeşim. 
"Nasıl görüyorsun?" dedi. Ben de kendi görüşümle söyledim onu. Neyse, orasını geçelim. 
Dâimâ iyi gör, iyi tarafını gör, kötü tarafını görme pek fazla, rahatsız olursun. Kötü tarafa bakmak gözün dikenidir o, diken adamın nasıl gözüne batarsa. Kötü tarafına bakarsan bir şeyin, gözüne diken batar senin o tarafdan. İyi tarafını göreceksin.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, Ebvâ Hureyre ile beraber gidiyormuş, bir köpek leşine rast gelmişler, kelb. O da ne tâlihli köpek leşiymiş, Peygamber'e rast gelmiş. Yaaa! Ne talihli ya. Tabii tâlihli. 
Bir adamı asmışlar da Cenâb-ı Cüneyd-i Bağdâdî geliyormuş, maslûb adama bakıvermiş böyle. Halbuki câiz değildir. Göz âfâtıdır o, âfâtü'l-basar derler ona. Kötü şeye bakılmayacak. İdâm edilenlere bakmak doğru değildir. Hazret-i veliyyallah bir bakmış öyle, gözgöze gelmiş ve yürümüş oradan. O gece o adamı görmüşler cennetde. "Yâhu sen kötü adamsın, seni idâm etdi adâlet, ne işin var cennetde?" demişler. "Bildiğinizden daha kötüydüm, sizler bana zâhir gözüyle bakdınız... 
Deliler hikâyesini anlatacağım hâ! Unuttum zannetme. Bir yerden geçiyorum, seyyâlât-i fikriyye var bendenizde, doktora gideceğim. Seyyâlât-i fikriyye. 
"Siz az biliyorsunuz benim hakkımda, ben daha kötü insandım. Allah'ın bir velîsi geldi, bana rahmet nazarıyla nazar etdi. Allah dedi ki, benim sevgilim sana rahmet nazarıyla nazar etdi, ben seni nâra koymam dedi, beni cennete koydu" demiş. 
Şimdi Ramazan'da oruç vaktinde Resûl-i Ekrem'in rûhâniyyeti bize rahmet nazarıyla nazar ediyor, Allah da rahmet nazarıyla nazar ediyor. Nâra mı koyacak zannediyorsun? Koymayacak. Koymaz. Yaaa. 
Gelelim şimdi, Resûl-i Ekrem'in ashâbının, ashâb-ı kirâmın fazîleti bundandır. Resûl-i Ekrem'in nazarına uğramışlar. Ama diyeceksin ki Ebû Cehil. Ebû Cehil kendi kendine zulmetmiş o. "وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا". Bir adam mü'minse, Kur`ân ona şifâ olur, kâfirse hüsrân olur. Ebû Bekir gelmiş bakmış Resûl-i Ekrem'in mah-cemâline, meh-cemâline bakmış, "Yâ Resûlallah, senden daha tatlı sözlü, senden daha güler yüzlü bir kimse görmedim ben kâinâtda". "Sadakte Yâ Ebâ Bekri's-Sıddîk". Onun arkasından Ebâ Cehil gelmiş, "Yâ Muhammed, senden çirkin yüzlü, ekşi yüzlü, acı sözlü adam görmedim". "Sadakte Yâ Ebâ Cehl". Ashâb-ı kirâm bu iki zıd mütalaaya taaccüb etmişler, demişler, "Yâ Resûlallah, birisi seni medhetdi, birisi seni zemmetdi, ikisini de tasdîk buyurdunuz". Buyurmuşlar ki, "Ben bir mir`ât-ı mücellâyım, parlak bir aynayım, her bakan bende kendini görür. Ebû Bekir bakdı bende kendisini gördü, Ebû Cehil bakdı, gene kendisini gördü". Sahabenin fazîleti bundandır. Resûl-i Ekrem'in rahmet nazarına uğramış, Cenâb-ı Hakk onları âlî kılmış. İşte onun için, "Ashâbî ke'n-nücûmi bi eyyihim iktedeyhüm ihdeteyhüm, ashâbımın hepsi birer hidâyet yıldızıdır, istediğinize tâbi olunuz, sizi hidâyete götürsün" diyor Cenâb-ı Peygamber. Bitdi. Bir nazarla, bir nazarla! Nigâh-ı iltifât-ı Muhammediyyeye nâil olanlar, onlar, onların makâmı "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ fî mak'adi sıdkin inde melîkin muktedir"dir. Bitdi o kadar. 

Gene bir hükümdar tımarhâneye gitmiş, o da çok güzel, onu da anlatayım. Hepsini söyleyeyim de bu akşam çünkü gün bitdi, yarından sonra câmiye gelmezler. Sen takkeni sandığın içine koyarsın, bir daha seneye çıkarmak üzere, ben de tesbîhi bir tarafa koyacağım, bir daha seneye buluşuruz, sağ olursak inşaallah. Ayıp be! Allah'a muhtâc olduğun kadar Cenâb-ı Hakk'a ibâdet et. Gözünün nûrunu söndürürse kaç milyon liraya gözünü taktırabilirsin, kaç milyara mâlik olsan taktırabilirsin. Muhtâcsın Allah'a be! İbâdet et be! İki cihânâ sultân olacaksın. Allah'a kul olanlar iki cihâna sultân olur. Bırak bu sefâleti, bu gafleti bırak. Nefsine ibâdetden yüzünü çevir, Allah'a dön, Allah'a yönel Ramazan'dan Ramazan'a ibâdet olu rmu! Allah'a Ramazan'dan Ramazan'a mı muhtâcsın yani? Güzel Ramazan'da gelmen, bir îmân alâmeti. Kardeşim, Allahu Teâlâ seni huzûruna kabûl etdi, hânesine aldı, sana orucu lâyık gördü, Kur`ân'ıyla hitâb etdi, lâyık gördü seni kelâmına. Dinledin Kur`ân'ı ya, herkes dinleyemiyor. Kulağında gaflet pamuğu var, dinleyemez. Sıkılır içi, kaçar, duramaz. O, ben kaçdım zanneder, o kaçmaz o, melekler onun yüzüne vururlar, farkında değildir o, bilmez. 
Hükümdar gelmiş tımarhâneye. Bu da güzel çok. İçki vermişler hükümdara. Oradan bir delikanlı zuhûr etmiş, çıkmış meydana. Hükümdar rakıyı ona göstermiş, "Al sen iç" demiş. Demiş ki o deli hükümdara, akıllı hükümdara, demiş, "Sana bir soru soracağım, sonra içeceğim bunu. Sen bunu içiyorsun, benim gibi olmak için". Deli diyor bunu hükümdara. "Sen bu içkiyi içiyorsun benim gibi olmak için. Peki ben içersem kimin gibi olacağım?" demiş, "onu bana söyle içiyim ben bunu". 
Ulan görmüyor musun, her gün mahkeme, karakol, hâkim, avukat, cinâyetler, bilmem neler, vurulmalar, kırılmalar, hep bu içki yüzünden oluyor. İşte, "Geçinemiyoruz efendi hükûmetin verdiği parayla". Gözü kör olasıca! Hak etmiyorsun da ondan geçinemiyorsun. Akşam eline şişeyi alıyor, cigara da bir tarafında. E tabii yetişmez o, olmaz o. Cennetde o, öyle o ikisi birarada. Iııh, olmaz öyle şey. 
İsraf almış yürümüş. Herkesin iki kat elbisesi vardı vaktiyle. Birisi Cumalık, Bayramlık. O vakit Cuma namazı kılardık, tâtildi Cuma günleri. Sonra Pazar'a uyduk. İki kat elbisesi vardı herkesin. Cumalık, Bayramlık, bir de eyyâm-ı sâirede giyerdi. Kaç sene bunu giyerdi. Ayakkabımız delinirdi, yamatırdık. Bir yama daha vurdururduk, bir daha tamir ettirirdik filan filan. Eskici kalmadı. Azıcık bir parça bozuldu mu hemen bırakıp gidiyor oraya kör olmayasıca! Ayakkabı dolu. Eskiden parayla satın alırlardı öyle şeyleri. Sonra istiyor ki hükûmet versin. Herşeyi hükûmetden bekleme ki. 
Ekmekler sokakda böyle böyle atılmış, binlerce okka ekmek. Herşeyi hükûmetden bekliyoruz biz. Hükûmet eline bir kamçı alacak, "Ulan atma ekmeği kerata!", "Pabucunu bir daha giy!" filan. Olmaz öyle! Devlete hizmetkâr olmalıyız, yardım etmeliyiz bazı husûsâtda. Allah'ın emri de budur. Binlerce okka ekmek. Bir parça kenarını yiyor, bayatlıyor, kaldırıp sokağa atıyor. Bir de süpürüyor çöpçüler möpçüler filan, şimdi eskisi gibi değil. Dolu ekmek! Binlerce okka ekmek! Her gün! Bir çok memleketler açlıkdan kırılıyor. Bak Habeşistan'da, Habeşistan'ın bir kısmı açlar. Geçen gün resimlerini gördüm, onlar müslüman kardeşlerimiz bizim, mü'min. Bırak müslümanlığı, kâfir dahi olsa ekmeğini vereceksin. Sevâb. "وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا * اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُر۪يدُ مِنْكُمْ جَزَٓاءً وَلَا شُكُورًا ve yutimûne't-ta'âma 'alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ, innemâ nut'imuküm li vechillahi, lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûra". Bak Allah Ehl-i Beyt'in evsâfını söylüyor âyet-i kerîmede. Onlar ne yaparlardı? Yetîme, yoksula, esîre verirlerdi. Esîr, kâfirden olur, mü'minden esîr olmaz a! 

Sonra efendime söyleyeyim. Keselim mi? Evleri uzak olanlar var. Haydi yeter bu akşamlık, ne yapalım, yeter bu kadar.  

Haaa, iyi tarafını göreceksin demiş Cenâb-ı Peygamber, "Sen niye kötü tarafına bakıyorsun Yâ Ebâ Hureyre" demiş. 

Bitirmedim, kaldı sözler yarıda böyle. Hepsini ikmâl edecekdik. 

Demiş ki, "Yâ Ebâ Hureyre, niye kötü tarafını görüyorsun sen, bak dişlerini Allah ne kadar güzel dizmiş çenesine, ne kadar güzel intizamlı dizmiş". O tarafı gör, çirkin tarafını görme. 

Gelmiş benim saçımı görüyor herif. Yâhu saçımı ne görüyorsun sen, lisânıma baksana benim. "Efendi sen niye saçını uzattın?". Kadın olduğum için, aklım kısa, saçım uzun, ondan. Bilmiyor musun sen saç bırakmanın sünnet olduğunu? Allah Allah! Haberin yok mu, Peygamberimiz saçına iki defa ustura vurdurdu. Ondan gayrı mübârek saçları kulağının yumuşağına kadar, omuzuna kadard ı Cenâb-ı Peygamber'in saçları. "Ama sen papazlara benziyorsun" dedi bir tânesi de. Canım sen kafayı usturaya vurdun mu sen de budist rahiplerine benziyorsun. Onlar da kafaya ustura vurduruyorlar. Onları kızı alınmaz, kesdiği yenmez, papazın kızı alınır, kesdiği yenir. Ehl-i kitâbdır çünkü.

www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder