Sayfalar

17 Kasım 2024 Pazar

Sabır ve Şükür - Sohbet - 15 Nisan 1983 ABD

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerikalılara hitâb etdikleri bir sohbetlerinde buyurdular ki :

Resûl-i Ekrem'i düşmanlar yani münkirler zehirlemişlerdi. Hayber'de. Kuzu pişirmişler, davet etmişlerdi. Kuzuyu zehirlemişler ve zehirli kuzuyu Resûl-i Ekrem'in önüne sürmüşlerdi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin yanında Hazret-i Ebûbekir Sıddîk vardı bir de sahabeden bir zât vardı. Yemeği sundular, o sahabenin karnı fazla acıkmış gâliba, hemen aldı, yedi ve hemen öldü o. Zehir ona çok tesir etdi, öldü. Hazret-i Ebâbekir Sıddîk ile Resûl-i Ekrem Efendimiz kuzuyu yerken kuzu mucize ile dile gelip söyledi, "Yâ Nebiyallah, beni yeme çünkü ben zehirliyim" dedi ama Cenâb-ı Peygamber'e rütbe-i şehâdet verileceği için, ind-i ilâhîde ne kadar mertebe varsa hepsi Peygamber'e verildiği için, şehâdet mertebesi de verilecek, onun için zehir bir defa onun bedenine gitmiş oldu. Sıddîk-i Ekber de öyle oldu fakat diğer sahabînin vehleten fücceten hemen orada öldüğü gibi Efendimiz'le Ebûbekir Sıddîk Hazretleri hemen ölmediler. Yani üzerinden zamanlar geçdi. Cenâb-ı Peygamber'e altı sene kadar bir zaman geçdi, seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk'a da sekiz sene kadar bir zaman geçdi. Zehir tesirini öyle gösterdi yani hemen, vehleten göstermedi. Fakat öteki sahabe, hemen yuttu ve öldü, şehîd oldu. Sonra Cenâb-ı Peygamber, kendisini zehirleyen, yani kendisini evine davet eden, kendisine nimet diye zehiri veren kimseyi, ki o bir kadındı, onu affetdi Peygamberimiz, kısas filan yapmadı ona. Afv-ı peygamberîye uğradı o, affetdi onu. Kadın kaprisi olarak kabûl etdi onu.
Bunlar olagelen şeylerdi enbiyâ üzerine yani. Nûh aleyhisselâmı da böyle, kavmi döverlerdi. Nûh Peygamberi döverlerdi. Hattâ ciğerlerinde yara peydâ oldu peygamberin. Dokuz yüz elli sene nebîlik yapdı, yani halkı Allah'a davet etdi. Dokuz yüz elli sene! "اَلْفَ سَنَةٍ اِلَّا خَمْس۪ينَ elfe senetin illâ hamsîn" diyor Kur`ân'da. Ve Cenâb-ı Hakk buyurdu ki Nûh aleyhisselâma, "Yâ Nûh, üzüm ye". Burada bir lutf u kerem-i ilâhî var. Yani Cenâb-ı Hakk, böyle üzüm yemeden de Nûh'a şifâ verebilirdi ama bize gösteriyor bunu. Ciğer rahatsızlığı olanlar, üzüme devâm etsin ki sıhhat ve şifâ bulalar. Ona işâret vardır. Çünkü dünyâ sebebler üzerine kurulmuşdur.

Diğer nebîlerden de şehîd olanlar var. Meselâ Hazret-i Îsâ'ya kasd edildi, Hazret-i Zekeriyâ biçildi, Circis aleyhisselâmı paramparça etdiler. Yahyâ'yı katletdiler. Yani peygamberlerin başına böyle şehâdet gelir, peygamberliğine mâni değildir. Onun için, Hazret-i Muhammed'e zehir yedirildi, O'nun peygamberliğine mâni değil yani başına şehâdetin gelmesi. Belki rütbeleri âlî oluyor ind-i ilâhîde, derecâtları yükselmekdedir.

Şehâdet meselesine gelince. Bu şehâdetin kadr u kıymetini bilenler ve evliyaullah yani belânın da kadr u kıymetini bilen velîler, Allah'dan belâ beklerler, gelsin diye. Belâ gelmediği vakit üzülürler, "Demek ki Allah bizimle alâkayı kesdi, bizimle hiç neşesi yok, bizimle şakalaşmıyor" derler. Yaaa! Hattâ duâ ediyorlar diyorlar ki, "Yâ Rabbi Yâ Rabbi Yâ Rabbi Yâ Rabbi, sen benim vücûdûmu o kadar büyüt, o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemi benim vücûdumla doldur, orada başka insanlara yanacak yer kalmasın". Böyle duâ ediyorlar yani. Biz hep rahata kaçıyoruz, rahat tarafına filan, onlar öyle değil, onlar mesâibin üstüne gidiyorlar. İşte Hüseyin aleyhisselâm, yani Hazret-i Peygamber'in torunu. O da şehîd oldu. Fırat nehrinin kenarında, bir yudum susuz olarak hem de. Ve koşa koşa gitmişdi oraya kendisi, çoluğu çocuğu yetmiş iki yârânı ile berâber. 
Onun için belki bizim Amerikalıların ve bizdeki bazı pişmeyenlerin aklı bu işe ermez ve kafalarına bir şey gelebilir, böyle düşünebilirler yani, "Ne demek, böyle musîbet geliyor, hep velîler kurtulmalı, sırt üstü yatmalı, gölge altında oturmalı" filan, hayır öyle değil. Geliyor böyle musîbetler. 

Gene bütün velîler böyle. İşte okudunuz, işitdiniz, duydunuz, Hallâc-ı Mansûr, Nesîmî, Necmeddîn-i Kübrâ, Ferîdüddîn Attar, ne kadar böyle İslâm sôfîleri ve hıristiyan azîzleri varsa onlar da hep bir musîbetle, mesâible gitdiler bu âlemden. Yaaa bütün dîn sâlikleri böyle, hıristiyan olsun mûsevî olsun, bütün dîn sâliklerinden bu şekilde yükselen zevâta, azîzlere böyle musîbetler isâbet eder. Benî İsrâil'den binlerce peygamberi katletdiler, öldürdüler, parçaladılar. Binlercesini!

Cenâb-ı Hakk kullarına, halka sabr u sebât ve fazîlet numûnesi gösteriyor. Ve yine Cenâb-ı Hakk kullarına "Bak beni sevenler, benim verdiğim musîbetlere nasıl tahammül ediyorlar, görün!" diye gâfillere ârifleri gösteriyor. Ve "Benim Rabbim Allah" diyen ve Allah'a teslîm olan kişi nasıl Allah yoluna başını veriyor. Bunları göstermekde başdan aşağı. 
İbrâhim Edhem Hazretlerine sormuşlar. Malûm ya, bundan evvelki derslerimizde ben size bundan bahsetmişdim. Bu zât Belh sultânı, yani Belh pâdişâhı. Hem de şarkın şaşalı, dârâtlı, debdebeli zamânında bulunan bir pâdişâh. Allah yoluna mülk sultânlığını gönül sultânlığına fedâ etmiş, yani gönül sultânı olmuş. İşte ona sormuşlar, demişler ki, "Hayâtının en mesûd günleri hangi günlerdir? Bunu bize anlatabilir misin?". Hazret, "Tabii" demiş "En mesûd demlerimi söyleyeyim size".
"Mekke'ye gidiyordum, beni tanımıyorlardı. Mekkeliler karşımıza çıkdı, kervana. Sordular, 'İçinizde İbrâhim Edhem var mı?' diye. Beni tanımıyorlar. Kervan reisi dedi ki, 'İçimizde bir İbrâhim Edhem var ama sizin aradığınız İbrâhim Edhem midir, zannetmiyoruz. Çünkü biz bu adamı Kûfe şehrinde develeri gütmek üzere yanımıza aldık. Pâdişâh olsa, develeri gütmezdi. Ama bilmiyoruz, soralım bir defa bakalım' filan. Bulmuşlar İbrâhim Edhem'i, "Sen İbrâhim Edhem misin?". "Hangi İbrâhim Edhem, yani Belh sultânı olan İbrâhim Edhem mi? Yok canım! Görmüyor musunuz, kervanda deve dürtüyoruz, üvendireyle, deve götürüyoruz". "Sen o İbrâhim Edhem'i tanır mısın? Yani bizim bahsettiğimiz, beklediğimiz, aradığımız İbrâhim Edhem'i. Belh sultânı idi, sonra dervîş oldu". "Tanırım". "Çok büyük bir velî imiş". "Yok canım, bırak o sersem herifi! Hiç sersem olmasa pâdişâhlığa dervîşliği tercîh eder miydi? Sarayı bırak, toprak üstünde yat, bu ahmaklık değil mi? Ben onu gâyet iyi bilirim, ondan ahmağı yokdur" deyince, bir dayak atmışlar, kafasını gözünü patlatmışlar, bayıltmışlar onu, evliyâullaha itâle-i lisânda bulundu diye. "O pek hoşuma gitdi" diyor. "O gün şâd oldum, dayak yedim, şâd oldum. Sonra kalkdım, nefsimi karşıma aldım, dedim ki, 'Sen Belh sultânı olduğunu söyleseydin, sana hürmet edeceklerdi, riâyet edeceklerdi, deveye bindireceklerdi, ikrâm edeceklerdi ama senin böyle ikrâmdan ziyâde dayak yemen daha hayırlıdır' dedim ve o gün bayram yapdım'. Bir".
"İkincisi, bir câmi yapdırmışdım, merdivenliydi". Böyle bizim bu câminin merdiveni gibi. "Merdivenle çıkılıyordu. Bir soğuk gündü, ben şeyhimin yanından döndüm, kendi şehrime geldim, kendi yapdırdığım câmiye girdim. Hava soğuk, dışarıda kalsam üşüyeceğim, onun için câmide bir yere saklandım. Meğerse câmiden halı çalınmış, müezzin efendi yatsı namazından sonra câmiyi aramaya başladı, beni minberin altında yakaladı, 'Gel bakalım buraya! Seni halı hırsızı seni! Geçenlerde ben böyle aramadım, sen buraya saklandın, sonra halıyı çaldın götürdün, şimdi ben seni yakaldım' dedi, yakamdan tutdu benim, getirdi merdivenin başına, iki üç tokat atdı. Sonra bacağımdan tutdu, beni sürükledi, aşağı kadar, tıngır, tıngır, tıngır, kafam vuruyor merdivenlere. En mutlu günüm! En mutlu günüm! Bilseydim böyle olacağını, yüz basamak yapdırırdım merdivenin yüksekliğini" diyor. Neden? "Zîrâ her basamakda Cenâb-ı Hakk bana bir derece-i ulyâ verdi, âlî bir derece. İki".
"Üçüncüsü. Gene neşeli günlerimden bir tânesi. Gemide gidiyordum, gemide. Gemide giderken, bir hokkabaz, halkı güldürüyordu, beni buldu, 'İşte bizim memleketde ayıyı böyle oynatırlar' dedi, benim sakalımdan tutdu, kıçıma vurdu benim, oynatdı beni geminin içerisinde". 
"En mesûd günlerim bunlar benim, hayâtımda geçirdiğim" diyor. Sultanlığını söylemiyor, sultanlık devrindeki günlerini güzel diye söylemiyor.
Zâhirde yani görünüşde bakdığımız vakitde, bir zillet bu. Zillet ama Allah bu zât-ı akdese ne ikrâm etdi ki bundan menmûn oldu. Yoksa böyle zâhir bakışla bir zillet bu. Demek ki zâhir bakışla değil. Her şeyin hakîkatini görmek lâzım. Çünkü her bakan görmedi, ama mutlakâ bakan gördü. Her bakan görmüyor, görmek lâzım. "E göremiyoruz". O vakit irfan yokdur. İrfan azalmış, îmânın nûru kıtalmış, onun için göremezsin. Çünkü Cenâb-ı Peygamber, iki cihân serveri, sallallahu aleyhi vesellem, "İttekû firâsetel mü'mini fe innehû yenzuru bi nûrillah". Sadaka Resûlullah. "Siz mü'minlerin ferâsetinden korkunuz, onlar bakdığı vakitde Allah'ın nazarıyla bakarlar ve görürler" diyor. Demek ki görmeyen adamın îmânının nûru azdır, göremiyor. Yâhud gözünde miyop var, göremiyor. Manevî miyopdan bahsediyorum yani, baş gözünden bahsetmedik, kalb gözünden bahsetdik. Baş kulağından bahsetmedik, kalb kulağından bahsetdik. 
Görmenin şartları var. Biz görme denildiği vakitde, yalnız baş gözüyle görmeyi anlıyoruz biz. Öyle değil! Bir de insanın bir bâtın gözü var. Bâtın gözü olmazsa olmaz, iş yürümez. Kimin bâtın gözü görmedi, o a'madır. Onun için Cenâb-ı Hakk ne diyor Kur`ân-ı Kerîm'de? Este'îzübillah. "وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً ve men kâne fî hâzihî a'mâ fe hüve fil âhireti a'mâ ve edallü sebilâ". Yani burada a'mâ olan orada a'mâ olur. Burada baş gözü kör olan âhiretde kör olmaz. Hakk'ı görmeyen yani baş gözü görüyor ama kalb gözü görmüyor, Allah ona a'mâ diyor, çünkü görmüyor, öteki âlemde kör olacak o. 
Hattâ Sûre-i Tâhâ'da, este'îzübillah, "وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيرًا ve men a’rada an zikrî fe inne lehû ma'îşeten dankâ ve nahşuruhû yevmel kıyâmeti a’mâ. Kâle rabbi lime haşertenî a'mâ  ve kad küntü basîrâ". Ma'nâ-yı münîfi, zikr-i ilâhîden yüz çevirenler...
Burada zikr-i ilâhînin ma'nâsı mücerred esmânın zikri değildir. İnsan esmâ zikrinde kalmamalı, müsemmâya gitmelidir. Esmâda kalanlar yarıda kaldılar. Sen, sevdiğinin ismine tâlib olma, zâtına tâlib ol. Yalnız ismini çağırmakla olmaz ki, zâtına tâlib olursan o vakit işin rengi değişir. Onun için biz ekseriyâ esmâ ile iş görmeye kalkıyoruz. O da doğru. Meselâ bir adam, "Ekmek Ekmek" demekle, o adamın karnı doymaz. Ekmeği yemek lâzımdır. Ama "Ekmek" demeyince de adama ekmek vermezler. 
Evet. "وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً ve men kâne fî hâzihî a'mâ fe hüve fil âhireti a'mâ ve edallü sebilâ". "Bu âlemde a'mâ olan, âhiretde a'mâ olur" diyor Allah. Bu baş gözü manâsına değil, kalb gözü manâsına. Baş gözü görüyor da kalb gözü görmeyenler a'mâ sayılır. Burada a'mâ olunca da, âhiretde de Allahu Teâlâ onların gözlerini halk etmeyecek. Bu gözlerini yani. Onun için okuduğum âyet-i kerîmede bunun sebebi, i'râz-ı zikir yani zikrullah. Kim ki doğrudan, güzelden, hakdan, Allah'ın Resûlü'nden, Allah'ın esmâsından, Allah'ın sıfatından, Allah'ın rahmetinden, Allah'ın lutfundan, Allah'ın nimetinden yüz çevirir, biz onun dünyâ yüzünde maîşetini dar kılarız diyor. Geçimini diyor, geçimini! 
Bu geçim meselesi çok mühim. Senin benim anlayacağım gibi işlerden değil. Yani paranın çokluğu mühim değil. Milyonlara mâlik oluyor, ağzının tadı yok. Milyonlara mâlikdir, bir lokma ekmeği ağzına almaya müsaade etmiyor doktor. Bir parça şekeri ağzına alamıyor, şeker hastalığına uğramış herif. Doktor, "Aman hâ! Sakın hâ! Şeker filan yiyeyim deme! Nalları dikersin" diyor, onun da ödü patlıyor. Yani dünyâ dirliği yok, hiç dünyâ dirliği yok, dünyâda hiç bir zevki, şevki, safâsı yok. Çünkü dünyânın da zevki, şevki, safâsı Allah'lı gönülledir. Kim inandı, kim dînlendi, o dinlendi. Yani kim dîn sâhibi oldu, o dinlendi. Kim inandı, o kimse pâyidâr oldu. 
Bütün kâinâtı feth u futûhât edenler, hep inananlardır. İnanmayanlar bir şey yapamazlar. Diyeceksin ki, "Bak inanmayanlar da göğe çıkdı", diyeceksin bana, beni susdurmak için ama cevâbı var bende onun. O da îmânsızlığa îmân etmiş. Onda da îmân var ama bâtıla îmân. Îmânsızlığa îmân etmiş. Çıkmış yukarı, "Hani Allah vardı, burada Allah yok" diyor herif. Zannediyor ki Allahu Teâlâ gökyüzünde oturmuş, almış nargileyi yâhud votkayı, içiyor yukarıda. Estağfirullah ve netûbu ileyh. Öyle zannediyor eşoğlueşek! Bilmiyor ki Hakk onunla berâber. "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnu akrabu ileyhi min habli'l-verîd".

Haydi yeri gelmişken konuşalım, bilmiyorum daha evvel anlatmış mıydım bunu?

Demiş ki Behlûl Dânâ Hârûn Reşîd'e...

Hârûn Reşid, Abbâsî hükümdarlarından bir hükümdar. Yani debdebe, dârât sâhibi, Abbâsî Devletinin en parlak devrini yaşatan bir adam. Emîrü'l-mü'minîn. Hârûn Reşîd, ne söyle ne işit.  

Behlûl Dânâ, kendisini meczûb gibi gösteriyor fakat bir feylesof. Çok büyük bir feylesof. İnsanları irşâd eden, insanları Hakk'a götüren, insanları Hakk'a vuslat etdiren bir zât Behlûl. Ama görünüşde herkes onu meczûb zannediyor. Yani insanlar kendi terâzîlerinde tartdı mı öyle görüyorlar. 

Demiş ki Hârûn Reşid'e, bir bardak su almış, "Yâ emîre'l-mü'minîn, senin bütün servet ü sâmânın, bütün devletin, bütün orduların, her şeyin bir bardak su mukâbili değildir".  "Ne diyorsun sen!" demiş, "benim emrimde bu kadar denizler, deryâlar, nehirler var. Yalnız Dicle, Fırat, Şattü'l-Arab kâfî gelir. Sen neden bahsediyorsun!". "Öyle değil. Bana doğru cevâb ver. Çölde kaldın, ne yiyecek var, ne içecek. Susadın, ölüm hâlindesin. Eğer suyu içmezsen öleceksin. Bir zât çıkdı, meselâ karşına ben çıkdım, dedim ki, "Yâ emîre'l-mü'minîn, sana bir bardak su vereceğim ama mâlik olduğun mülkün yarısını bana vereceksin. Bunu sen kabûl eder misin, etmez misin? Bana doğru konuş ama. Elini vicdânına koy öyle konuş". Hârûn Reşîd, düşündü ve dedi ki, "Evet, yarısını verip hayâtımı kurtarırım, çünkü yarı mülk bana kâfî gelir" dedi. "Verdin ve içdin, kurtuldun. İçdiğin suyu çıkaramadın, içeride kaldı. Diğer bir zât geldi dedi ki, içeride kalan suyu çıkaracağım, mülkünün diğer yarısını bana verir misin? Verir misin vermez misin?". "Veririm". Doğru söyledi. "Gördün mü işte senin mâlik olduğun bunca devlet ü dârât, debdebe, saltanat, bir bardak sudur" dedi. 
Onun için Cenâb-ı Allah'a bir nefesde iki defa şükretmek lâzım gelir. Birini veririz, birini veremiyoruz. 
Şimdi, suyu içip çıkaran mı zengin, hiç parası yok, suyu içip çıkarıyor, o mu zengin, milyonlara mâlik, dolarları var, suyu içip çıkaramıyor, hangisi zengin?Hangisi? (Dinleyenlerden biri "Suyu içip çıkaran fakîr" deyince) Yaaa, değil mi ya? İstersen bir pazarlığa girişelim, sonra geçelim derse. Kolunun birini kaça satar? Bütün a'zâları satılığa çıkaralım bakalım. Yani kim fukarâyım diyorsa, sıhhati yerindeyse zengin olan odur. 
Âyet-i kerîmede, kim ki Cenâb-ı Hakk'a îmân etmez, îmânı yokdur, zikrullahdan kim yüz çevirirse, zikr-i ilâhîden, iyilikden, güzellikden, Nebî aleyhi's-salâtü ve's-selâmdan, Allah'ın esmâsından, Allah'ın zâtından, Allah'ın rızâsından, bu âlemde bütün mülk onun olsa dahi onun râhatı yokdur, onu söyledik.
Görüyoruz ki bir çok zenginler, bizim memleketimizde fazla olmaz, Türkiye'de, ama garbda çok var. Zengin adam, her şeyi var, her zevki almış filan ve zevk bitmiş. En nihâyet intihar ediyor. Hani bir fakîr, fakîrim diye intihar etse dersin ki, "Fakîrlikden yanmış canı, intihar etdi". Bu öyle değil bu. Bu, her şeye mâlik olduğu hâlde, artık zevk alamıyor ve intihara ediyor. Demek ki saâdet yalnız parayla değil, maddeyle değil yani. Deminden beri söylemek istediğim şu. Bir çok nimetlere mâlik olduğumuz hâlde ve çok büyük manevî zenginliklere mâlik olduğumuz hâlde, bu zenginliklerin farkında değiliz. Onları izhâr etmek için konuşdum bu sözleri. Ne zenginlik saâdeti temin ediyor, ne fakîrlik saâdete mâni oluyor. Geçiyoruz.

İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, o 18. namaz vakti ki, 18 vakit ne oluyor, üç gün 15, dördüncü gün üçüncü namazda dışarı çıkdı. Çünkü evleri câminin içindeydi. Ebûbekir Sıddîk mihrâba geçmek istemiş, geçecekmiş, Efendimiz kapıyı açınca, döndü bakdı Peygamber çıkıyor, mihrâbdan geri çekildi. Fakat Efendimiz işâret etdi eliyle, "Geç namazı kıldır" dedi. Yani "Benim hâlim yok" demek istedi ve ona iktidâ etdi, arkasında namaz kıldı ve onun imâmetinin câiz olduğunu gösterdi. 
Burada bazı incelikler var, onları söylemeden geçmeyeceğiz. 
Bir eli Hazret-i Abbâs'ın oğlunun elinde, amcasının oğlu Abdullah ibn Abbas'ın omuzunda, bir eli Hazret-i Ali'nin omuzunda olarak mescide geldi, getirdiler. Namazdan sonra yürüdü, getirildi ama ayakları yerde sürünüyor yani basamıyor yere ayaklarını. Öyle getirdiler, omuzda. O hâlde gene iki rekat namaz kıldı. 
Gösterdi ki, insan hasta da olsa, rûhunun istirahati ibâdet ve tâat iledir. Onu gösterdi. Onun için insan bazen canı sıkıldığı vakitde, Cenâb-ı Hakk'ı zikretdi mi ya Cenâb-ı Hakk'a ibâdet kıldı mı, hemen o sıkıntısı üzerinden gider, hemen saâdete kavuşur o kimse.
Evet, sonra minbere çıkdı yani kürsüsüne çıkdı, oturdu. Dinleniyordu yani. Rahatsız ayakları. Sonra ayağa kalkdı. Allah'a hamd ü senâ etdi. 
Biz de her husûsâtda, her işimizde Allah'a hamd ü senâ edeceğiz. Allah'ın verdiği her nimete şükredeceğiz. Allah'ın verdiği nimetlere şükredersek, Cenâb-ı Hakk bize ziyâde kılacak. Esteîzübillah, "لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ  le in şekertüm le ezîdenneküm". "Eğer verdiğim nimetlere şükrederseniz, ben size ziyâde kılarım" diyor. Kim ki elindeki nimetin ziyâdeliğini istiyor Rabbine şükretsin.

Evet, şimdi sayalım şükürleri. Şükür demek, "Şükür Yâ Rabbi" diyerek yalnız, mücerred zikir değildir. Gözün şükrü, ibret ile bakmak. Kulağın şükrü, iyi kelâmı dinlemek, hayır kelâmı dinlemek, kötü kelâmlara kulağı tıkamak. Gözün şükrü, ibretli bakmak, kötü şeylere nazar etmemek. Çünkü Allah gözkapağı vermiş, bu gözkapağının demek ki bir manası var ki, bakılmayacak yerler var demek ki, perdeyi indireceksin. Lisân kezâ öyle. Dilin vazîfesi, şükrü, Allah'ı zikretmek. Kalbin şükrü, Allah'ı sevmek. Güzelliğin şükrü, iffet, ırz ve nâmusunu muhâfaza etmek. Malın şükrü, zekâtını vermek, sadakâtını vermek, yoksullara yardım etmek, açları doyurmak, çıplakları giydirmek, susuzlara su vermek. Vücûdun şükrü, Allah'a secde etmek. Rûhun şükrü, Allah'a oruç tutmak. 
Sonra Allah'a hamd ü senâ etdi. Sonra dedi ki, "Bugün benim ömrümün son günü, dünyâda ömrümün son günü, âhiretimin ilk günüdür. Ben size şefkatli bir anne, merhametli bir baba, vefâkâr bir kardeş gibiydim, her derdinize ortak idim. Allah'dan aldıklarımı size tebliğ etdim. Allah'ı kendime refîk tutmasaydım, sizden birini kendime kardeş seçerdim, arkadaş seçerdim. Ama ben Allah'ı kendime refîk tutdum". Sonra tekrar söyledi ve dedi ki, "Şimdi beni iyi dinleyiniz. Bana kulaklarınızı veriniz. Kime vurdumsa işte Muhammed karşınızda duruyor, gelsin vursun. Kimin malını aldımsa, gelsin malını benden alsın". Üç defa tekrar etdi böyle, bağırdı, seslendi. Ve ayakları titriyordu rahatsızlıkdan.
Sonra bir zât, halkı yararak, bir fukarâ yani sahabenin fakîrlerinden bir zât, halkı böyle yararak geldi Huzûr'a durdu, ayakda. Dedi ki, "Benden siz on dirhem almışdınız, bu parayı bana vermediniz, iâde etmediniz". Dedi ki, "Sen doğru söylüyorsun, müslüman, mü'min, yalan söylemez, bana hatırlat bunu" dedi. "Nerede aldım?". O zât dedi ki, "Yâ Resûlallah, sen mescidden dışarı çıkmışdın, bir fukarâ senden bu on dirhemi istedi, senin yanında yokmuş, bana döndün dedin ki, sende on dirhem varsa bu fukarâya ver, sonra gel benden al dedin. Ben fukarâya on dirhemi verdim fakat gelip sizden o parayı almadım. Ben bir hak taleb etmiyorum ama siz böyle dediğiniz için ben bunu söylüyorum. Helâl ü hoş olsun". "Hayır" dedi Cenâb-ı Peygamber. "Olmaz öyle şey" dedi ve Hazret-i Ali'ye emretdi, dedi ki, "Yâ Ali buna on dirhem verin" dedi. Hakkını alsın diye. 
Şimdi burada bir manâ var. Muhtâc olan kimse sana mürâcaat etdiği vakitde, yanında ona yardım edecek paran dahi olmasa, ödünç alıp vereceksin. Ama bunu yapma kudretine mâlik değilsen, onu tatlı sözle sav. 
Sonra bir zât kalkdı ayağa, dedi, "Ben yalan söylüyorum, dilime sâhib olamıyorum yâ Resûlallah, bana duâ et, ben yalan söylemeyeyim". Çünkü dünyâda yalan her cemiyetde gâyetle kötü bir şeydir. Hattâ katilden daha eşeddir yalan söylemek, daha günahdır. Çünkü katile cezâ var, zinâya cezâ var, içkiye cezâ var, yalana gelince, esteîzübillah, "لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ lanetullahi ale'l-kâzibîn". "Allah'ın laneti kâzibler üzerinedir" diyor Cenâb-ı Hakk Kur`ân'da. Yalan en kötü bir şey. O adam kendi noksanını biliyor, "Aman yâ Resûlallah, duâ et, ben bu yalanı söylemeyeyim". Çünkü mahcûb olacak yarın yevm-i kıyâmetde. Hem dünyâda yüzü kara olur, hem âhiretde yüzü kara olur. Yalanı çıkar çünkü meydana. Ona Peygamber duâ etdi. Diyor ki, "Resûl bana duâ etdi, ondan sonra ben hiç yalan söylemedim" diyor o zât. 
Gene burada da bir manâ çıkıyor. İnsanlar bazı kötü ahlâklara mübtelâ olduğu vakitde, Allah'a karîb olan zevâtın duâsıyla bunlardan kurtulabilir, onu gösteriyor. 
Sonra gene bir zât ayağa kalkdı, o da dedi ki, "Ben" dedi...
Biliyorsunuz ya İslâm'da güneş doğmadan ibâdet var, Sabah Namazı, ki o zaman perde kalkıyor yani, perde kalkıyor. Çok mühim seher vakti. Bizim dervîşler gibi yapmayın, onlar, bizimkiler, gece yorgun düşüyorlar, sabahleyin pek o perdeyle filan alakâları yok, pencereyle alakaları var gâliba! Sabah namazına kalkmak lâzım. 
"Sabah namazına kalkamıyorum" dedi, şikâyet etdi Cenâb-ı Peygamber'e. Efendimiz duâ etdi ona da. O da, bir daha uyku tutmadı gözünü, sabah namazına kalkdı.
Sonra arkadan gene bir zât halkı yararak Huzûr-ı Risâlet'e geldi bir adam, belli ki fakîr bir adam böyle garîb. Dedi, "Yâ Resûlallah, Allah aşkına kimin hakkı varsa gelsin benden alsın dediniz, bir sefere gidiyorduk, siz bana kamçıyla vurdunuz" dedi. "Kamçıyla vurdunuz sırtıma, kamçıyla ama bu vurduğunuz kamçıyı kasden mi vurdunuz sehven mi vurdunuz bilmiyorum. Yalnız böyle bir hâdise oldu. Allah aşkına dediğiniz için çıkdım. Ben hak taleb etmiyorum ama olan hâdisâtı anlatıyorum" dedi. Sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki, Bilâl oradaydı, Bilâl-i Habeşî, "Yâ Bilâl, git eve, evden benim kamçılarımı getir". O seferdeki kamçısını getirttirdi. Fakat sahabe başladılar ağlamaya. Çünkü hasta Peygamber. Kamçıyla kendisine vurduracak. Feryâd u figân göğe tutdu. Hazret-i Ebûbekir Sıddîk ayağa kalkdı, "Yâ Resûlallah, kamçıyı bana vursun senin yerine". Efendimiz dedi ki, "Hayır, ben vurmuşum kamçıyı, bana vurması lâzım gelir". Hazret-i Ömer gene kezâ, "Yâ Resûlallah, bana vursun". "Yok, sana vurmakla benden sâkıt olmaz, hak budur". Hazret-i Haseneyn, ayağa kalkdılar, torunları yani, çok sevgililer, birisi İmâm-ı Hasen, biri İmâm-ı Huseyn, isimleri orada yazılı bak, onlar, "Yâ Resûlallah, dedemiz, sevgili dedemiz, kamçıyı bize vurursa sana vurmuş gibi olur, bırak bize vursunlar". Anlıyor musun ne demek istiyorum? "Bize vuran sana vurmuş gibi olur, bize vursunlar". "Yok evladlarım, oturun. Allah size hayr-ı kesîr versin, olmaz öyle şey. Muhakkak bana vurulması lâzım". Ve kamçı getirildi. Getirildi, o zâtın eline Peygamber kamçıyı verdi, "Al, buyur". O zât sordu şimdi Peygamber'e, "Dedi Yâ Resûlallah kamçıyı bana vurduğunuz vakitde, benim sırtım çıplakdı", malûm ya Arabistan'da ehram giyiyorlar, "ehram kaymışdı, çıplak etime vurdunuz, şimdi sizin sırtınızda entari var, bunun üzerine vurursam kısas yerini bulur mu, hak yerini bulur mu?". "Bulmaz" dedi Peygamber, "mâdem ki çıplak etine vurduk sen de benim çıplak etime vuracaksın". Ve Resûl-i Ekrem sırtını açdı. Resûl-i Ekrem'in mübârek kalbinin arka tarafında, sırt tarafında, sol yok, sâğ-ı sânîsinin arka tarafında bir mühr-i şerîf var, mühür.
Tebahbah yâ Muhammed ente haysûrun
Tevecceh haysü şi'te fe inneke mansûrun
Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah

yazılı arkasında. O mühürü açdı. O adam kamçıyı atdı ve Peygamber'e sarıldı, başladı öpmeye. Herkes bekliyor. Dedi, "Yâ Resûlallah, benim vücûdumun her bir zerresi bir Ukkâşe olsa sana fedâ ola. Evet böyle bir hâdise oldu ama ben nasıl kalkarım da sana kamçı vurabilirim. Korkuyordum ki ben cehenneme atılayım, senin vücûduna kim el değerse, kim temas ederse, o ateşe yanmaz. Bu korkudan halâs olayım diye bu talebde bulundum ve sana onun için sarıldım" dedi. Ve Resûl-i Ekrem buyurdu ki, "Ehl-i cennetden birini görmek istiyorsanız işte bu zâtı görün" dedi Cenâb-ı Peygamber ve duâ buyurdular. 
Dersimiz de burada bitdi, tamam bu kadar, bu akşamlık kâfî.
Ey Allah! Yâ Allah! Bizi nefs elinde mahkûm etme. Bizi şehvetimizin eşeği, isteğimizin uşağı etme. Bizim zâhirimizi insan kıldığın gibi bâtınımızı da insan kıl. Gönüllerimizden senin sevginden ve senin sevdiklerinin sevgisinden gayrı sevgiyi çıkar. Gönüllerimizi senin sevginle ve sevdiklerinin sevgileriyle tezyîn et, süsle. Kalblerimizi nûrunla nûrlandır ve nazarın ile sürûrlandır. Müşküllerimizi hall ü âsân eyle. Bizleri sana varan yol üstünde sâbit-i kadem et. Ayaklarımızı doğru yoldan kaydırma. Çok nimetler verip azdırma. Az nimetler verip gezdirme. Mâlik olduğumuz emlâkimizi senin yoluna sarfedelim. En hayırlı mâl senin yoluna infâk olunan mâldır. Birbirimizi sevdir. Birbirimizi saydır. Birbirimizin hak ve hukûkuna riâyet etdir. Bize insanlığımızı bildir. Senin ismini zikretmekden zevk ver. Cemâlinden yetmiş bin perdeyi çâk et. Cemâl-i bâ-kemâlinle bizleri mütelezziz eyle Yâ Rab. Bu mescide uzakdan yakından gelip bizi dinlemek lutfunda bulunan şu cemâati azîz et. Bizleri Habîbin Muhammed'ine bahşeyleyip nâr-ı cahîminden âzâd eyle. Bizi cehennem ateşiyle değil aşk ateşinle yak yâ Rab, kerem ateşinle yak yâ Rab , rahmâniyyet ateşinle yak yâ Rab. Ey Nûr! Bizi nûr eyle. Gözümüzü kulağımızı diğer a'zâ ve cevârihimizi, önümüzü, ardımızı, sağımızı, solumuzu, üstümüzü, altımızı nûr et. Gönüllerimizde gizli bulunan murâdât-ı hayriyyemize nâil eyle. Dergâh-ı İzzet'ine açılan bu elleri boş çevirme. Korkduklarımızdan emîn eyle. Bizi tevhîd kalesinde mahfûz eyle. Duâlarımızı kabûl eyle. Bizleri buradan boş çevirme. Sen kelîmin Mûsâ'ya "Merkebinin yemini dahî benden iste" buyurdun, biz de senden istedik yâ Rabbi. Bizi boş çevirme. Bizden hatâ senden atâ. Bizden istemek senden vermek. Biz zayıfız sen kavîsin. Biz fakîriz sen ganîsin. Biz kuluz sen Allah'sın. Senden başka ilâh yok. Sen varsın, birsin, şerîkin, nazîrin, benzerin, ortağın yok. Seni zikredeni sen zikredersin. Sana yürüyerek gidene sen koşarak gelirsin. Allah diyeni mahrûm etmezsin. Bizi de mahrûm etme yâ Rabbi. Fâtiha!
www.muzafferozak.com

1 yorum: