Sayfalar

6 Nisan 2025 Pazar

Dergâh-ı Şerîf’de Sohbet - 6 Haziran 1983

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Dergâh-ı Şerîf'deki bir sohbetlerinde buyurdular ki :

Bektâşi kayığa binmiş, kayıkçı Karadenizli, denize açılmışlar. Hava bozmuş, deniz başlamış köpürmeye. Bektâşi’nin yüzü sararmış, sular içeri giriyor, tekne batacak diye korkuyor.  Karadenizli dedi, “Allah kerîmdur” dedi, “ne korkaysun” filan demiş Bektâşi’ye. Öyle deyince Bektâşi demiş ki, “Ondan korkuyorum demiş. “Neden?”. “Kerîm’den” demiş, “istermisin bizi balıklara ikrâm etsin!”

Bugün anlatdım ama gene burada da söyleyeyim bakayım. Hikâye aklıma geldi. Bir Bektâşi hikâyesi ama biz bu hikâyeyi, anlatacağım hikâyeyi yarıya kadar biliriz. Alt tarafını bilmeyiz. Yarıda kesmişler. Öyle değil. Dip tarafı var hikâyenin.

Mısır’a gitmiş Bektâşi. Ayağında ayakkabılar, paşmaklar, delinmiş dibi, parmakları dışarı çıkmış. Tepesinde fâhir delinmiş, güneş içine giriyor. Cübbesi yırtık. Karnı aç. Üstü başı berbat. Geçerken bakmış, bir şey geliyor, halk iki tarafa ayrılmışlar böyle, caddeden altun yaldızlı bir araba, içerisinde bir adam oturmuş, altun sırmalar içerisinde, krallar gibi böyle, kurulmuş. Bektâşi, “Bu Mısır Hidivi mi acaba?” demiş. “Yok” demişler, “hidivin kölesi” demişler. “Allah Allah” demiş Bektâşi şaşırmış. “Hidivin kölesi bu, evet". “Yâ Rabbi” demiş, “ben de senin kulun kölenim yâhu. Şuraya bak, şu hâlime bak” demiş. “Bak demiş hidive de kula nasıl bakılıyor, ben de senin kulunum, bana öyle bak” demiş Bektâşi Cenâb-ı Hakk’a.

Biz buraya kadar biliyoruz hikâyeyi. Şimdi dip tarafı var hikâyenin, güzel tarafı o tarafı.

Aradan zamanlar geçmiş, bakmış bir kalabalık var bir yerde. Bektâşi o kalabalığa girmiş, ne var diye. Bakmış ki o altun yaldızlı arabada dolaşan adamı yatırmışlar siyâset meydanına, tırnaklarını söküyorlar, derilerini yüzüyorlar, diyorlar ki, “Efendinin hazînesini efendin nereye gömdü, haber vereceksin” diyorlar. Devir değişmiş, hidiv düşmüş filan. Diyor ki, “Ben onun kuluyum” diyor, “efendimin ekmeğini yedim, kuluyum, ona ihânet edemem, söyleyemem. Vücûdumun her bir zerresi bir cân olsa, fedâya hazırım” diyor. Ona eziyet cefâ ediyorlar. Bektâşi oradan kaçmış. O gece bir rüyâ görmüş. Demiş ki Cenâb-ı Hakk Bektâşi’ye, “Git kula kulluğu öğren sonra  bana Allahlığı öğret” demiş. “Kula bak kulluğu öğren, sonra bana Allahlığı öğret” demiş.

İşte hikâyenin güzel tarafı bu. Kulağınızda kalsın bu hikâye.

Emin Işık Hocaefendi söz alıp, “Ashâb-ı Kehf’in köpeği var ya, müslümana, mü’mine tekarrübünden dolayı, bu bizim kitâblarda var, mü’mine tekarrübünden dolayı, hizmetinden dolayı Allah kıtmîri Kur`ân-ı Kerîm’de şahıs gibi zikrediyor, şahsiyyet izâfe ederek zikrediyor, 'râbiuhüm kelbühüm, sâdisühüm kelbühüm, sâminühüm kelbühüm' diyor. Amerikalı bir sosyolog, ‘Biz daha siyah beyaz meselesini halledemedik, Kur`ân-ı Kerîm 1400 sene önce köpeği bile şahsiyyet izâfe ederek, ona değer atfederek zikrediyor’ falan diyor” deyince Efendi Hazretleri “Çok güzel” buyurdular ve ilâve etdiler:

Ve cennete girecek. Ashâb-ı Kehf’e kelb olduğu için cennete girecek. Bir sır söyleyeyim mi sana? Ashâb-ı Kehf’e, veliyyullaha köpek olduğu için kelb, kelb olduğu hâlde, evliyâullaha kelb olmasından dolayı cennete girecek. Fakat kelb olarak cennete girmeyecek. Kur`ân’da “kelbün yelhes” diye bir şey vardır. Belam ibn Baûrâ nâmındaki bir adam, onu Allah kelb sıfatına sokup nâra koyacakmış, Kıtmîr'i onun sıfatına sokarak cennete koyacakmış. Bunu da ben mühim bir evliyâullahdan okudum. Hatırıma getirdin benim. Belam ibn Baûrâ nâmında bir Benî İsrâil evliyâlarından birisi, mürîdleriyle semâda uçardı. Hazret-i Mûsâ’ya âsî oldu, Peygamber’e gitmedi. Ondan tard olunmuş. Onu Cenâb-ı Allah kelb diye Kur`ân’da  zikrediyor, köpek diye. Kıtmîr'in şeklini ona vererek nâra koyacak, onun şeklini Kıtmîr'e vererek cennete koyacak diyor. Mühim bir veliyyullahın kitâbında gördüm. Bir sır da o. Kulağınızda bulunsun.

O kadar hakkı var köpeğin be. Cenâb-ı Hakk köpeği cennete alsa da hakkı var. Köpekde sekiz sıfat vardır, sekizincisi berbatdır. Yedi sıfat bir insanda bulunsa kâmil insan olur. Bir çok ehlullah, o mertebeye ermelerini, kelbden aldıklarını söylüyorlar kendileri, “Köpekden ilhâm alarak” yapdık diyorlar. Kedi ve kelb. Kedi, rızyı ilâhîyi nazar bakımındandır. Çünkü “Nasıl ki” diyor, “deliğin ağzında dura dura kedi, fareyi çıkartır” diyor. Hakîkaten öyledir. Bekler o orada. Bir saat, iki saat, beş saat, on saat, o fareyi çıkarır o delikden. “Nasıl kedi fareye bakarsa, biz de Hakk’ın rızâsını öyle bekledik ve öyle aldık” diyorlar.  Kediden almışlar. Kelbde de yedi sıfat var ki insanoğlunda bulunursa o kişi kâmil kişi oluyor. Sekizinci berbat. Onu da başka şeye temsil ederler, inşâallah başka zaman söylerim. Şimdi söyleyemem.

Emin Işık Hoca yeniden söz alarak, “Hazret-i Mevlânâ da, اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ inne enkere’l-esvâte ke savti’l-hamîr âyetini şerh ederken, diyor ki “Eşek iki şey için anırır. Bir yem için. Bir de dişisini gördüğünde, şehvet için. Allah aslında sesinin çirkinliğinden dolayı değil, hangi şey için anırmasını yani şehvet  ve gıdâ için yalnız yiyecek ve şehvet için anırmasından dolayı, اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ inne enkere’l-esvâte ke savti’l-hamîr buyurmuşdur diyor” deyince Efendi Hazretleri "Daha sıfatları vardır merkebin. İnadçıdır. Az yer" buyurdular. Emin Hoca, “Sabırlıdır, kanâatkârdır” deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Sabır değildir eşekdeki, inaddır. İnad başka sabır başka. Az yer. Temiz yer. İnadçıdır. Nerede tehlikeli yer var oraya gider. Düşmanını görse üstüne koşar. Meselâ kurdu gördü mü eşek, yellene yellene kurda doğru koşar. Uçurumun kenarından gider.

Eşek anırınca, Bektâşi, “sadakallahu’l-azîm” demiş. Öldürüyorlarmış Bektâşi’yi. “Zındık herif! Mülhid herif!” diyerek yaka paça etmişler Bektâşi’yi.  Sonra mahkemeye, kâdının huzûruna çıkarmışlar. Demiş “Kâdı efendi,  اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ inne enkere’l-esvâte ke savti’l-hamîr âyeti var Kur`ân’da” demiş, “onu söyledim ben”. Öyle kurtarmış paçayı, yoksa öldüreceklermiş Bektâşi’yi.

Sonra başka şeyler de var,  bir takım fazîletleri vardır. Bendeniz sayabilirim. Şeytan gidermiş dermiş ki eşeğin kulağına, “Bütün dişi eşekler öldü” dermiş, “Aaaaaaa aaaa aaa” derken, “Bir tâne kaldı” dermiş, “eh eh eh eh” dermiş eşek.

Şeytan gitmiş bir adamın kapısına, tak tak, hava soğukmuş, "Bu gece soğuk, beni evine alsana" demiş. Adam kovmuş Şeytan'ı. Bilmiyor onu, insan zannediyor. O da gelmiş bir kocakarıya, demiş ki, "Vâlide, ben sokakda kaldım" demiş, "beni içeri alır mısın?". "Gel evlâdım" demiş. Kadın bilmiyor Şeytan olduğunu. Girmiş içeri yatmış Şeytan orada. Sabahleyin demiş ki, "Sen fukarâsın" demiş, "ateşin yok, kömürün yok, yorganın yok, yatağın yok" demiş. Eee? "Ben şimdi bir eşek olacağım, bende bazı marifetler var" demiş. "Bir eşek olacağım, beni götür pazara, fakat herkese verme, ben kime ver dersem ona sat beni" demiş kocakarıya. "E peki nasıl olacak" demiş, "olur mu öyle şey". "Olur". Şeytan bir silkinmiş, bir eşek olmuş ama görmeğe değer. Fıkır fıkır bir hayvan. Yerinde duramıyor. Kadın almış onu, götürmüş pazara. Herkes koşmuşlar, almak istiyorlar.

O devirde vesâit olmadığı için ekseri halk eşeklere biniyorlar, beygire binen az. Meselâ buradan çarşıya giden bir esnaf eşekle gidip geliyor çarşıya. Yahud seyislerin atlarına biniyorlar. O devirde vesâit yok.

Geliyorlar, almak istiyorlar eşeği filan, "Satma, satma!", eşek konuşuyor, "satma beni, satma!" derken, "işte geliyor" demiş. O evine misâfir gitmek istediği zenginmiş o, o gelmiş almaya. "Buna sat" demiş. "Dur üzerine bineyim şunun bakayım" demiş adam. Bir binmiş, böyle gidiyor, tıkır tıkır tıkır. Adam bayılmış eşeğe. "Ne istiyorsun teyze?". "Yirmi altın". "Eşek yirmi altın yapar mı?" demiş adam. "Bu yapar, istersen al" demiş kadın. Vermiş yirmiyi almış eşeği. O gün de Hıdrellez günüymüş. Demiş, "Bir Kağıthâne yapayım bununla, herkes görsün beni Kağıthâne'de".

Buradan bir açılmışlar, nasıl gidiyor biliyor musun? Bütün millet bakıyor. Tıkır tıkır tıkır tıkır tıkır tıkır doğru Kağıthâne'ye. Gitmişler, herkes başında eşeğin, toplanmışlar bakıyorlar ediyorlar filan. Demiş, "Ben şuna biraz yem vereyim" demiş, yem bağlamış, yemiyor. "Acaba susadı mı hayvan?" demiş. Orada çeşme var, maslak, açık su akıyor böyle delikden. Oraya götürmüş, su içirmek için. Eşek lüp diye içeri girmiş, maslağın içine. Şimdi bağırıyor adam, "Eşek maslağa kaçdııııı! Eşek maslağa kaçdıııı!" diye. Oradan böyle kulaklarını oynatıyor eşek, maslağın içinde. "Eşek maslağa kaçdııııı! Eşek maslağa kaçdıııı!" diye bağırınca herkes toplanmış. "Nerede eşek?". "Maslakda" diyor. O görüyor, doğru. Ama ötekiler görmüyor. Yakalamışlar haydi tımarhâneye. "Eşek nerede?", "Maslakda", ver odunu. "Eşek nerede?", "Maslakda", ver odunu. Sonra bir ahbâbı gitmiş ziyârete, "Ulan" demiş "eşek maslağa girer mi?", "vallâhi girdi. Yirmi altın ödedim ben ona yâhu" demiş adam. "Girmişdir belki ama" demiş "böyle söylersen buradan ebediyyen çıkamazsın" demiş o arkadaşı. Sordukları vakitde, "Eşek maslağa girer mi de" demiş. Gelmiş doktor, söylemiş, "Eşek maslakda mı?" demiş, "Yok efendim" demiş, "bana öyle bir hâl geldiydi" demiş. "Hah, akıllandı" demişler, bırakmışlar.

Adam doğru Kağıthâne'ye, çeşmenin başına. Yine orada, kulaklarını oynatıyor. "Âh kâfir” dermiş, “ordasın ama söylesem tımarhâneye götürüyorlar”.

Bir şeyh diğer şeyde demiş ki, ”Ben hacca gideceğim, senin dervîşlerinden genç çocuklar var, genç dervîşler var, benimkilerin hepsi ihtiyar” demiş, “yola dayanamazlar ve bana hizmet edemezler”. O vakit yayan gidiyorlar hacca. “Genç dervîşlerinden bana bir dervîş ver, bana hizmet etsin”. “Peki” demiş şeyh arkadaşına, diğer dergâhdan  bir dervîşi göndermiş. “Evlâdım, filanca dergâhın şeyhi hacca gidecek, ona seni refîk ediyorum, beraberce git, sakın şeyhin kalbini kırma, hizmetinde sakın tembellik yapma, kesâlet gösterme” demiş, “hizmet et efendiye” demiş. “Peki” demiş dervîş. 
O devirde zamânımızdaki gibi değil. Şimdi dervîşlik filan yok, ismi dervîş bizimkilerin. 
Gelmiş delikanlı, efendiyle beraber yola düşmüşler. Yolda giderken, ”Oğlum, senin ismin ne bakayım?” demiş. “Efendim Ahmed oğlu Mehmed” demiş. Bir daha efendi konuşmamış onunla. Hizmetine bakıyor, su getiriyor, ekmek alıyor filan. Gitmiş gelmişler. Efendisine mektûb yazmış, “Dervîşinde âfât-ı lisân var, kendisine ismin ne diye sordum, Mehmed diyeceği yerde Ahmed oğlu Mehmed dedi. Çok konuşuyor, bunun dilini kes” demiş.

Efendi Hazretleri, bir dönemin meşhûr hâfız ve mevlidhânlarından Hâfız Osman'ın ibretlik hikâyesini şöyle anlatdılar :

Tutmuş Mevlid’e nazîre yazmış. Şâriliği vardır biraz onun. Meyhânede bunu okumuş. Kendi anlatdı bana. Kendinden dinledim :
Ey azîzân lutfedeniz sâkiye
Aşk ile biz başlayalım râkıye
filan böyle yazmış kendisi.
Gerçi kitâbda şerâbın ismi vâr idi
Rakı geldi anı berbât eyledi

filan filan filan, böyle bir şeyler. Yazmış böyle, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine nazîre olarak ve meyhânede okumuş. Sesi de gâyetle güzel, mûsıkîşinâs. Hafız Kemal'in çırağı idi.

Antreparantez, oturuyorlarmış bir takım insanlar böyle içlerinde bir de mecûsî varmış. Mecûsî yani ne diyorlar ona, budist. Bir adam gelmiş demiş ki o toplu olan halka, “Ben hâfız-ı Kur`ân’ım, bana yardım edin” demiş. Müslümanlar keselerine saldırmışlar ona yardım etsinler diye. Orada bir mecûsî demiş ki, müslümanlara hitâb etmiş, o meclisde bulunanlara, “Bu adam  yâ hâfız değil, veyâhud da sefih” demiş. Durdurmuş o adamı, hâfızım diyeni. “Bu adam hâfız değil. Yâhud hâfız ama sefîh” demiş. “Neden diye sorarsanız” demiş, ”ben mecûsîyim” demiş, “budistim ben” demiş, “bir yaprak Kur`ân-ı Kerîm buldum bir yerde, aldım onu götürdüm, evimin duvarına asdım” demiş, “levha yapdım asdım” demiş, “yazısı güzel, tezhîbi var filan. Hakk Teâlâ o günden sonra bana fakr u zarûret göstermedi” demiş. “Ben bir mecûsî iken Dîn-i İslâm’dan ayrı olduğum hâlde, Kur`ân’a hürmet etdiğim için Allah beni azîz kıldı, bu adam hâfız-ı Kur`ân olur da böyle elini açar mı?” demiş. Hakîkaten sonra tahkîkât yapmışlar, o adamın hâfız olmadığı meydana çıkmış. Mühim bir kitâbda gördüm ben bunu. 

Şimdi, Hazret de, hâfız-ı Kur`ân ama sefîh. Mevlide gitmez, hatime gitmez, akşam oldu mu içki içmeye gider. Dilenir sonra, beni çağırır, "Efendi bana elli lira ver" der yâhud "Bana biraz odun alın" der. Biz de sağa sola söyleriz, veririz filan, bu şekilde. Halbuki bir kaç tâne apartman var sesinde. Hem tavrı güzel, hem okuyuşu güzel. Onun yüzünden Hâfız Burhan’la kavgalı gitdik âhirete, dargın gitdi bana. Kimseyle dargın gitmedik âhirete, iki kişi vardı dargın gitdim âhirete. O kadar güzel okuyor, fevkalâde!

Bunu yapmış, ertesi günü Süleyman Çelebi'yi görmüş. Kendi anlatdı. Kendisinin anlatdığını naklediyorum şimdi, o âhiretde, ben dünyâda. Rüyâsında Süleman Çelebi gelmiş, "Sana ben göstereceğim!” demiş, “Mevlid’ime nazîre yapıp meyhânede okumanın ne olduğunu sana ben göstereceğim!" demiş ona. Sabahleyin bir kalkmış Osman, yüz, göz, el, ayak, böyle fincan gibi yara. Bütün vücûd, tepeden tırnağa kadar. Geldi bana dedi, "Yâhu ben bir hatâ etdim, tövbe etdik ama iş işden geçdi". "Ne oldu?". "Böyle böyle, ben Mevlid'e bir nazîre yapdım, meyhânede okudum” dedi, ”o gece Süleyman Çelebi geldi, bana böyle söyledi, sabahleyin kalkdım, her tarafım böyle oldu". Ve ölesiye kadar devâm etdi vücûdunda ve ciğerlerinde. Ve öyle gitdi.

Emin Işık Hoca, “Günahı affediyorlar da küstahlığı affetmiyorlar” deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Edeb lâzımdır. İslâm da islâmiyyet de hıristiyanlık da yahudilik de mecûsîlik de hepsi edeble kâimdir. Onlar dîn değil mezhebdir. “اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ inne’d-dîne indallihi’l-islâm”dır. Cenâb-ı Hakk Kur`ân’da böyle ilân etdi. Fakat böyle olduğu hâlde, hepsinde edeb aranır, edeb bakarlar. Bir çok edebli gayr-ı müslim, edebli olduğundan dolayı îmân ile göçmüşdür.

Ez cümle, işte gene bir mecûsî, kitâblarda okudum ve yazdırdıydım, gazetede neşretmişlerdi filan. Bir Ramazan günü mecûsînin çocuğu eline ekmek almış. Bağdad’da mecûsîler varmış o vakit. Oralarda bulunuyormuş. İran yakın olduğu için. Ekmeği almış sokağa çıkmış çocuk. Mecûsî çocuğu elinde ekmekle görünce yakalamış. Ensesine bir tokat atmış, “Gir içeri! Müslümanlar oruçlu” demiş, “git içeride ye” demiş. O adam ölmüş, Bağdad’ın ileri gelen evliyâsı, bu adamı cennetde görüyorlar. Behram isminde bir mecûsî. Diyorlar ki, "Cennete mecûsî girmez. Gayr-ı müslim girmez bir defa evveliemirde. Meğer ki Resûl-i Ekrem’in ismini işitmeye. Sen ne arıyorsun cennetde?" diye sormuşlar. Diyor ki, “Ben ölüm ânına kadar mecûsîydim, tam Melekü’l-Mevt geldi benim rûhumu kabz etmeğe, Cenâb-ı Hakk kendisine vahyetdi ki, ben işitdim diyor, onun rûhunu mecûsî olarak kabzetmeyin, islâm ile müşerref olsun, ona hidâyet vereceğim, onun rûhunu öyle kabzedin. Zîrâ o benim Ramazan’ıma ve mü’minlere hürmet etdi. Edeb gösterdiği için ben de ona îmân tâcını verdim dedi” diyor. “Ben islâm ile müşerref oldum” demiş rüyâsında adam. Mühim kitâblarda gördüm.

Edeb meselesi çok mühimdir. Hazret-i Muhammed Nakşibendî de öyle söylüyor. Bir hâl gelmiş Nakşibendî Hazretlerine, çırılçıplak şeyhin huzûruna girmiş. Hâl gelmiş kendisine, o vaziyetde girmiş şeyhin huzûruna. Şeyh, “Kaldırın atın bunu dışarı, terbiyesiz herifi”. Muhammed Bahâeddin Nakşibendî’yi kaldırıp atmışlar sokağa dervîşler.

Bunu anlatırken başka şey aklıma geldi. Bizim Necmeddin Efendi’nin tekkesi var ya, Özbekler Dergâhı, orası çok havadar, güzel, boğaza doğru filan. Bektâşi, gitmiş oraya, tekkelerin açık olduğu zamanda, bahçeye girmiş, orada içki içiyormuş. Şeyh Sâdık Efendi çıkmış dışarıya, bakmış Bektâşî orada demleniyor. Görünce şeyhi, “Şeyhim” demiş, “müsâade et demleniyoruz burada”. “Valla oğlum bana göre bir şey değil ama” demiş, “bizim sofular dışarı bir çıkarsa, sana bir dem yaparlar burada, her tarafın dem olur”.

Yaka paça atmışlar Hazret-i Bahâeddin Nakşibendî’yi dışarı. “Sonra aklım başıma geldi” diyor Hazret-i Şeyh. “Anladım ki diyor, edebsiz olarak huzûr-ı şeyhe girilmeyecek”. Ne huzûrullaha girilir, ne huzûr-ı şeyhe. ”Giyindim, terbiyemi takındım, aklımı başıma aldım geldim, Hazret-i Emîr’in kapısına secde etdim. Tâ be seher!” diyor. Şeyh’in kapısına gelmiş secde etmiş eşiğine. “Sabah namazını kılmak üzere Hazret-i Şeyh dışarı çıkdı” diyor, Hazret-i Emîr. “Bakdı ki beni orada secdede gördü, demiş ki, ‘Bu edeblenmiş, bunu alın içeriye, bunun yarasını beresini sarın, sırtını da giydirin’ demiş, içeri aldı. Anladım ki edeble giriliyor huzûr-ı şeyhe” diyor. “Ama” diyor, “benden sonra çok edebsizlik yapan oldu benim gibi” diyor,” sabaha kadar Şeyh’in kapısında kimse beklemedi Şeyh’i” diyor.

Edeb lâzımdır. Onun için bak orada “Edeb Yâhû” yazılı. 

Latîfe câizdir ve Resûl-i Ekrem de latîfeyi severler. Ama latîfe latîf gerekdir. Ve Hazret-i Ali kerremallahu vecheh de latîfeyi sever. Âl-i Muhammed de. Ve ehlullah da evliyâullah latîfeyi seveler. Yani zühd-i bârid sâhibleri değillerdir. Hattâ birine sormuşlar da, “Niçin zâhidler böyle yüzleri asık oturuyorlar?” demişler. Bu Emin Efendi’ye çok yarayacak, anlatacağım hikâye. “Zâhidler niye böyle yüzleri asık oturuyor?” diye sormuşlar şeyhe.  Demiş ki, “Gideceği yeri görüyor” demiş, “onun için suratı asılıyor, cehenneme gidecek çünkü” demiş. “İdama giden adam idam sehbâsını görünce yüzü güler mi? Gülmez. Onun için cehennemi görüyorlar, onun için böyle oturuyorlar. Biz cenneti görüyoruz, onun için gülüyoruz” demiş.

Ama latîfe latîf gerek. Efendimizin, latîfeleri var Cenâb-ı Peygamber’in. Hattâ laf aramızda Allah’ın da latîfesi vardır. Allah da şaka yapar bazı dervîşlerle. Aldanmamalı yani. Üzer adamı bazen. Latîfdir ve latîfe eder Cenâb-ı Hakk, şaka yapar yani. Cümbüşler. 

Hattâ bir zât-ı muhterem, gece hep ibâdet tâatda çok fazla takvâsı ve verâsı varmış Hazret’in, sabahlara kadar filan böyle. Bir gece demiş ki, “Ne yaparsan yap, cehenneme gideceksin” demiş. Bozulmuş adam, doğru şeyhine gitmiş. Şeyhi hayatdaymış. Gitdi, şeyhinin ayaklarına kapandı, “Böyle böyle ben geceleri sabahlara kadar evrâd u ezkâr okuyorum, ibâdet yapıyorum” dedi, “şeyhim, bana böyle böyle hitâb olundu, ben bu hitâbı duydum” dedi. “Lafsız, cihetsiz, savtsız, elfazsız, hitâb olundu bana”. Demiş ki, “Git ibâdetine bak sen. Seninle o şaka yapmışdır” demiş. Şaka yapar bazen.

Efendimizin de şakaları var. “Kocakarılar cennete giremez” demiş Cenâb-ı Peygamber. Yaşlı bir kadın bunu duymuş, ağlamış sabaha kadar. Sonra sabahleyin kocası Hazret, radıyallahu anh, mescide gelmiş, demiş, “Yâ Resûlallah, dün böyle buyurmuşsunuz, bizim kadın sabaha kadar ağladı, gözüne uyku girmedi”. Demiş, “Kocakarılar cennete girmeyecek” demiş Cenâb-ı Peygamber. Kadın da orada, yaşlı kadın. Ağlaya ağlaya sabaha kadar. Cenâb-ı Peygamber buyurmuş ki, “Git ona selâm söyle, kocakarılar kocakarı olarak cennete gitmeyecekler, on sekiz yaşında genç kız olacaklar” demiş.

Gene Cenâb-ı Peygamber’le İmâm-ı Ali, hurma yiyorlarmış karşılıklı. Yerken hurmayı, Efendimiz yediği hurmanın çekirdeğini Hazret-i Ali’nin önüne sürmüş. Efendimiz’in önünde hiç çekirdek yok. İmâm-ı Ali Efendimizin önünde de çekirdek dolu. Cenâb-ı Peygamber buyurmuş, demiş, “Yâ Ali, ne kadar çok hurma yedin, ne kadar çekirdek var önünde” deyince, “Yâ Resûlallah, siz gâliba hurmaları çekirdeğiyle yutdunuz” demiş.

“Resûl-i Ekrem’e kaç defa Cebrâil nâzil olduysa bana iki defa geldi” demiş. “Nasıl olur?” demişler. “E şehrin kapısı değil miyim?” demiş. “Bir defa girerken, bir defa çıkarken” demiş.

Gene geldi bu akşam Bektâşi hikâyesi.

O Çakmakçılar Yokuşundan aşağı iniyormuş Bektaşi, Vâlide Han'ın oraya. Başında da fâhiri eskimiş. Bir külah ver de taklidini yapayım. Arakiye ver bir tâne. Erimiş Bektâşi’nin külahı, fâhirin tepesi filan yırtık. Giderken kalbden nidâ-i hafî ile Cenâb-ı Hakk’a münâcâtda bulunmuş. Demiş, “Yâ Rabbi, şimdiye kadar senden hiçbir şey istemedim, den de istemeyene vermiyorsun gâlibâ” demiş, “başımda bir fâhir de kalmadı, delindi” derken, yukarıdan adamın birisi topatan kavunu yemiş, ortasından kesmiş böyle, içini kaşıkla oymuş, kavunu bitirmiş, kabuğunu aşağı atınca Bektâşi’nin kafasına  geçmiş kavun. Konuşurken böyle. “Çok şükür Yâ Rabbi” demiş, bir de almış bakmış kavun kabuğu, “Al sen bunu Cebrâil’in başına giydir” demiş. Tövbe Yâ Rabbi tövbe estağfirullah. “Sen bunu al, Cebrâil’in başına giydir”.

Yokuşun başında bir türbe. Dik bir yokuş, yokuşun başında bir türbe. Gelmiş Bektâşi oraya, “Himmet erenler” demiş, “Ben ihtiyarım, yaşlıyım, yorgunum, görüyorsun hâlimi” demiş, “izâ tehayyertüm fi’l-umûr festeînü min ehli’l-kubûr, bu yokuşu ben çıkamam” demiş, “bana bir himmet et de bir binek gönder” demiş. Der demez, daha laf bitmemiş ağzında, “Heeeyt erenler!” filan. Arkasını dönmüş, bakmış bir sipâhi. Belinde koca bir gaddâre. Kısrak doğurmuş. Demiş, “Bu kısrak yürümüyor, yeni doğdu, bunu yüklen, tepeye çıkaracaksın” demiş, “kendi başına çıkamaz bu”. Bektâşi, almış tayı omuzuna, çıkıyor yukarı, hem de geriye bakıyor böyle, türbeye doğru, “Evliyâ olmasına evliyâsın ama lafı götünle dinliyorsun. Ben bir hayvan istedim bineyim diye, sen hayvanı bana bindirdin yâhu!”.

Bir Bektâşi Hakkı Efendi vardı, Bektâşi Hakkı. Bizim Çarşı’da. Şâribü’l-leyli ve’n-nehâr. Benim ağabeyim İstanbul’un fırtınalarından, onu bir vartadan kurtarmış. E tabii ben o sözü söylemeyeceğim, gelir bana, “Molla Efendi, benim size borcum var” der. Böyle gelir takılır bana, şaka yapar. Ama efendi bir adam. Ağzına içer yani öyle kimseye zarar versin, küfür etsin filan yok. Şen, şâtır böyle, sırf kendi nefsine zararı var. Gelir bana, her gün mutlakâ gelir uğrar. Çarşı’nın da kapısında bunlar. Bir tarafda Aşçı Hâfız var, meşhûr Aşçı Hâfız, soyadı anlamaz. Hakkı Efendi de tenekeci, üstüne yazmış, dinlemez. Soyadı almış. O anlamaz, bu dinlemez, karşılıklı. Derdi ki bana, “Molla Efendi, benim ölümüm bu Çarşı’yla beraberdir” derdi. “Benim ecelim bu Çarşı’yla” derdi. Çarşı uzarsa ben uzarım, dururum, Çarşı yıkılırsa yıkılırım, ölürüm. Hakîkaten de Çarşı yıkıldı, Çarşı’nın yıkılmasından üç gün sonra hakkı Efendi yürüdü.

Cenâzesine gidiyoruz, Bahariye’ye gömdüler onu, Karyağdı’nın altına. Giderken Bektâşiler hikâye anlatıyorlar yolda, otobüsde. Otobüsle gidiyoruz. Karyağdı’daki Bektâşilerin birisi o Piyer Loti var ya, orası, orada Karyağdı Tekkesi var, oradan aşağı eşeği kaçırmış Bektâşi. Bektâşiler anlatıyorlar o gün. Yakalamış erenler, eşeği yukarı çekmeğe çalışıyor. Felâket aşağısı, uçurum. “Himmet erenler, himmet erenler”. Himmet istiyor evliyâullahdan, eşeği yukarı çekecek.  Bir bakmış çekemiyor yukarı doğru. “Savulun erenler” demiş, bırakmış eşeği. O gün anlatıyorlardı cenâzede.

Bir tânesi de çekmiş kafayı, gece yol karanlık, elinde fener, basdığı gibi o yokuşdan aşağı yuvarlanmış. Bahariye’ye kadar dik böyle orası. Zâten bu tarafı cellad mezarlığı. Hem aşağı iniyor, hem bağırıyor, “Yâ Ali yetiş! Yâ Ali yetiş!”. Bahariye’ye inmiş, beli bir taşa vurmuş, küüüüt diye, kalkmış ayağa, “İster yetiş ister yetişme” demiş. O gün anlatıyorlardı cenâzede Bektâşiler.

O Karyağdı Dergâhının şeyhi, gelmiş Bahariye Dergâhına, Mevlevî Dergâhına. Şeyh Efendi’yle konuşuyorlar. Sırayla neyler duruyor böyle. “Şeyh Efendi” demiş, “biz bir kamışla uğraşamıyoruz, siz bu kadar kamışla nasıl uğraşıyorsunuz?” demiş Bektaşi şeyhi Mevlevî şeyhine. “Biz bir neyle uğraşamıyoruz, sen bu kadar neyle nasıl uğraşıyorsun?”.

“Efendi Baba” demişler Bektâşi’ye, “Efendi Baba, senin baldızı Cenâb-ı Allah aldı” demişler. Ölmüş baldızı Bektâşi’nin, başsağlığı diliyorlar. “Baldızı Allah aldı, başın sağ olsun”. “Öyleyse bacanak olduk” demiş.

Emin Işık Hoca, “Bir Hâfız Baba varmış orada da arasıra imâmete geçermiş” deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Ben anlatdımdı. İmâm Efendi izin alacakmış. Hâfız Baba aşağı inermiş, Eyüb’e, orada mukâbele okurmuş Hâfız Baba. Namaz kılmadan çıkarmış yukarıya. Oranın şeyhi. Hâfız-ı Kur`ân kendisi. İmam Efendi, izin istemiş evkafdan. Demişler, “Yerine bir imam bul, sana izin verelim” demişler. O da Hâfız Baba’ya gitmiş, “Benim yerime namaz kıldırır mısın?” demiş. “Kıldırırım” demiş. O da gitmiş demiş ki, “Yukarıda Karyağdı Dergâhı şeyhi var, Hâfız Baba”, “Evet”, “O benim yerime namaz kıldıracak”. “Olur” demişler, “belki namaza alışır Hâfız Baba” demişler. Evkaf memnûn olmuş. Bektâşi babası namaz kılacak, namaz alışır belki filan. Neyse Akşam namazına gitmiş halk, Hâfız Baba gelmiş namaza, kâmet getiriliyor, kad kâmeti’s-salah, kad kâmeti’s-salah. Hâfız Baba dönmüş cemâate doğru böyle, arkası kıbleye doğru, “Allahuekber”. Millet şaşırmış kalmış. “Efendi, olmaz böyle namaz” demişler. “Yâhu niye olmasın, imamın kıçına karşı duruyorsunuz da benim yüzüme karşı niye durmuyorsunuz?” demiş. Sonra, “Haydi sizin bildiğiniz gibi kıldırayım” demiş, kıldırmış namazı.

O Hâfız Baba’nın, pişmânım satdığıma, şeceresi benim elime geçdi. Bektâşi şeceresi. Sonra Avrupalılar aldılar.

Fahreddin Efendi’nin bendegânından bir zât, “Merhûm Efendim kırk sene sabah namazına Hazret-i Halid’e indiğini söyler” deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Ben bilmiyorum, işte anlatdıkları hikâye böyle. Mukâbele okuyup gidiyormuş. 
Bir takım Bektâşilerin kafasında Hazret-i Hâlid ibn Zeyd’e karşı adâvetleri vardır. Bilmezler Hâlid ibn Zeyd kimdir. Şimdi ben konuşayım biraz. Mâdem soruyorsun, açdın bana. Kılmazlar Eyüb’de namaz. Câhildir ekserisi. Echeldir hattâ. Şîa dahi Hazret-i Hâlid ibn Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî’yi kabûl eder, sahabeliğini. Ve Resûl-i Ekrem’in akrabâsıdır, dayısı oğludur. Bektâşîler derler ki, Yezid'le geldi diye, câmisine uğramazlar. Ama bilmezler ki şîa dahî, şîa yani, şîa, Hazret-i Hâlid'in sahâbe olduğunu kabûl ede. On yedi sahâbe kabûl eder şîa, diğerleri irtidâd etdi der, onların itikâdına göre.

Emin Işık Hoca,  tam burada söze girip, “Aynı şekilde, nereden kalmışsa, rahmetli  Midhat Bahârî Bey, o da Bahariyye'den ya, Hüseyin Fahri Dede'nin çırağı, aklında kalmış böyle bir şey. Şiî filan da değil, sünnî, Mevlevî. Sonra ben şeyin kitâbında gördüm, bu bizim Hacı Cemâl Efendi vardı ya Beşiktaşlı, Alasonyalı, Eyüp Sultan diye kitâb yazdı, orada gördüm, Hazret-i Hâlid, bütün hayâtı boyunca İmâm-ı Ali'den bir sâniye ayrılmamış” deyince Efendi Hazretleri, “İmâm-ı Ali’nin hilâfetine taraftar olan adam, yani Ebûbekir’in hilâfetini kabûl etmiyor” buyurdular. Emin Hoca, “Sıffîn’e iştirâk etmiş efendim” deyince, Efendi Hazretleri, “Tabii. Şîa kabûl ediyor, şîa!” buyurdular ve şöyle devâm etdiler :

Kabir ziyâreti, ondandır. Cenâb-ı Peygamber'in defninde bulunamamış, gelmiş, Cenâb-ı Peygamber’in türbesine sarılmış, ağlamış, sızlamış filan. Ondandır ziyâret yani. Bilmiyorlar, buğz ediyorlar. Çünkü orada bulundum bir Bektâşi topluluğunda. Biri duâ etdi, Bektâşi babalarından birisi. Hazret'in ismini  anmadı yâhu! Câhil adamlar, bilmezler. Halbuki bilmiyorlar ki, kimse bilmiyor, bak onu da ben haber vereyim size. Hazret-i Hâlid'le berâber İmâm-ı Hüseyn de beraber geliyor buraya. Hazret-i Hüseyn buraya geliyor, Kağıthâne köyünde oturuyor Cenâb-ı Hüseyn, harbe iştirâk ediyor geliyor. Zâten Hazret-i Hüseyn, Muaviye zamânında isyân etmedi, Yezid zamânında isyân etmişdi. Muaviye de buraya oğlu Yezid'i göndermedi, Mahleb'i gönderdi. Ordu önce Mahleb kumandasındaydı. Sonra kendi yerine Yezid'i veliahd gösterince avânesi dediler ki, "Yezid'i İstanbul üzerine gönder ki ihtilâf kalmasın, İstanbul feth olunursa, ve le ni'mel emîr'e girer" dediler. Onun üzerine gönderdi Muaviye buraya Yezid'i. Onun zamanında beş sefer gelindi. Evvelâ Mahleb’i gönderdi buraya. Mahleb geldi muhâsara etdi. Ve dediler ki, “İhtilaf çıkmasın senden sonra, oğlun Yezid’i velîahd göster” dediler. Fetih nasîb olursa pâye alacak, “ve le ni’me’l-emîre girer” dediler, “o vakit ihtilaf kalkar” dediler. Onun üzerine buraya Yezid’i gönderdi.

Buhârî-i Şerîf’in beyânına göre, zât-ı âlîniz görmüşsünüzdür, Hazret-i Hâlid ibn Zeyd, Yezid'i çağırıyor,huzûruna alıyor diyor ki, "Ben buraya mâl-ı ganâim için gelmedim, Resûl-i Ekrem 'İçinizde en hayırlınız, İstanbul surlarına yakın olarak gömülendir' dedi, bu hadîse mazhar olmak için buraya geldim" diyor. İki rivâyet var. Bir rivâyete göre şehîddir, diğer rivâyete göre karın ağrısından vefât etmişdir. Yani ya esas şehîddir ya da hükmî şehîddir Hazret-i Hâlid ibn Zeyd. İki rivâyet vardır. Mür’i’t-Tevârih’e göre şehîddir. Buhârî'nin beyânına göre, karın ağrısındandır ki karın ağrısından ölenler, şehîd sayılırlar. Hem de gurbetde zâten, seferde zâten. “Ben” diyor, “işitdim ki Resûl-i Ekrem’den, İstanbul surlarına en yakın olan yere beni gömünüz. Ben buraya mâl-ı ganâim için gelmedim” diyor, Yezid’e öyle söylüyor, “Bana bir emr-i Hakk vâki olursa, beni alâ kader’il-imkân İstanbul surlarına yakın bir yere gömünüz" diyor ve vefât ediyor. O gün harb kesiliyor, harb etmiyorlar. Bütün sahâbe, yani İstanbul'un muhâsara eden sahâbe, yani asker, sahâbe var tâbiîn var içinde, hepsi cenâzeye iştirâk ediyorlar. Çünkü mühim bir zât-ı muhterem. Kral bakıyor, “Nedir bu, bunlarda bir şey var ama mühim bir şey var”. Tekfur Sarayından bakıyorlar. Cenâze getiriliyor, cenâze. Görüyorlar, “Cenâze var” diyorlar. Sonra haber salıyor Yezid’e. Yezid gömdürüyor Hâlid ibn Zeyd’i, üzerinden süvârîleri geçiriyor, toprak dümdüz olsun, kabrin yeri belli olmasın diye. Onun üzerine kral, Yezid'e haber salıyor. Buhârî'nin beyânı böyle. “Sen duhât-ı Arab’dan Muaviye’nin oğlusun. Siz bu şehri alamayacaksınız ve buradan gideceksiniz. O vakit ben sizin hürmetle gömdüğünüz ölünün kabrini açdıracağım, cesedini köpeklere yedireceğim" diyor kral. Onun üzerine Yezid cevâb veriyor, mukâbele ediyor, "Eğer sen bu ölünün kabrine ya da taşına bir hakâret edecek olursan, ben Anadolu'da ve Suriye'de ve Irak'da ve Filistin'de bir tek çan sesi bırakmam, bütün kiliseleri hâk ile yeksân ederim, bütün hıristiyanları kılıçdan geçiririm" diyor. Onun üzerine kral diyor ki tekrardan, "Benim ölüye hürmetim vardır. Bu ölen kişinin islamlar arasındaki kadr-i vâlâsının ne olduğunu öğrenmek için böyle bir şey yapdım. Ben de kendisine hürmetkârım, katiyyen böyle bir şey yapmam ben" diyor. Ve çıkıp gidiyorlar.

Buradan gitdikden sonra islâm orduları, gene biz şeye gelelim, nedir o, meşhûr seyyah İbn Battuta, diyor ki İbn Battuta, “Ben geldim” diyor, “bir türbe vardı, tek kandil yanıyordu, Hâlid ibn Zeyd’in türbesi duruyordu” diyor. Daha islamlar almamışlar, Bizanslılar yapmışlar. “Tek kandil yanıyordu ve hıristiyanlar yağmur duâsına gelip orada yağmur istiyorlardı Allah’dan, o türbede” diyor. Sonra zamanlar geçmiş üzerinden, Latinler gelmiş Avrupa’dan, ehl-i salîb yıkmışlar türbeyi, mürbeyi, hâk ile yeksân etmişler.

Sonra Hazret-i Fâtih zamânında işte, geldiği vakitde, Akşemseddîn Hazretlerine diyor ki, "Şeyhim, burada bir sahabe vardır, bu sahabe, ileri gelen sahabelerdendir, Hazret-i Peygamber'in dayısının oğludur”. Hazret-i Âmine'nin akrabâsı, ensârdan çünkü kendisi. “Onun kabrini bulabilir misin?" diyor. "Bulurum" diyor, geliyor Hazret-i Şeyh, keşf ile buluyor yerini. Akşamdan işâret koyuyor. Ağaç dikiyorlar. Yerini gösteriyor. Gece Fâtih adam gönderiyor, o ağaçları oradan aldırıyor, başka yere dikdiriyor. Üç adım bu tarafa yâhud beş adım bu tarafa filan. Sabahleyin geliyor Şeyh Efendi,  "Allah Allah” diyor, ”kim bunları yerinden kaldırmış?" diyor, alıyor tekrar eski yerine getiriyor koyuyor. Ve kazıyorlar, kûfî yazı ile "Hâzâ Kabri Hâlid ibn Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensâri" diye bir ibâre buluyorlar. Açıyorlar makbereyi. Olduğu gibi duruyormuş içerisinde kendisi. Akşemseddîn Hazretleri iniyor evvelâ öpmek için ayaklarını. Öpüyor Akşemseddîn ayaklarını. Hazret-i Fâtih iniyor arkasından öpmek için, ayaklarını topluyor. Öyle diyor benim okuduğum kitâb. Topluyor. Ve Fâtih bozuluyor yani “Acaba bana niye öpdürmedi?” diye. Sonra çıkıyor Şeyh Efendi diyor ki, "Onlar geldiler İstanbul'u feth edemediler, siz 've le ni'mel emîr'e girdiniz, size edeben ayağını vermedi, bak bana öpdürdü" diyor. Böyle tevîl ediyor. İşte oraya bir türbe yapıyorlar. O iki ağaç var ya ortada, işte o yerini değişdirdikleri yer orası. Şebeke içinde iki ağaç dikmişler, iki ağaç var.

Yalnız sana bir kitâb vereceğim, Eyüp hakkında Menâkıb-ı Hâlidiyye diye bir kitâb. Verdim mi bilmiyorum sana ben. O kitâbı okumak lâzım. Hazret-i Hâlid hakkında, Menâkıb-ı Hâlidiyye diye bir kitâb var böyle, o kitâbı okumak lâzım, târihçilerin de okuması lâzım. Bilmiyorlar târihçiler. Meselâ Haçova Muhârebesine gidildiği vakitde, Resûl-i Ekrem’in emriyle Eyüp’den gidilmiş, o şekilde gazâ kazanılacak demiş, o gazâ kazanılmış, hutbedeki bayraklar gazâya iştirâk eden bayraklarmış. Târihî malûmat var içerisinde kitâbın.
www.muzafferozak.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder