Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Sûre-i Ankebût'daki, "وَمَا يَعْقِلُـهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ" âyet-i celîlesi hakkında buyuruyorlar ki :
Yani akl, kalbin âlâtındandır. Çünki akl, kâmil ola, idrâk dahi tâmm olup, ilm mertebesi zuhûra gelir. Bu cihetden âlimin idrâk etdiği nesneyi akl-ı kâsır ehli idrâk etmez. Ve akl-ı evvel, akl-ı külldür ki cemî'-i ukûlün sırrı onda mündericdir. Ve ukûl-i melâike akl-ı mütevassıtdır. Ve ukûl-i avâmm-ı beşer akl-ı ahîr-i cüz’îdir.
Hazret-i Şeyh gene akıl hakkında şöyle buyuruyorlar :
Kemâl-i akl odur ki idrâk etmediği nesneyi idrâk edene ihâle eyler. Zîrâ akl, kiminde küllî olur, enbiyâ ve kümmel-i evliyâda olan ukûl gibi. Ve akl, evsat olur, ukûl-i melâike gibi. Ve akl, cüz'î olur, sâir nüfûs-i cüz'iyyenin ukûl-i zaîfesi gibi. Pes eğerçi cemî'-i ukûl, akl-ı küllden müstenbatdır, fe-emmâ külliyyet ve cüz’iyyet ile miyânlarında tefâvüt vardır. Ve külliyyet kemâl-i zuhûra nâzırdır ki bi'l-fi‘ldir ve cüz’iyyet kusûr-ı zuhûra dâirdir ki bi’l-kuvvedir. Yani insân-ı kâmilin aklı bi’l-fi‘ldir ki zuhûrdadır. Ve insân-ı nâkısın kemâl-i aklı bi’l-kuvvedir ki hafâdadır.
Hazret-i Şeyh keşf-i kalbden bahsederken, Sûre-i Kaf'daki "اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ" âyet-i kerîmesine işâret ederek buyuruyorlar ki :
Âyet-i kerîmede kalb denildi, akl denilmedi. Zîrâ akl, kayddır ki âlem-i ilm ve keşfe urûcdan men eder. Pes kalb kâmilin ve akıl gayrının hâlidir. Fe-emmâ şol akla ki keşf mukârin ola veyâ keşfe mukârib ola, ona akl-ı kudsî derler, akl-ı Cibrîl ve ukûl-i melâike gibi. Ve ukûl-i havâss-ı beşer dahi bunda dâhildir. Zîrâ havâss-ı beşer, akl ile ahkâm-ı Hakk’ı ve keşf ile nefs-i Hakk’ı idrâk eyleyip zâhir ve bâtın ile kâim olurlar. El-hâsıl bir akl ki kudsî ola, keşfden imtiyâzı kalmaz. Zîrâ iksîr-i feyz ile sıfat-i akliyye, sıfat-i kalbiyye ve rûhiyyeye mütehavvil olur.
Pes, burada ukûl-i avâmmı ukûl-i havâssa kıyâs etmek olmaz. Zîrâ biri münkedir ve muzlim ve biri dahi sâfî ve nûrânîdir. Kâlallahu Teâlâ, "اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ". Yani Allahu Teâlâ, semâvât-i ervâh ve arz-ı ecsâmı tenvîr edicek, a'zâ ve kuvâdan münevver olmadık bir nesne kalmaz. Belki vücûd-i halk, vücûd-i Hakk gibi serâpâ nûr olur. Nitekim cennetde gece ve gündüz birdir ki zâhir ve bâtın nûrdur. Dünyâ ise dâr-ı imtizâcdır. Yani lutf ve kahrı olduğu gibi nûr ve zulmeti dahi vardır. Ve ehl-i leyl olanlar, onun zulmetinden halâs olup leyl içinde nehâra ermişlerdir. Onun için leyle rağbetleri ziyâdedir, ehl-i gafletin rağbeti nehâra olduğu gibi. Zîrâ ârife lezzet-i münâcât leyldedir, câhile lezzet-i işret nehârda olduğu gibi. Gel imdi leyl içinde netîce-i nehâra er, tâ ki dîdelerin rûşen ola.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder