Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki isimli eserinde buyuruyorlar ki :
Ey aşka tâlib!
Aşk-ı mecâzî olmadan, aşk-ı hakîkî bulunmaz demişdik. Aşk-ı hakîkîye aşk-ı mecâzîden geçilir. Birçok velîler de, aşk-ı mecâzîden geçerek aşk-ı hakîkîye vâsıl olmuşlardır. Aşk-ı mecâzî, onlar için bir vâsıta olmuşdur. Hattâ aşk-ı mecâzî ile ölen âşıkların dahi, aşk hâli ile âhiret âlemine göçdüklerinden, bu ölümleri, onların şühedâ sınıfına ilhâkına vesîle olmuş ve onlar şehîdlik mertebesini bulmuşdur.
Peygamberler ile mukarrebînden olan Hakk velîleri, dâimâ bâb-ı müşâhedede bulunduklarından, onlar için aşk-ı mecâzîye lüzûm kalmamışdır.
Evet, aşk-ı mecâzî, aşk-ı hakîkîye giden yoldur. Fakat âşıka lâzım olan, aşk-ı mecâzî perdesini yırtmak ve aşk-ı hakîkîye vâsıl olmakdır. Aşk-ı mecâzî, bir hicâb-ı nûrdur. Sabır ve zühd gibidir. Hazret-i Şems, bunun içindir ki Cenâb-ı Mevlânâ'nın kitaplarını havuza atmışdır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerini aşk-ı hakîkîden men eden ve ona hicâb olan, kitaplarına karşı beslediği aşırı sevgi ve muhabbet idi. Kitapları, bir bakıma kendisi ile Rabbi arasında bir hicâb-ı nûr idi.
Âşık ile ma'şûk arasında, hicâb-ı nurânî olduğu gibi, hicâb-ı zulmânî de bulunabilir. Hicâb-ı zulmânî de, işlenen günâhlardır ki bunun yırtılması ve izâlesi de, tövbe ile mümkündür. Hicâb-ı nûrânînin yırtılması ise, bütün eşyâda Hakk'ın kudretini müşâhede ile kâbil olur. Bu, bir tevfîk-i rabbânîdir ki, Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kula âşık olmadan kulun Hakk'a âşık olması mümkün değildir. Allah Azze ve Celle, kulunu sevecek ki, kul da Hakk'ı sevebilsin. Aşk-ı mecâzîde bulunan, neye ve niçin âşık olduğunu, kime âşık olduğunu farkedince, aşk-ı mecâzî, aşk-ı hakîkîye döner.
Aşk-ı mecâzîyi şöyle bir misâl ile tarîf edebiliriz :
Ağaçlar ve çiçeklerle süslü muhteşem bir dağ düşününüz. Bu dağın içi altın ve mücevherlerle doludur. Bu dağın yalnız üstünü yani ağaçlarını ve çiçeklerini daha açık bir deyimle zâhirini gören, önce hayrân ve daha sonra âşık olur. Dağın içerisindeki altın ve mücevherleri fark edemediğinden bâtınını sezemez, zahirinde kalır. İşte, mecâzî aşk da böyledir. Vaktâ ki, dağın hâmil bulunduğu asıl güzelliği sezmeğe başlayınca, aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye geçmiş olur.Öyle ise mecâz perdesini yık ki, gerçeklere vâkıf olabilesin. Yalnız dış güzelliğinde kalırsan, o göz ve gönül alan güzellikler sararıp solucu ve önünde sonunda mahv olucudur. Aşk-ı hakîkî ise dâimâ gençdir ve dinçdir. Onun için zevâl yokdur, fânî değildir. Kaldı ki, mücerred dışda kalmamalıdır. Dışı da içi de hep o güzeldir. Bunları ayrı ayrı zannetmemeli ve bir görmelidir. İki gören şaşıdır ve âşık olmağa özenen, şaşı olmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder