Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:
Kâinâtda ne görüyorsak ve ne görülüyorsa, bilinen ve bilinmeyen âlemler, Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin muhabbetiyle meydana gelmişdir. Hazret-i Dâvûd'a Cenâb-ı Hakk şöyle hitâb etdi : "Yâ Dâvûd, küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u'rafe fe halaktü'l-halk, Yâ Dâvûd, ben gizli bir hazîne idim, bana kendimi bildirmek sevdirildi, görünen ve görünmeyen mahlûkâtı aşk için, muhabbet için halk etdim" buyurdu Cenâb-ı Hakk.
Görülüyor ki, muhabbet evvelâ taraf-ı ilâhîden olmakdadır. Zâten mahlûkun evveli ve nihâyeti olduğuna göre, mahlûk ebedî olan Allah'ı nasıl sevebilir? Buna imkân var mıdır? Aşk ve muhabbet evvelâ taraf-ı ilâhîden yani Allah tarafından kula teveccüh eder, sonra kul Allah'ı sever. Öyleyse iki kul arasındaki aşk ve muhabbet de gene taraf-ı ilâhîden verilir. Zîrâ temâyülât-ı kalbiyye, ef'âl-i ihtiyâriyyeden değildir. Yani kalbin meyletmesi, muhabbet etmek, veyâhud nefret etmek, irâde-i cüz'iyyede değildir, irâde-i külliyyededir. Hakk Teâlâ bir kulu sevdirecek mi, o kulda kendisi tecellî eder. Kul zanneder ki onu seviyorum. Hayır! Sevdiği Allah'dır fakat sevdiği kimse, erkek olsun, kadın olsun, Allah'a perdedir. Mûsâ Kelîmullah nasıl Tûr'a çıkıyordu, Tûr'da Cenâb-ı Hakk'la konuşuyordu, âşıka göre de maşûk, Tûr-ı Sînâ gibidir. Yani maşûk, âşıkın Tûr'u olur. Orada kalırsa âşık, o vakit buna aşk-ı mecâzî diyoruz. Onu geçmesi lâzımdır. O perdeyi yırtarsa eğer, görecek ki sevdiği onun Rabbidir, kendi Rabbidir.
Biz Hazret-i Yûsuf aleyhisselâmı alalım ki bu kıssaların en güzelidir ve içerisinde insanlara büyük ibret verecek dersler vardır. Evvelâ Yakûb Yûsuf'u seviyordu. Halbuki on bir evlâdı vardı. Fakat Yûsuf'da fazla muhabbet görmekdeydi. Ve kardeşleri Yûsuf'u kuyuya atdılar. Zîrâ aşkda ve muhabbetde ayrılık vardır, muhakkak o yoldan geçenlerin ayağına diken dolaşacakdır. Zevki de oradadır zâten. Nitekim Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri aşkı ilân etdiği vakitde, Şeytan aşka tâlib oldu ama ona vermediler. Hazret-i Âdem aşka tâlib olunca ki sevenler ve sevilenler âdem sıfatındadır. Âdem aşka tâlib olunca, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, Âdem'e buyurdu ki, "Aşk, hüzündür, aşk gözyaşıdır, aşk inlemekdir, aşk ağlamakdır, aşk bir cefâdır ama cefâ sûretinde safâdır. Sen cennetde bulunduğun müddetçe burada aşka tâlib olman câiz olmaz. Zîrâ cennet sürûr, zevk, safâ yeridir. Cennetden çıkman lâzım. Aşka tâlibsen cennetden çıkacaksın". Yani rahatlığı terk edeceksin. Zîrâ âşıkın baş yastığı dikendir. Yatağı ateşin közüdür. Onun üzerine Âdem bu haberi alınca, şecere-i memnûadan yani Allah'ın men etdiği şeyden bundan dolayı yedi, cennetden çıksın da aşka sâhib olsun diye. Yoksa Allah muallim, Âdem müteallim, Mudill esmâsının mazharı olan Şeytan'ın sözüne kanıp ağaçdan yemedi. Ama zâhirde böyle oldu hâdisât. Zâhiri böyle, bâtını böyle. Tevrat'da olsun, Kur`ân'da olsun zâhir manâlarında, hâdise böyle cereyân etmiş. Ama esrârı böyle. Buna ilm-i ledünn diyorlar, zâhiri başka, bâtını başka. Zâhirde, şerîata muhâlif görünüyor, hakîkatde şerîata mutâbık, hakîkatin şerîatına mutâbık.
Meselâ Allah bize ilm-i ledünnü talîm etmek istedi, Mûsâ Peygamber'e şunu söyletdi, "Yâ Rabbi, bana ilm-i ledünnü talîm edecek kimse var mı, göstersin bana ilm-i ledünnü?" dedi. Cenâb-ı Allah buyurdu ki Mûsâ Peygamber'e, "Talebeni al, denizin şurasına git, şu mevkiye git, orada bir zât göreceksin, o benim kullarımdan ilm-i ledünnü talîm etmiş ve talîm etdirecek bir zâtdır, onunla arkadaşlık yap". Onun ismi Yûşa' bin Nûn idi, Mûsâ Peygamber'in yanındaki talebesi. Ki Hazret-i Mûsâ âlem-i cemâle göçünce, onun mevkiine, onun postuna Yûşa' bin Nûn oturdu, peygamber olarak geldi.
Ki kendisine isnâd edilen bir kabir vardır İstanbul'da, Boğaziçinde, Beykoz üstünde Yûşa' bin Nûn. O zâta isnâd edilmiş bir yerdir orası. Uzun bir kabir, büyük bir kabir vardır, buradan karşı duvara kadar. Şimdi askerî mıntıka olmak münâsebetiyle oraya çıkarmıyorlar kimseyi. Eskiden çıkarlardı. Küçüklüğümde yani gençliğimde çok çıkdık, orada Hazret-i Nebî'ye misâfir de kaldık. Ve oraya halk giderlerdi, onun kabrini vesîle ittihâz ederek, onun hürmetine Allahu Sübhânehû ve Teâlâ'dan isterlerdi, duâ ederlerdi. Bir âşık, sevdiğini ister, diğeri evlenmek ister, diğeri bir ev sâhibi olmak ister, oraya adarlardı, nezir yaparlardı yani. Ve nezir yerine gelirdi. Ben de yapdım nezir. Bir ev istedim, evim yokdu. Fakat nezrin ne olduğunu bilmediğim için, nezri yerine getirmediğimden dolayı ev elimden gitdi. Yani insan böyle bir velîyi vesîle ittihâz edip de bir nezirde bulunursa, o murâdına ererse, hemen o nezri yerine getirmeli. Getirmezse, verdikleri gibi almasını da bilirler. Ben oyuncak zannetdim onu. Halk orada böyle taşlardan ev yapıyorlar, ben de taşdan bir ev yapdım. Nedir bu? İşte kim ev isterse, buraya bir ev yaparsa, Allah ona ev verir. Ben de yapdım. Allah bana koca bir konak verdi. Fakat nezri yerine getirmedim, bilmiyordum, kurban kesmek lâzımmış. Getirmediğim için Allah evi elimden aldı, çırılçıplak bırakdı beni böyle dımdızlak.
Yani Arab'ın nezretdiği gibi nezir yapmamalı. Arap hurma ağacına çıkmış, yüksek bir ağaç. Fırtına çıkmış, kum fırtınası. Ağaç sallanıyor, adam düşecek, rüzgar aşağı atacak onu. O, "Aman Yâ Rabbi, buradan sıhhat ve âfiyetle inersem yere, sana bir deve keserim" demiş. Sonra biraz aşağı doğru kaymış. Sonra demiş, "Sana ben bir sığır keserim". Sonra biraz daha aşağı kaymış. "Sana ben bir koç keserim". Biraz daha aşağı kaymış, "Sana bir koyun keserim". Biraz daha aşağı. "Keçi keserim". Aşağı inince, "Ben çıkdım, ben indim, sana ne oluyor" demiş.
Böyle yapmamalı. Böyle olmamalı. Allah'a, "Yâ Rabbi bana şunu verirsen, şu sevdiğime ben nâil olursam, ya şu mal benim olursa, sana şöyle yaparım, on tâne yetîm giydiririm ya on ağaç dikerim yâhud kurban keserim filan". Olur, sonra hemen nezri yerine getirmeli, bekletmemeli. Yoksa Allah verdiği gibi geri alır sonra.
Biz gelelim dersimize. İşte o Yûşa' bin Nûn ile beraber gitdiler. Cenâb-ı Allah dedi ki, "Bir balık götürün yanınızda, Hızır'ı bulacağınız yerde, o balık dirilecek, denize atlayacak. Orada bekleyin". Ve oraya geldikleri vakitde Yûşa'nın taşıdığı balık dirildi, denize atladı. Balığı Yûşa' taşıyordu, çünkü o Hazret-i Mûsâ'nın talebesiydi, mürîdiydi. Anladılar ki buluşma orada olacak.
Şimdi burada bir soru vârid olur, "Ölü balık dirilir mi?" diye. Çünkü bazı adamlar çok akıllı oluyorlar, böyle şeyi kabûl etmiyorlar. Baksana bütün ölü ard, ilkbaharda diriliyor. Halbuki ölmüşdü hepsi başdan aşağı. Ağaçlar yeşerdi, otları bitirdi Allah. Allah dilediği vakitde ölüyü diriltir. Çünkü Allah yuhyî ve yümîtdir, Celle Celâluhû. Yani istediğini diriltir, istediğini öldürür. Onun için esmâ-yı husnâda yuhyî ve yümît diyoruz.
Sonra orada bir zât zâhir oldu Hazret-i Mûsâ'nın yanına. Hazret-i Mûsâ talebesine dedi ki "Sen dön artık git, ben aradığımı buldum şimdi burada".
Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, ilm-i ledünni bilmez miydi? Bilirdi. Ulü'l-azm peygamber, kitâb sâhibi, Tevrat gelmiş kendisine, koca Tevrat. Ama burada şimdi Allahu Teâlâ her ikisini konuşturacak, biz öğreneceğiz. Ona dînde mazhar-ı kelâm derler. Hazret-i Mûsâ'ya sordu ya Allah, "Elindeki nedir?" dedi. Allahj görmüyor mu? Kur`ân'da okuyacaksın, Allah soruyor Mûsâ Peygamber'e, "وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى vemâ tilke bi yemînike yâ Mûsâ, sağ elindeki nedir?". Allah'ın ilmimi yok, görmüyor mu? Biliyor ve görüyor ama Mûsâ Peygamber'le konuşmak istiyor, bu şekilde söz açıyor kendisine. Ürkütmeden, korkutmadan. Dedi ki Hazret-i Hızır Hazret-i Mûsâ'ya, "İlm-i ledünnü talîme geldin değil mi buraya?". "Evet". "Sen buna sabredemezsin" dedi. Burada şimdi halkı temsîl ediyor Hazret-i Mûsâ ve şerîatı temsîl ediyor. Çünkü herkesin iz'ân ve irfânına sığacak bir hâdise değil yapılacak olan hâdise. İlm-i ledünn bu. Dedi, "لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً len testetî'a ma'iye sabrâ, sen benimle sabredemezsin". Tahammül edemezsin bana.
Çok güç tahammül etmek. Bakıyorsun birisinin sevdiği kocası ölüyor, onun için mühim bir acı. Yâhud karısı ölüyor, mühim bir acı, üzüntü. Fakat bu ölümün nihâyetinde bakıyorsun adamın eline büyük bir nimet-i uzmâ geçiyor. O nimetin onun eline geçmesi için o kimsenin ölmesi lâzım. Çirkin bir misal verdim ama mecbûrum böyle vermeye. Yâhud ekseri görüyorum, uzak mahallerden, uzak memleketlerden herkes malını, eşyâsını, vatanını terketmiş, buraya sığınmış. Vatanını terketmek, anayı babayı terketmek, toprak anayı ve havayı kendi havasını terkedip gelmek, onun için büyük bir musîbet. Fakat geliyor buraya, Amerika'ya geldiği vakitde burada, Allah ona bir nimet veriyor ve refaha kavuşuyor. Eğer oradan çıkmayıp o acıyı duymasaydı bu nimete ermeyecekdi. Bu da bir misâl. Yâhud bir alacağı var, büyük bir alacağı var, o alacağını almak üzere giderken yolda, bakıyorsun bir trafik kazasıyla ölüyor adam. Ona desen ki, "Arkadaş, gitme, o parayı almaya gitme, öleceksin". İnanmaz. Gitdi ve ölümü orada buldu. Hep bu şekilde. Güzel görünüyor, altında çirkin var. Çirkin görünüyor, altında güzel var. Onun için Kur`ân'da diyor ki Allah, "وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ", sadakallahü'l-azîm. "Sizin güzel gördüğünüz sizin hakkınızda hayırlı olmayabilir, çirkin gördüğünüz de sizin hakkınızda hayırlı olabilir". "وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟". "Bunu ancak Allahu Teâlâ bilir, siz bilemezsiniz". Buna ilm-i ledünn derler.
Şimdi, Hızır dedi ki, "Sen benimle beraber tahammül edemezsin". Mûsâ, "İnşâallah sabredeceğim" deyince, "Peki öyleyse, buyur bakalım, gel gidelim dedi, "mâdem tahammül edeceksin, benimle beraber yürü". Gitdiler, bir şehre vardılar, o şehirden ekmek istediler. Bunlara o şehir halkı ekmek vermedi ve kovdular bunları. O şehirden çıkıyorlardı, Hızır bakdı ki bir duvar var, eski bir duvar böyle eğrilmiş, Hızır gitdi oraya arkasını dayadı ve böylece duvarı düzeltdi. Hazret-i Mûsâ dedi ki, "Yâhu bunlar bizi kovdular, sen niye bunların duvarını düzeltiyorsun?". Dedi ki, "Ben sana demedim mi, sen benimle beraber tahammül edemezsin?". "Peki, bir daha karışmama" dedi. "Sana üç mehil verdim, dördüncüye burnunu sokarsan, karışırsan, ayrılırız" dedi. Ve oradan gitdiler, bakdılar bir çocuk oynuyor orada. Hızır çocuğu tutdu aldı ve öldürdü. Hazret-i Mûsâ dedi, "Ne yapdın bi gayr-ı hak! Bu yavrudan ne istiyorsun sen bu garîbden!". "Ben sana demedim mi sen benimle tahammül edemezsin". Dedi, "Bir mehil daha kaldı, bir daha karışırsan ayrılırız" dedi. Derken deryâ kenarına geldiler, bir gemiye binmek üzere. "Efendim buyurun gemiye" dediler bunlara, "sizden para almayacağız, buyurun içeriye. Siz iki kişi nûrlu insanlarsınız, sizden para istemiyoruz, sizin duânız kâfî, sizin mübârek ayağınızın bizim gemiye basması bizim için mübârek ve makbûldür, buyurun gemiye" dediler. Girdiler, hemen Hızır girdiği kamaranın pencerelerini kırdı, tahtalarını kırdı, perdelerini kırdı, nereyi görse orayı kırıyor, söküyor tahtasını filan böyle. Hazret-i Mûsâ, taaccüb etdi, "Ne yapıyorsun sen bu şekilde, geminin tahtalarını kırıyorsun, harâb ediyorsun! Adamlar bizi bedava gemiye aldılar, sen tuttun ona mukâbil, yapdıkları bu iyiliğe karşı, cam pencere indiriyorsun, tahtayı filan kırıyorsun" deyince, dedi, "Tamam, ayrılacağız seninle biz. Sen bana tahammül edemeyeceksin. Bitdi, işimiz bitdi". O vakit dedi ki Mûsâ aleyhisselâm, "Evet doğru, üç mehili de ben kaybetdim, her şeye karışdım. Şimdi bana bu zâhirde gördüğüm hareketlerin manâsı nedir, gizli ilmi bana ver". İlm-i ledünnü, ilmullah yani Allah'ın ilmi.
O vakit Hazret-i Hızır haber verdi. Söylüyor şimdi, diyor, "O şehirde bize paramızla ekmek vermediler, ekmek vermediler, yemek vermediler bize, oradan çıkarken, duvar eğrilmişdi, duvarı düzeltdim. Bunun manâsı şu. O duvarın altında, iki yetîmin hazînesi var. Babaları gömmüş, dedeleri, o duvarın altında. Eğer o duvarı ben düzeltmesem o duvar yıkılır, hazîne meydana çıkar, hazîneyi yağma edeceklerdi. Halbuki ben o duvarı düzeltmekle ne yapdım, o çocukların hazînesini muhâfaza etdim. İstikbâlde onlar orayı kazacaklar, ev yapmak üzere, o para onların eline geçecek. Allah böyle murâd etmişdi". Şimdi bak nasıl ters oluyor, gördün mü? Zâhirde eğri duvar düzeltildi, hakîkatde hazîne kurtarıldı.
"E peki, çocuğu niye katletdin?". Dedi ki, "Çocuğun annesi babası sâlih, iyi insanlardı, Allah'ın sevgilileriydi. O çocuk şâkî idi. Büyüdüğü vakitde, onların başına belâ olacakdı. Katletdim o çocuğu ki, onlar şimdi ağlayacaklar, "Eyvâh! Çocuğumuz öldü gitdi" diye dövünecekler, fakat istikbâl onlar için iyi olacak. Eğer çocuk yaşasaydı, istikbâlde hep ağlayacaklardı.
Üçüncüsü, ileride bir kral vardı, o kral gemileri zabt ediyordu, yeni gemileri, güzel gemileri, onun camını çerçevesini kırdım, tahtasını sökdüm ki, onu eski görsün de almasın diye. Nitekim de o kralın sularından geçdik biz, o gemiyi eski gördü, ona el koymadı. Görülüyor ki zâhirde çirkin ama hakîkatde güzel.
Şimdi biz gelelim dersimize. Âdem aleyhisselâm da zâhirde gitdi ağaçdan yedi, hakîkatde aşka tâlib olmuşdu, cennetde aşk memnû idi. Neden? Çünkü aşkın nihâyeti gözyaşı, mahzûniyyet, ağlamak ve sızlamak idi. Cennet dârü's-sürûrdu. İnsan rahatlık içerisinde aşka sâhib olamazdı, mutlakâ bir çile çekmesi lâzım idi. Şeytan Âdem'i kandırdı, zâhirde böyle görünüyor, hakîkatde böyle. Yoksa Allah muallim, Âdem Nebî ki ,"وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ve alleme âdeme'l-esmâe küllehâ", Allah'ın bütün esmâlarına sâhib ve mâlik ve o ilme hâmil olan Hazret-i Âdem, kalkıp da Şeytan'ın sözüne nasıl kanabilir. O vakit dünyâ yüzünde hiç bir nebî kalmaz, hepsini Şeytan yoldan çıkarır. Ama zâhirde, Şeytan yılanın ağzına girdi, yılan vâsıtasıyla cennete girdi, Hazret-i Âdem'i idlâl etdi ve şecere-i memnûadan yedirdi. Zâhirde böyle görünüyor, hakîkatde böyle ama. Hakîkatde Âdem'in aşka tâlib olmasının netîcesidir cennetden çıkması.
Bu dikenli yola giren, muhakkak sûretde bir cefâ çekecek. Bir mi bin mi? O aşkın ateşiyle yandıkça, "Allah Allah" diyecek, Hakk Teâlâ buyuracak ki, "Niye bana sesleniyorsun, sen başkasını seviyorsun, benim perdemi seviyorsun. Senin önüne o perdeyi koymasaydım, bana çağırmayacakdın sen şimdi". Bazen zikrullahda öyle zuhûr eder.
Adamın birisi Hazret-i Mûsâ'ya müracaat etdi, dedi ki, "Yâ Mûsâ, Cenâb-ı Hakk'ı davet edeceğim, bana gelmez mi acaba, benim ziyâfetime?".
Bu bir gaflet idi. Çünkü Allah'ı kendinden gayrı zannediyordu. halbuki bilinen bilinmeyen âlemler, seriyyeden süreyyâya kadar, ne varsa hepsi Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin kahr u galebesindedir. Ama ehemm-i mühim olan, her şeye kâdir olan Allah, insana can damarından daha yakındır. Seslendin mi, cevâb verir. Tövbe ile seslenirse, afüvv ile cevâb verir, mağfiret ile. Hakk'dan bir şey taleb ederek O'na seslenirsen, istemiş olduğun şey, önünde sonunda senin eline geçer.
O düşünemiyordu, Allah'ı hâricde zannediyrodu, uzakda. Mûsâ Kelîmullah, aleyhisselâm, dedi, "Bu nasıl söz!" dedi, "Allah yemez içmez, Cenâb-ı Hakk bunlardan münezzehdir" dedi, "O her yere hâzır ve nâzırdır. O'ndan hiç gizli bir şey yokdur. Sen diyorsun evime gelsin, O her yere hâzır ve nâzırdır". O adamı biraz payladı Hazret-i Mûsâ ve nasîhat etdi ona, sertçe biraz. Çok asabî idi Mûsâ aleyhisselâm.
Tûr'a vardığı vakitde Hakk Sübhânehû ve Teâlâ buyurdu ki, "Yâ Mûsâ, beni davet eden kulumun davetini bana niye söylemiyorsun!". "Yâ Rabbi, sana söylemeye ne hâcet, sen semâda ve ardda ne varsa her şeyi gören ve bilen sensin". "Ama söylemen lâzımdı, emânetullahdı üzerinde. Söyle o kuluma, Cumartesi akşamı geleceğim, onda misâfir olacağım, sabha kadar onunla konuşacağım". Ne diyebilir Mûsâ Peygamber, Allahu Teâlâ böyle söyleyince. Geldi o zâta Hazret-i Mûsâ haber verdi, dedi ki, "Hazırlan, Cumartesi akşamı geliyor, istediğin, arzu etdiğin" dedi. Cumartesi akşamı adam hazırladı yemekleri, tatlıları. Ne varsa yani elinden ne geliyorsa, bütçesinin yetdiği kadar, kesesinin elverdiği kadar yemekler hazırladı, bekliyor. Âilesi giyindi, kendisi tıraş oldu. Akşam güneş gurûb etdi, misâfirin gelme saati yaklaşdı. Fakat o ânda birdenbire dişlerine müdhiş bir ağır girdi. Adam elini yüzüne tuttu, bu şekilde "Aman Allah, Aman Allah, Allah, Allah, Allah" diye başladı feryâd u figân etmeye. İmkân yok durmasına, tahammül etmek mümkün değil ağrıya. Sabaha kadar böyle devâm etdi. Ve sabaha karşı durdu ağrı. Adam bir rahata kavuşdu. Fakat evinden dışarı çıkar çıkmaz Hazret-i Mûsâ'nın kapısının önünde soluğu aldı. Dedi, "Yâ Nebiyyallah, Allah gelecek dedin yemekleri hazırladık, bana bir diş ağrısı geldi, sabaha kadar ben gözümü açamadım. Öldüm sabaha kadar Allah diye bağırdım ve sabahladım" dedi, "ne doktorun koyduğu ilaç, ne dişçinin verdiği şifâ hiç bir şey tesir etmedi". Hazret-i Mûsâ doğru Tûr'a gitdi. Dedi, "Yâ Rabbi, haber verdin geleceğini, böyle yapmışsın, sabaha kadar ağrısından adam ölmüş, bağırmış sabahlara kadar". "Evet" dedi Cenâb-ı Hakk, "oradaydım, onunla beraberdim. O bana Allah diyordu ben ona kulum diyordum. Saâdet, safâ içinde beni bulamazdı" dedi, "acıda ve ağrıda fenâ buldu o, fenâ fi'l-ağrı oldu o, o vakit beni buldu. Sonra ona saâdet verdim, refah verdim, göğsü genişledi, rahatladı".
İşte Allah bütün kullarını böyle derdlere mübtelâ kılmış, kimini aşk ile, kimini parayla, kimini diş ağrısıyla, kimini göz ağrısıyla, kimini karın ağrısıyla, kimini tahtla, kimini bahtla mübtelâ kılmış, hepsi Hakk'ı çağırır, Hakk'da onlara cevâb verir. Duyabilirse ama. Bunların içerisinde en ehemm-i mühimmi aşkdır, muhabbetdir. Çünkü işin başlangıcı muhabbetle başlamışdır.
"Âşıkım" diyor ama yüzü sararmamış henüz, âşık sayılmaz o, yalancı âşık. Yâhud sevgilisine ihânet ederse, o da âşık değildir. Görmüyor musun işte, okuyoruz zikrullahda, "Bu aşk bir bahr-ı ummândır buna hadd ü kenâr olmaz". Bu aşk bir denizdir ki nihâyeti yokdur, dibi yokdur. Yani bu aşk denizinin nihâyeti, dibi, doruğu yokdur. "Delîlim sırr-ı Kur`ân'dır bunu bilende âr olmaz". Yani şâhidim Kur`ân'ın sırrıdır ki ilm-i ledünndür. Bu sırrı bildi mi bir adam, artık o ırz, nâmus şişesini taşa vurmuşdur, esrârı fâş eder söyler. Sarhoşdur bağırır. "Ene'l-Hakk" der. "Süregeldim ezelîden". Ezelden beri bu şekilde gelmekde, "Pîrim Muhammed Ali'den". "Şarâb-ı lâ yezâlîden içenlerde humar olmaz". O bir şarâbdır ki, ebedî şarâbdır, hayât şarâbıdır, Allah'ı sevmek, Allah aşkı. Ama taleb Hakk tarafındandır. "Kıyamazsan dil ü câna ırak dur girme meydâna". Sakın hâ, canını, başını fedâ etmezsen, her şeyini fedâ etmeye hazır değilsen aşka tâlib olma. "Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz". Aşk yolunda kelle kopar. Baş bir tarafa leş bir tarafa düşer. Ama soranı yokdur bunun. Ne devâsı vardır, ne davâsı vardır.
Yoksa böyle iki gün seviyor, evleniyor, sonra iki gün onun kaprislerini çekemiyor, bırakıp gidiyor. Bu aşk değildir bu. Bunu hayvanlar da yapıyorlar. Karşı karşıya geliyor, kuyruğunu sallıyor. Sonra koklaşıyorlar, sonra evleniyorlar, sonra ayrılıp gidiyorlar. Yaaa, evlenmek değil o, aşk değil o. Aşk ama köpek aşkı. Kedi aşkı, köpek aşkı, o kadardır. Bu daha aşk-ı mecâzîde böyle olunca, aşk-ı hakîkîde ne olacak? Sevgili Allah'ının verdiği emirlere karşı neyini fedâ etmez, Allah'ı sevenler? İşte İbrâhim Peygamber, nâr-ı Nemrud'a atıldı, Hakk için atıldı. Bak evveli böyle acı ama, ateşe atıldı ama, ateş ne oldu, gülzâr oldu. Evveli acı belki, evveli acı ama nihâyetinde safâya eriyor.
Gelelim biz dersimize. Bak nereden nereye.
Yakûb, Yûsuf'u seviyordu, sevdiği için ibtilâya uğradı. Çünkü Allah kıskanır da. Yûsuf Hakk'a perde olmuşdu Yakûb'a karşı. Ve Yûsuf'u kardeşleri kuyuya atdılar. Kıskanmışlardı. Kardeşlerini kuyuya atacaklardı fakat Yakûb aleyhisselâmdan nasıl istesinler, dediler ki, "Oynamaya gideceğiz biz, hava alacağız biraz, Yûsuf'u bize ver, bizimle beraber gelsin". Yakûb o akşam bir rüyâ görmüşdü. Yûsuf'a rüyâsında kurtlar saldırmışdı. Sonra Yûsuf kaçdı kurtlardan, fakat bir kuyuya düşdü rüyâsın Yakûb aleyhisselâmın. Çocuklarına dedi ki, "Yûsuf'u kurtlar yemesin, dikkat edin" dedi.
Onun için insan ağzından çıkacak olsan söze dikkat etmelidir. Adam bir söz söyler, sonra ağzını yıkamaya Van Gölüne gider. Sözler tohumdur. Sözler tohumdur, manâ tarlasına ekilir. Ehemm-i mühimdir söz, dil, lisân. Neden? Allahu Sübhânehû ve Teâlâ dili evvelâ dudakla, sonra dişle, sonra dokuz boğumla, sonra irâdeyle hapsetmişdir. Ehemm-i mühim olduğuna işâret vardır. Zîrâ insan ağzından bir söz çıkarır, o sözden dolayı başı belâya girebilir. Hem maddî, hem manevî. Çünkü söz tohumdur.
Yakûb, çocuklarına akıl verdi, çünkü rüyâda görmüşdü, "Aman çocuğu kurtlara yedimeyin" diye söyledi böyle. Çocuklarına akıl verdi yani böyle söyleyin bana demiş oldu. Çocuğuna para verdiğin vakitde, sakın "Bu parayı kaybetme" deme çocuğa. Akıl vermiş olursun, yol göstermiş olursun.
Şimdi bir hikâye anlatacağım, sonra geçeceğiz derse gene. Bir Bektâşî dervîşi, dolaşırken bakmış bir güzel kız ama putperest kızı. Gâyetle yakışıklı, alımlı, kiraz dudaklı, pâlûze tenli, servi boylu, zülüflerinde cennet kokuyor, o vaziyetde böyle, bakmış bakmış Bektâşî demiş ki, "Yâ Rabbi bu da yanar mı!" demiş, "cehenneme konur bu da yanar mı" demiş. Sonra tekkeye geldi, şeyhi ona dedi ki sen seyyahsın.
Yani seyyah demek ne demek, burada şimdi bazı Amerikalılar yapıyorlar onu, "Hindistan'a gideceksin, Çin'e gideceksin, Allah'ı aramaya". Oranın Allah'ı başka çünkü! Oranın Allah'ı ayrı değil. Geçen gün birisiyle konuşuyoruz, "Hindistan'a gitdim Allah'ı buldum" diyor. "İyi" dedim, "Hindistan'daysa biz de gelelim" dedim, "ben arayıp duruyorum bir türlü bulamadım". Neyse. Eskiden gönderirlermiş, iki türlü ama.
"Seyyahsın" dedi. Bunun manâsı şu. Dervîş yola çıkar, gider, yolda giderken geçdiği şehirlere sanat öğretir, çünkü dervîşlerin bir sanatı vardır, bir irfânı vardır, bir bilgisi vardır. Gitdiği yerde sanatını öğretir, ekmek yemek için. Aynı zamanda bilmediğini öğrenir, memleketine getirir. Gâye bu. Aynı zamanda çile çeker. Çile çekdiği vakitde, çilede Hakk bulunur.
Niye Bektâşî'ye "seyyahsın" dedi, çünkü Bektâşî bir edebsizlik yapdı o sözü söylemekle, Allah'a karşı küstahlık etdi. "Seyyahsın, haydi git" dedi. Çünkü neden? Diline sâhib olmadı. Bektâşî oradan çıkdı, dolaşa dolaşa, elinde keşkülü de var, dolaş dolaşa Tokat'a geldi, Tokat vilâyetine. Bir kahveye oturdu, kahveciyi çağırdı, "bir kahve getir" dedi. Kahve getirdiler. Bir de nargile istedi. Ve oraya oturdu, nargile çekdi, kahveyi yudumlarken, nargilenin dumanı genzine gitdi. Öhhö, ehhö, ehhö, öhhöö, burnundan geldi böyle. Fakat o aralık oranın derebeyi, Bektâşî'nin bulunduğu kahvenin yan tarafındaki konakda yatıyor, dedi, "Gidin bu herife söyleyin, öksürmesin, bu adam beni rahatsız ediyor". Belâlı herif, herkese hükmünü geçirmeye çalışıyor, öksürtmüyor bile kimseyi. Yeniçeri geldi, Bektâşî'ye niyâz etdi, dedi, "Erenler" dedi, öksürme, yukarıda hasta var". "Haydi oradan, hasta varmış, o hastaysa ben de doktorum, ne olmuş yani, ne karışıyorsunuz benim öksürüğüme filan" dedi. O adam kafası işlemeyen bir adammış, gitdi derebeyine, "O öksüren adam doktormuş efendim" dedi. Derebeyi de hasta. "Çağırın benim yanıma gelsin, mâdem ki doktordur". Getirdiler yanına. Bektâşî bakdı ki pabuç pahalı. İri yarı bir adam, kılıcı orada asılı, gürzü bu tarafda sallanıyor. Dedi, "Benim hastalığımı bil bakalım, benim hastalığım nedir, sen doktormuşsun. Öksürüyordun demin, sana adam gönderdim, doktorum demişsin. Bil bakalım haydi, benim hastalığım nedir?". Şimdi Bektâşî diyor ki, "Bir yalan yapayım da kaçayım oradan, kurtulayım". Dedi, "Efendim sizin hastalığınız malûmdur" dedi, "bunun ilacı da malûmdur" dedi. "Nedir bunun ilacı?". "Van Gölünün kenarında otlar bitiyor, o otların üzerinde mavi çiçekler olur, o çiçeklerden toplayın, onu kaynatın ve için bi inâyetillahi teâlâ, geçer bu hastalığınız sizin". Dedi, "O çiçekleri bizim adamlarımız bilmezler, sen gideceksin onlarla beraber, o çiçeklerden topla ve buraya getir, kaynat, bana içir, iyi olayım ben". Bir at getirdiler, dört tâne de yanına süvârî koydular, ata bindirdiler Bektâşî'yi, tıkır tıkır tıkır gitdiler. Tabiî adamcağız hiç ata binmemiş, apışları pişdi ve fenâ hâlde rahatsız oldu Bektâşî. Ve ılgarla gidiyorlar, yani hiç durmak yok, at değiştiriyorlar yani. Ilgarın manâsı o. Çok süratli gidilecek, çünkü hasta var. Neyse. Sivas'a vardılar, Sivas'dan çıkınca, aynı tekkenin mallarından birisi, o da seyyah almış, görmüş bunu, seslenmiş, "Dervîş Hüseyin! Ne bu saltanat yâhu! Nereye gidiyorsun atla" filan dedi. Dedi ki, "Ben Tokat'da bir bok yedim, ağzımı yıkamaya Van Gölüne gidiyorum". Onun için insan ağzından bir söz çıkarır, bir halt karıştırır, ağzını yıkamaya adamı Van Gölüne gönderirler sonra. Maddî, manevî.
Fakat o gördüğü putperest kızın aşkı kalbini yakmış Bektâşî'nin, seyyahdan döndüğünde geldi oraya, arıyor. Ama aradan kırk sene geçmiş. Dedi, "Burada güzel bir kız vardı" filan. Çirkin bir kocakarı gördü orada. Kadınlar ihtiyarlamaz ama ihtiyarlamış o. Çirkin mi çirkin bir kadın. "Burada bir kız vardı, ismi de şuydu". "O benim" dedi. "Sen misin? Hani o kırmızı yanaklı kız?". "Evet. İçeride resmim var, resmimi yapdılar, gel istersen gör, duvarda duruyor, yağlı boya". Bir de bakdı, hakîkaten o. "Haaa Yâ Rabbi bu hâle getirip yakıyorsun, anladım" dedi.
Şimdi gelelim dersimize gene biz. Hazret-i Yakûb aleyhisselâm, öyle söyledi, ve sözünün cezâsını çekdi. Çocuğu götürdüler, Yûsuf'u ve kuyuya atdılar ve geldiler dediler ki, "Baba, Yûsuf'u kurtlar yedi". Kuyuya atdılar, sonra bir kervan geldi, kervan kuyudan Yûsuf'u çıkardı, aldılar götürdüler Mısır'a. Hepsini anlatırsak, iş uzar, ben kısa kesiyorum. Orada satdılar pazarda Yûsuf'u. Dünyâ güzeli bir delikanlı, güneş kararıyor yanında, yani o kadar güzel. Çocuk satıldı.
Haaa şimdi düşünelim bakalım, burada da ilm-i ledünn var. Eğer Yakûb Yûsuf'u sevmeseydi, kardeşleri Yûsuf'u Yakûb'dan ayırmayacakdı. Çünkü Yûsuf'u sevmekle aşka tâlib oldu, aşka tâlib olunca, sıkıntı çekmek lâzım. Kardeşleri kıskanıp da babasından Yûsuf'u kuyuya atmasalar, kervan gelip oradan su aramasa, Yûsuf'u bulmayacak ve Mısır'da Yûsuf'u köle diye satmayacakdı. Bak zâhirde görüyoruz ya, bak zâhirde kuyuya atıldı kardeşleri tarafından, babasının başına felâket geldi, kendi başına felâket geldi, köle diye satıldı. Eğer köle diye satılmasa, Mısır'a sultân olmayacakdı.
Satılırken, güzel bir kıssa var, onu da söyleyelim, anlatmadan geçmeyelim, atlamayayım orasını. Satılırken Yûsuf aleyhisselâm, bir kadın geldi, dedi, "Benden de on para var". Herkes pey sürüyor, on bin veren var, yirmi bin veren var, o kadın, "benden on para var" dedi. Dediler, "Sen niye on para veriyorsun, Yûsuf'u verirler mi sana on paraya". "Biliyorum vermezsiniz ama dedi benim de peyim bulunsun Yûsuf'un alışverişinde". İsmi târihe geçdi. Onun için büyük adamlara insan tâlib olursa, isimleri ebedî kalır dünyâda.
Fakat sultânın karısı, kıtfîr yani vâli yâhud başvekil, öyle düşüyor o devire göre, hanımı Yûsuf'a âşık oldu. Başladı ağlamaya. Çünkü ne oldu? Gene aşka tâlib oldu, gözyaşı. Herkesin diline düşdü, ismi Züleyhâ idi, dediler ki, "Züleyhâ kölesine âşık olmuş, nasıl olur bu, ayıp değil midir, kendi kölesine insan âşık olur mu" filan dediler, ayıpladılar Züleyhâ'yı. İş büyüdü. Hele bizimTürkiye'de olursa, bizim Türk kadınları işi iyice alevlendirirler. Duymasın bizim hanım. Burayı bilmiyorum, buranın hanımlarının ne olduğunu. Ayıpladılar, çok ayıpladılar kadını. Sonra işitti ki kendini ayıplıyorlar, çağırtdı, Hepsini davet etdi hânesine. Onlara büyük bir ziyâfet tertîb etdi. Demek ki o vakit alafranga yemek yiyorlarmış, herkese ayrı ayrı tabak, çatal ve bıçak verildi. Demek ki o vakit de, bugün yediğimiz gibi yemek yiyorlarmış orada Mısır'da, Mısır medeniyetinde. Sonra herkes Yûsuf'u görmemişler, bilmiyorlar, Züleyhâ, "Ben şimdi size gösteririm onu" dedi, "beni ayıplamanızın, beni levm etmenizin sebebini görürsünüz siz" dedi. Hep bekliyorlar, Yûsuf gelsin. El vurdu, "Yâ Yûsuf gel" dedi. Yûsuf içeriye girince, bunlar almışlar ellerine elmayı, portakalı yâhud turuncu, soyuyorlardı, soyarken bakdılar Yûsuf'u gördüler, Allaaah! Yûsuf'u gören hâmile kadın, çocuğunu düşürüyor. Allah muhâfaza buyursun. O kadar güzel. Gören bir defa, yanıyor. Nasıl bir gül güneşe çıkarsa hemen yanar, en harâretli günde, onun gibi oluyor, mahvoluyor. Bir gördüler böyle, Yûsuf'a bakarken ellerini doğradılar, parçaladılar, elma kesiyoruz, portakal kesiyoruz diye ellerini kesdiler, hiç acılarını duymadılar. Dediler ki, "Bu insan değil bu! Bu kerîm bir melek" dediler, "insan değil bu" dediler. Elleri kan içinde kaldı.
Burada büyük bir işâret var, onu da söylemeden geçmeyeceğim gene ben. Bu meselenin altında bir esrar var. Bir ağacı kırdığımız vakitde, ağaç dalı çaaat eder. Bunun sebebi nedir? Ayrılıkdır ve ayrılığın acısını ifâde eder. İnsan vücûdunda toprakdan halk olunan beden, kadın mâhiyetindedir. Rûh ise arşîdir, koca mâhiyetindedir. İkisi izdivâc ederler hayat boyunca. Birbirlerini çok severler. Hiç ayrılmaya taraftar değillerdir. Kim ölümü ister? Çünkü ölmek ayrılmakdır. Ölüm ânında müdhiş bir ayrılık acısı olur. Ölüm acısı dediğimiz şey budur. Allah'ı sevenler, Allah'a âşık olanlar, bu acıyı duymazlar. Neden? Çünkü ölüm bâbında onlar için vuslat-ı cemâl vardır, Hakk'a mülâkât vardır yani. İşte kadınların Yûsuf'un güzelliği karşısında ellerinin acısını duymamalarında buna işâret vardır.
Efendi Hazretlerinin bu sohbeti maalesef tam olarak tesbit edilememişdir. Son kısmından bir mikdar eksik kalmışdır.
www.muzafferozak.com
Allah sizin hizmetleriniz hürmetine sizlerden ve bizlerden razı olsun. Çok teşekkür ederiz ki bize bu sohbetleri, vaazları, hutbeleri eriştirdiniz.
YanıtlaSilVuslat-ı cemâl ...
YanıtlaSilAşkı bir duâya sığdırmak...
"Allah'ım,eğer ben sana cehenneminden korkarak ibâdet ediyorsam,beni oradan hiç çıkarma.Eğer cennetine girmek ümidi ile sana ibâdet ediyorsam bana oranın yüzünü bile gösterme.Fakat eğer ben sana yüce cemâlini görmek uğruna ibâdet ediyorsam beni cemâlini görmekten mahrum etme."
Râbiatü'l Adeviyye(KS)