Sayfalar

16 Haziran 2025 Pazartesi

Hazret-i Yûsuf ile Züleyhâ

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki isimli eserinde buyuruyorlar ki :

Yukarıda, Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm kıssasından bir nebze bahsetmişdik. Yeri ve sırası gelmişken, kıssaların en güzellerini, en ibret verenlerini bizlere îrâd eyleyerek îkâz ve irşâd buyuran Allah Azze ve Celle, Kur'ân-ı Azîmü'l-Burhânında ve Yûsuf Sûre-i Celîlesinde, olayları bakınız nasıl anlatıyor.
Mısır vâlisi kıtfirin eşi Züleyhâ, esir pazarından köle olarak satın aldığı Yûsuf aleyhisselâma âşık olmuşdu. Ne var ki, bu aşk gizli kalmamış, bütün Mısır sosyetesi tarafından duyularak her meclisde konuşulur olmuşdu. Sinsi ve çirkin bir dedikodu sürüp gidiyordu. Züleyhâ, Yûsuf aleyhisselâma öylesine bir aşkla âşık olmuşdu ki, hakkında hattâ bir bakıma aleyhinde konuşulanlar ve söylenilenler kendisini üzmüyor, hattâ tam tersine memnûn ediyordu. Zîrâ o, aşkı ile övünüyordu. Gerçekden âşık olanlar, aşklarının açıklanmasından ayrı bir zevk duyarlar. Hangi şartlar altında olursa olsun, sevgilerinden ve sevdiklerinden, isimlerinin bir arada söylenilmesinden âdetâ hoşlanırlar. Esâsen âşık, âr ve nâmus şişesini taşa çalıp kırmazsa, o aşkın zevki kalmaz.
Âr ve nâmus şişesini taşa çalmak deyimini bir iki defadır kullanıyoruz. Binâenaleyh bu deyimi biraz açıklamakda fayda görüyoruz. Aşk, aslında bir sırdır ve dâimâ sır olarak kalmalıdır. Âşık ile ma'şûk arasındaki ilgi ve ilişkinin duyulması ve yayılması ise, bir bakıma bu sırrın açıklanması demek olur. Saklanılması gereken bir sırrın, açıklanması ise ahlâka ve âdâba aykırı düşer. Oysa, âşık olan aşkının şiddet ve harâreti dolayısiyle bu kâideye uymaz ve ekseriyâ aşkını bizzât kendisi izhâr eder. Aslında bir sır olarak saklanılması gereken aşkını açıklamakla da, toplum kurallarına aykırı hareket etmiş sırrını açığa vurmuş ve sonuç olarak da âr ve nâmus şişesini taşa çalarak kırmış olur. Sır saklamak nasıl ki, insânî ve vicdânî bir vecîbe ise, sırrı açıklamak da bunun zıddı olarak bir suçdur. Bazı mutasavvıfların kullandıkları, âr ve nâmus şişesini taşa çalmak tabirini bu manâda yorumlamalı, utanma ve nâmus mefhûmlarını hiçe saydıkları şeklinde anlamamalıdır.
Evet, âşıkın nesi varsa ma'şûka fedâdır. Mal, can, ırz, nâmus, rütbe, makâm, mevki, unvân, nesi varsa, her şeyini aşkı yolunda fedâ etmek, âşıkın şânından ve nişânındandır. Züleyhâ da, bütün dedikodulara aldırış etmiyor, aleyhindeki söylentilere kulak asmıyordu. Ama insan sabrının da bir sınırı vardı. Bu dedikoduların ne kadar haksız ve ne derece yersiz olduğunu, kendisinin kime âşık bulunduğunu göstermek, dedikoducuları mahcûb ederek susdurmak zamanı gelmişdi. Bunun için, Mısır sosyetesinin ileri gelen hanımlarını evinde bir ziyâfete davet etdi. Onlara meyve ve o meyveleri soymak için keskin birer bıçak takdîm etdi. Sosyete dedikoducuları meyvelerini soymak için ellerine bıçaklarını alır almaz da, Hazret-i Yûsuf aleyhisselâmı çağırtarak hazır bulunanlara gösterdi. Hazret-i Yûsuf aleyhisselâmı görmeyen ve tanımayan hanımlar, onun eşsiz güzelliği ile birdenbire karşılaşıverince, ne yapacaklarını şaşırdılar ve gözlerini ondan ayıramadıkları için de meyvelerini kesdikleri zannı ile istisnâsız hepsi ellerini kesdiler. Ne var ki, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında hayretden dehşete kapılan o dedikoducu hanımlardan hiçbirisi, derin bir hayranlıkla ona bakarken, kesilen ve kanayan ellerinin acısını duymadılar ve gayr-ı ihtiyârî, "Bu bir insan değil, olsa olsa bir melek!" demekden de kendilerini alamadılar.
Hazet-i Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında lâl ve mebhût kalan hanımlar, acaba Yûsuf'un Rabbinin cemâlini görseydiler hâlleri nice olurdu? Bu sorunun cevâbını, sizlerin idrâk ve izânınıza terkediyorum.  
Habîb-i Edîb-i Kibriyâ aleyhi ve âlihî efdalü't-tehâyâ Efendimiz Hazretleri, birgün nalınlarını mıhlıyorlardı. Mübârek alınlanndan inci gibi terler damladığını gören Mü'minlerin Annesi Hazret-i Âişe-i Sıddîka radıyallahu anhâ ve ebîhâ şu meâlde bir şiir söyledi : "Mısır kadınları Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini gördükeri zaman şaşkınlıkdan ellerini kesmişlerdi de, kesilen ellerinin acısını duymadılar. Ey Allah'ın mahbûbu, senin şu güzelliğini görseler, yüreklerini parçalarlardı da parçalanan yüreklerinin acısını duymazlardı" buyurduğunda, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz saâdetle, "Yâ Humeyrâ, beni memnûn ve mesrûr etdin" buyurdular.
Bütün peygamberler güzeldirler. Çirkin peygamber yokdur. En güzelleri ise Hazret-i Âdem ve sonra Yûsuf aleyhisselâmdır. Habib-i Edîb-i Kibriyâ Efendimiz ise, hepsinden güzeldi. Zîrâ mir`at-ı Hakk idi. O'na bakan, o nûrda, o mir'âtda Hakk'ı seyrederdi.
Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim

Ey âşık-ı sâdık!

Züleyhâ, Yûsuf aleyhisselâmı şehvetine ve behîmî duygularına âlet etmek arzu ve iştiyâkı ile sevdiğinden, nefsine kul olmuş ve bu yüzden mülk ve saltanatını kaybederek her yönden fakîr düşmüşdü. Yûsuf aleyhisselâm ise, Allahu Teâlâ'ya mutî bulunduğundan ve alemlerin Rabbine kul olduğundan, Mısır'a sultân olmuşdu. Demek oluyor ki, nefsine kul olanlar, Züleyhâ gibi sutlan dahi olsalar zelîl, nefsine gâlib olanlar, Yûsuf aleyhisselâm gibi kul dahi olsalar âkıbet sultan ve azîz oluyorlar. Hem yalnız bu âlemde sultân olmakla da kalmaz, iki âlemde de sultân ve mahbûb-ı Rahmân olurlar.
Aradan zaman geçmiş, Züleyhâ'nın gül yüzü sararıp solmuş, güzelliği mahvolmuş, âşıklarını berdâr etdiği zülüfleri dökülmüş, inci dişleri sökülmüşdü. Fânî ve zâhir güzelliğinin sonu gelmişdi. Bâkî güzelliği ise sıddîkıyyet idi. O güzelliğe de nihâyet yokdu.  
Hazret-i Yûsuf aleyhisselam, bir gün at üzerinde Mısır sokaklarından geçerken Züleyhâ'ya rastladı ve onu derhal tanıdı. Dünyâ güzeli olan eski hanımının, aşkı yüzünden bu hâllere düşdüğünü, âr ve namus şişesini taşa çalarak ma'şûku uğrunda her şeyini fedâ etdiğini anlayarak Züleyhâ'ya yaklaşdı, hâlini ve hatırını sordu. Züleyhâ, mecâzî aşkdan hakîkî aşka vâsıl olmuş, Yûsuf aleyhisselâmda âlemlerin Rabbinin ve Hâlıkının san'at ve kudretini müşâhede fırsatını bulmuş, eserden müessire geçerek o muhteşem eseri halk ve îcâd eden mahbûb-ı hakîkî ile kalbi dolmuşdu.
Yusûf alayhisselâm ise, aynaları utandıran, güneşin ziyâsını karartan emsâlsiz güzelliği ile Züleyhâ'nın bedr-i tâmm hâlinde iken ayın nûrunu mat eden, şehvetperestleri önünde secde etdiren o muhteşem hâliyle şimdiki hâlini mukâyese ediyordu. Birden merhameti cûş u hurûşa geldi ve ellerini bârigâh-ı ehadiyyete açarak Züleyhâ'nın o eski gençliğinin ve güzelliğinin iâdesini Rabbinden niyâz eyledi.
Her kimde aşkın nişânı var-durur
Âkıbet anı ma'şûkuna erdirir
kaziyyesi mûcibince duâsı kabûl buyuruldu ve Züleyhâ bir ânda eski güzellik, tarâvet ve letâfetine kavuşdu. Aşkı uğrunda yıllar yılı kahır ve çile çeken bu kadını taht-ı nikâhına ve ayn-ı nigâhına aldı. Züleyhâ'yı murâdına erdirdi. Nikah ve nigâh ile aldığı Züleyhâ'yı, aşkı için gedâ olan bu hanımı sultân etdi.
Ancak yukarıda da hikâye etdiğimiz gibi Züleyhâ artık kime âşık olduğunu, kime âşık olunması gerekdiğini farketmişdi. Mir'ât-ı Yûsuf'dan Dost cemâlini görmüşdü. Gayrı Yûsuf'a hâcet yokdu. O mahbûb-ı hakîkîyi bulmuşdu. Matlûb O idi, maksûd O idi.
İşit bu Sezâî'den ne gördü Fenâî'den
Dost vechini gösterdi mir'ât-ı mücellâde
Şu var ki, yalancı aşk ile bu yola girilmez. Zîrâ yalancı âşıklar için bu yol çok zahmetli ve meşakkatli olur. Aşk-ı hakîkîye varanlar ise, ağyâre kanmaz, gayra inanmazlar. Ma'şûk-ı hakîkî uğrunda canlarını ve başlarını fedâ ederler. Bu fedâkârlığı göze alabilenler de, elbet ve elbet Yâr ile hem-bezm olur, cümbüş ederler.
Eğer 'âşık isen Yâr'e sakın aldanma ağyâre
Düş İbrâhîm gibi nâre bu gülşende yanâr olmaz
Hakk aşkı uğruna nâra düşenlerin nârı gülşen olur, gözleri Hakk'ı görür, ölmeden önce ölür. Daha doğrusu ölmez, olur. Onlar, Hayyu Bâkî iledir.
Ey gönül gel gayrıdan geç 'aşka eyle iktidâ
Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış muktedâ
Cümle mevcûdât u ma'lûmâta 'aşk akdem-durur
Zîrâ 'aşkın evveline bulmadılar ibtidâ

www.muzafferozak.com

1 yorum: