Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Aşk Yolu Vuslat Tarîki adlı eserinde buyuruyorlar ki :
Ey Hakk'a tâlib, rızâ-yı ilâhîye râgıb, cemâl-i Lâ-yezâl'e âşık olan ehl-i vefâ! Sizlere hiç aklınızdan çıkmayacak bir düstûr sunuyorum : BİL BUL OL!
Allahu Teâlâ'nın rızâsına giden nûrlu yola tâlib olanın, Rabbini bilmeğe râgıb bulunanın, evvelâ kendi nefsini bilmesi şartdır. Zîrâ nefsini bilen, Rabbini de bilir. Allahu Teâlâ ise, ancak Allah ile bilinir. Bilmeyen bulamaz, bulmayan olamaz ve ham kalır.
Allahu Azîmü'ş-Şân'a giden yol o kadar çokdur ki, bütün yaratılmışların nefesleri sayısıncadır ve bu gerçek ehlince ma'lûm ve müsellemdir. Fakat en kısa yol, Habîb-i Edîb-i Kibriyâ aleyhi ve âlihî ekmelü't-tehâyâ Efendimiz Hazretlerinin irâ'e ve işâret buyurdukları yoldur. O'na tâbi olmakla, her adımını O'nun nûrlu ve mübârek adımını atdığı izleri takîb etmekle kolayca kat' olunabilir.
İnsâf ile düşünülecek olursa, insanı bir mikrop dahi Hakk'a götürebilir. Her şeyde tecelliyât-ı ilâhiyyeyi ve kudret-i sübhâniyyeyi görenler için, bu müşâhede hakdır ve gerçekdir. Ne var ki, mes'ele görene ve işitene göredir. Her zerrede, tecelliyât-ı ilâhiyye gün gibi âşikârdır ve her nereye yönelirse kudret-i sübhâniyye derkârdır. Kâinatda her zerre Allahu Azîmü'ş-Şân'ı ikrâr, tesbîh ve tahmîd etmekdedir. Ancak baş gözleri gördüğü hâlde kalb gözleri görmeyen, başlarının iki tarafındaki kulakları işitdiği hâlde, kalb kulakları duymayan bu büyük nimetden mahrûm kalır.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine giden en kısa yol, Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'ya ittibâ ile mümkün olan nûrlu yoldur, demişdik. Bu nûrlu yolun, iç içe dört kapısı vardır. Bu nûrlu kapılar, yan yana değil, iç içedir. Birinci kapı şerî'at kapısıdır. İkinci kapı, tarîkat kapısıdır. Üçüncü kapı, hakîkat kapısıdır. Dördüncü kapı, marifet kapısıdır. Dördüncü kapıdan da geçilince, iç içe üç saray vardır. Birinci saray, kurbiyyet sarayıdır. İkinci saraya, kutbiyyet sarayıdır. Üçüncü saray, ubûdiyyet sarayıdır.
Bunda olan zevk-i sâfânın ve esrâr-ı ilâhînin dille tarîfi ve kalemle tavsîfi mümkün ve muhtemel değildir. Tatmayan bilmez ve tatmayana anlatılamaz. Görmeyenlere göstermek mutasavver değildir. Ancak görebilenler, ancak tadabilenler bu zevk ve safâya nâil olabilirler.
Şerî'at, Resûl-i Zîşân'ın tatlı sözleridir ki, biz ona Kavl-i Resûl diyoruz. Tarîkat, Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'nın ibret alınacak fiilleridir ki, biz ona Ef'âl-i Resûl diyoruz. Hakîkat, iki cihân serverinin özenilecek hâlleridir ki, biz ona da Hâl-i Resûl siyoruz. Marifet, rahmeten-lil-âlemîn olan o zât-ı akdesin sırrıdır ki, biz ona da Esrâr-ı Muhammediyyet diyoruz.
İşte, bu sırra mazhar olan kutlu ve mutlu kişiler sâfâya ererler, aşk bahçesinin güllerini dererler, yâr-ı hakîkî ile cünbüş ederler. Allahu Teâlâ onları ve onlar da Allah'ı severler. Bu sevgi ve bu aşk, hakîkî âşık ile hakîkî ma'şûk arasındadır ki, tatmayanın anlayamayacağı muazzam bir sırdır.
Hakk'a giden yolun birinci kapısı şerî'atdır demişdik. Ne var ki, bu azîz şerî'at-i Muhammediyye kalblerinde hastalık olanlarla, îmanlarının nûru eksik bulunanlar için, tâze yeşil cevizin dış kabuğu kadar acıdır. Şerî'at-i Garrâ-yı Ahmediyye'nin yani Allahu Teâlâ'ya yapılacak ibâdet ve tâ'atin ve evâmir-i ilâhiyyeye hakkıyle ve lâyıkıyle riâyet etmenin, Allahu Teâlâ'nın "Yap" dediklerini yapmak ve "Yapma" dediklerinden şiddetle ve dehşetle kaçınmak nefse çok ağır gelen şeylerdir. Meselâ şerî'at orucu emreder, oysa nefis yemek ister. Şerî'at namazı emreder, oysa nefis tembelliği sever. Şerî'at, zekâtı emreder, oysa nefs eline geleni kendisinin sanarak ve sayarak malına ve parasına kıyamaz. Şerî'at, zinâyı men' eder, oysa nefs şehvetinin ve behîmî duygularının zebûnu olarak karşılaşdığı her güzelle tatmin olmayı özler.
Nefs, şerî'ati nasıl sevebilir ki, onun her türlü arzu ve temâyüllerine karşıdır ve mânidir. Bu sebebledir ki, aslında baldan tatlı olan Habîb-i Edîb-i Kibriyâ'nın mübârek sözleri olan şerî'at, zevk ve safâsına düşkün olan nefse, yeşil cevizin dış kabuğu kadar acı gelir. Ağzının tadını bilmeyene ve hastaya da bal, sırasında acı gibi gelmez mi? Nefislerinin kötülükleri yüzünden kalbleri hasta olanlarla, îmânlarının nûru eksik bulunanlar için de şerî'at, cevizin dış yeşil kabuğu kadar acı gelir.
Aslına bakılacak olursa, şerî'at nefs ile öylesine bir savaşa girişmişdir ki, bu savaş dîn ve millet düşmanları ile yapılan savaşlardan daha çetin ve daha zorludur. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de dış düşmanlarla yapılan savaşı CİHÂD-I ASGAR yani Küçük Cihâd ve nefs ile yapılan savaşı da CİHÂD-I EKBER yani Büyük Cihâd olarak ilân etmişdir ki, hakîkat de bundan ibâretdir.
Hidâyet burcudur nûr-ı şerî'at. Sa'âdet tâcıdır dürr-i şerî'at. Şerî'atla olan Allah'a kul, kulu makbûl eder sırr-ı şerî'at. Şerî'at câna bir âb-ı hayâtdır, eder ihyâ dil-i zülâli şerî'at. Şerî'atdir eden insânı insân, zîrâ nûr-ı Peygamber'dir şerî'at. Açar hep mâsivânın zulmetini, visâle erdirir bedr-i şerî'at. Şerî'atdir nizâm-ı her dü-âlem, hayât-ı dü-cihân bahri şerî'at. Şerî'atsiz kişinin hâli husrân, kemâle irdirir mihr-i şerî'at. Şerî'atle amel eyle ey âşık, selâmet semtine irdirir şerî'at.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder